İLAHİ İSİM VE SIFATLARLA ZUHUR VE NAMAZ
“Sizden biriniz iki elbise ile namaz eda etsin. Zira huzurullah zinetle durmaya daha layıktır. Eğer iki elbiseniz bulunmazsa Rabbinizi bir elbise ile ziyaret edin. Sizden biriniz kalbi katı Yahudi kalbine müştemil olduğu halde namaz kılmasın.”
İnsanın hakikati nefsi natıkadır. Nefsi natıka “İnsan benim sırrımdır. Ben insanın sırrıyım” buyurulan hakikattir. Nefsi natıka Allah’ın Zati sıfatlarının (Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi Nefsihi, Muhalefetül lil Havadis) mazhardır. Bu sıfatlar tecelli anında ve tecelli oranında nefsi natıkaya aittir. Tecelli-i Zat ve Sıfatın mazharıdır. Bu insanın hakikatidir. Ruhul Azam mertebesidir. Muhammediyet mertebesidir.
İnsanın giyeceği elbisenin birincisi Allah’ın subuti sıfatlarıdır. Bunlar Hayy, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar ve Kelam sıfatlarıdır. Nefsi natıkaya Ruhul Kudüsün nefh edilmesidir. Kişinin bu sıfatların Allah’a ait olduğunu idrak etmesi ve tecelli-i Sıfat ile donanması “Sıfatlar elbisesini” giymesidir. İseviyet mertebesidir. Bu elbise ile namaza başlanması istenmektedir.
“Ademe isimleri talim etti” (Bakara/13) ayetiyle insanın ikinci elbisesi “esmalar elbisesi”dir. Tecelli-i Esma mertebesidir. Esmaların hakikatinin insanın üzerinde görünmesidir. Bu da insanın giyinmesi gereken ikinci elbisedir. Namaz her haliyle “Allah ile” olmaktır. Kurbiyettir. Hak-kul beraberliğinin yaşandığı ubudettir. Hakk kulunda tecelliler ile zuhura çıkar. Eğer kul namazında gaflette olmayıp, bu elbiselerle donandığının idrakinde olursa tecellileri yansıtan ayna olur. Tecelli anında ve tecelli oranında Hakk’ı alemlere sunar. Sıfatları ve isimleri gerçek yüzleri ile alemlere sunmuş olur. Hakk kulunda zuhura çıkmıştır. İki elbiseden kasıt Allah’ın sıfatlarını ve isimlerini taşımasıdır. En azından bir elbise ile zikredilmesi, gücü yetmeyenin esma mertebesinden Hakk’ı yansıtmasıdır. Buda Museviyet ve İbrahimiyet mertebesidir. Hz. İbrahim’e (as) giydirilen hullet elbisesi ilahi isimlerin taşınmasıdır. Hz. Musa’nın Hakk’la kelamı isimleriyle O’na yaklaşmasıdır. Museviyet ve İbrahimiyet mertebesi madde ile manaya yolculuktur. Zahir ve batın birlikteliğidir. Yahudilerin hadiste zikredilmesi onların madde-zahir mertebesinde kaldıkları içindir. Yahudilerin çok azı müstesna çoğu manaya yönelememiştir. Mana-batın olmadan namaz hakikati yaşanamaz. Nefsi natıka manaya yönelmediğinden kalp madde ile katılaşır. Mana penceresi o kişiye açılmaz. Bu ise bahsedilen elbiselerin giyilmemesi demektir. İnsani vasıflar olmadan kılınan namaz ise eksiktir. Huzurullah da kılınan namaz değildir. Allah’ın huzurunda kılınan namaz ilahi isim ve sıfatların nefsi natıkayı süslemesi ve bunların Hakk kanalıyla insan üzerinden alemlere sunulmasıdır.
Nefsi natıkaya sonradan arız olan kirlerin arınıp, yerini ilahi isim ve sıfatların tecellilerinin alması şu hakikatlere yol açar:
Uyanık bir kalp (nefsi natıka merkezi) ile kılınan namaz insanı Hakk’a vuslat ettirir. “Ben Adem’i Kendi suretimde halkettim” buyuran Allah kulunu kendi isim ve sıfatlarıyla bezenmiş olarak huzurunda istemektedir. İsim ve sıfatlar Hakk’a mana-batın penceresidir. Onlarla Hakk’a vuslata erişilir.
Allah Teala Kudsi Hadisinde şöyle buyuruyor:
“Ben gizli hazineydim. Bilinmekliliğimi sevdim. Halkı zuhura getirdim (yarattım). Ta ki Beni bilsinler.”
Allah Zatı itibariyle gizli bir hazinedir. Ahadiyeti Zat mertebesinde henüz ne isimlerin ne sıfatların, nede şekillerin herhangi bir zuhuru yoktur. Zatı ahadiyetinde (birliğinde) gizli bir hazine hükmündedir. İşte Mutlak Tenzihin gerçek manada yapıldığı bu mertebedir. Bu mertebe Allah’ın isim ve sıfatlarının zuhuru olmadığından faaliyette yoktur. Allah, Zatındaki sevgi ve muhabbet teveccühü ile bilinmekliliğini arzu etti. Bu mertebe sevgi, muhabbet ve aşkın zuhura çıktığı mertebedir. İlk zuhura çıkan şey ilahi muhabbettir. Bu ise Rahman tecellisidir. Bu tecellinin ilk zuhuruda Hakikat-i Muhammedi’dir. Bu nedenle habibullahtır. Ondan sonra halkı yani alemleri bu muhabbet ile zuhura getirmiştir. Muhabbetin kaynağı Allah, muhabbetin yansıdığı yer Hakikati Muhammedi ve hakikati Muhammedi’den yaratılan (halk edilen) alemlerdir. Bu nedenle nefesi rahman tecellisi alemleri içten ve dıştan, hiçbir zerreyi dışarıda bırakmadan sarmaktadır. Bu nedenle Allah, Hz. Resulün bu hakikatine yönelik olarak “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” hitabını yapmıştır. Alemler bu muhabbetle Hakikati Muhammediyi yansıtan ayna olmuştur. Aynanın sırrı ve cilası insan-ı kamil Hz. Muhammed’dir. O asaleten, varisleri vekaleten bu sırrı taşır.
Feyzin ve muhabbetin ana kaynağı hakikati Muhammedidir. Allah halk ettiği bu zuhurları ile teşbih mertebesinde isim ve sıfatları ile tanınır. Zatı mahiyetinin bilinemeyişi yönüyle tenzih edilir. İnsanda hem isim ve sıfatları hemde sırrındaki Zati tecelli ile tanınır, idrak edilmeye çalışılır.
Allah’ın alemleri halk edilişinde şu üç unsur rol oynar: Zatı, Zatının iradesi ve Zatının kelamı.
Allah Zatı itibariyle tek olup bu üç vasfıyla Ferdiyet özelliğine bürünür. Hz. Resul “Ferd” ismiyle bu üç özelliği bünyesinde taşır. Bu üçlü Ferdiyeti Zat makamını temsil etmektedir. Allah gizli bir hazine iken, Zatından Zatına bir tecelli ile İlmi Zat mertebesini oluşturmaktadır. Zatından olan bu tecelli ile gizli hazinesindeki tüm varlıkları ilmi hakikatler (ayan-ı sabite) olarak meydana getirmiştir. İlmi Zatta birbirinden ayrışan ilmi hakikatler Ferdiyeti Zat mertebesini oluşturmuştur. İlmi Zatında, Zatıyla onları farklılaştırmıştır. Her mevcudun ilmi hakikati (ayan-ı sabite) onun istidadını oluşturur. Bu “ilmi hakikatlere Zati kelamı olan Kur’an ile tecelli ederek, onların hakikatlerini Kur’an kılmıştır. Sonra onlara “Ben sizin Rabbınız değilmiyim?” sorusunu yöneltmiş; onlarda isdatları ile “Evet Rabbımızsın” cevabını vermişlerdir. Tüm nefsler bu hadiseye şahit tutularak mertebe mertebe şehadet alemine inmişlerdir. Şehadet aleminde görülen “ilmi hakikatlerin” sureti ve eserleridir.
Zatında olan bu ilmi hakikatlere, Zatın iradesiyle Zatın kelamı olan “KÜN-OL” sözü ile Kur’an talim ettirilmiştir. “Kün” sözü ile “ilmi hakikatler” istidatlarına göre farklılaşmış ve Zati ilimde sabit hakikatler olarak yerini almıştır. “Kün” sözü Zatından Zatına olan Zati kelamdır. Allah’ın Zatı, iradesi ve kelamı birleşerek bu hakikatleri zuhura getirmiştir. Kur’an “cemi esma ve sıfatı cami Zat”ı, temsil ettiğinden, ilmi hakikatlerin aslıda Allah’ın isim ve sıfatlarından oluşmuştur. İlmi Zattaki bu hakikatler, şehadet aleminde suretler ve isimlerin eserleri ile anlaşılır. Kudsi hadiste “Halk zulmette idi. Allah onların üzerine nurundan serpti ve zuhura çıkardı” buyurulmuştur. Bu tecelli “genel vücud nuru tecellisi” olup nefesi Rahman olarak adlandırılmıştır. Nefesi rahman, nur tecellisi alemlere sirayet etmiştir. Nefesi rahmanın nur tecellisinin kalpteki nokta-i süveydadan “siyah zemine doğan nur” tecellisi olarak müşahede edildiğini ehline malumdur. Allah nur tecellisi olan nefesi rahman tecellisi ile, varlıkları gizli hazineden, izafi yokluktan varlığa çıkarmıştır. İşte insanada bu nurun temsili olarak ve Kur’anın sırrı dürülü nefsi natıkası Nur olarak bu nur ve sır ile şehadet alemine indirilmiştir. Bu iniş sırasında geçtiği mertebelerden ve her mertebede değişik ahlaklarla vasıflandığından nefsi natıka örtülmüş ve hakikati sırlanmıştır. Namaz ve irfan yolu ile nefs tezkiye edilerek “uruç” (yükselme) yolu ile kişi aslına ulaşmaya çalışır. Hedef nefsini asli haline getirmek ve onu sahibine teslim etmektir. şehadet aleminde örtülmüş hakikatine ulaşması için namaz ve irfan yolu en etkili yöntemlerdir. Elestte Rabbına verdiği sözü yerine getirmektir. “İşittik ve itaat ettik” ayetini müşahedeli olarak yaşamaktır. Namazda nefsi natıkasını Kur’an ile süsleyen kişi nefsini terbiye ve tezkiye etmektedir. Besmele nefsi natıkada dürülü olan zati, sıfati ve esmai hakikatleri Allah ismiyle zuhura çıkarmaktır. Nefsi hakikatinin Allah’a ait olduğu bilinciyle, kulluk mertebesinden Allah ile, Allah adına fiile başlamaktır. Bu nedenle Fatiha sırrı ve ilmi ile hakikate ulaşmada anahtardır. İrfan yoluda bu hakikatlerin eğitiminin anılarak hakikatlerin yaşama sokulmasıdır. Kişi her halinde Hakkla olduğunun bilincinde olarak, her anını ibadet haline bu eğitimle getirebilir.
Halk ediliş ve taayyün mertebelerini idrak ile kişi hangi yönlerden Hakk’ın aynı, hangi yönüyle gayrı olduğunu anlayabilir. Bunun yoluda Kur’an ve Sünneti Muhammedi’den geçmektedir. Kişinin sırrına Kur’an yerleştirildiğinden Kur’anı ne kadar idrak edip yaşarsa Allah’ı bilmeside o kadar olacaktır.
Allah “İnsan benim sırrım, Ben insanın sırrıyım” buyurmaktadır. İnsan hakkın tüm taayyün ve tecelli mertebelerini varlığında cem edip bilebilecek yegane varlıktır. Bu hakikatler üzere halk edilmiştir.
VAHDET-İ VÜCUD MERTEBELERİ
Vücudun Türkçedeki karşılığı varlıktır. Vücud lafzı ile bir hakikat murad olunur ki O’nun varlığı KENDİ ZATINDAN ve KENDİ ZATI iledir. Baki mevcudatın varlığı O’NDAN olup O’NUNLA KAİMDİR.
Mutlak vücudun (Zati vücud) tecelli mertebeleri yedidir:
1. La taayyün mertebesi
2. Taayyün-i evvel
3. Taayyün-i sani
4. Ruhlar mertebesi ve melekut alemi
5. Mertebe-i misal
6. Hz. Şehadet alemi
7. İnsan-ı kamil mertebesi
Taayyün-i sani ile Ruhlar mertebesi ve Misal mertebesi ile Şehadet alemleri bir arada değerlendirildiğinden “Beş hazret mertebesi“ (beş ilahi boyut) tenezzül mertebeleri olarak adlandırılır.
1. LA TAAYYÜN – KÜNHÜ ZAT MERTEBESİ
Buraya bilinmezlik mertebesi denilse de uygun olur. Çünkü bir şeyin bilinmesi, isim, sıfat ve fiilleri ile bilinmekle mümkündür. Bilinmeyi gerektiren bütün belirtiler, nitelikler, isimler bu mertebede mestur (örtülü) ve gizlenmiştir. Bütün görülen, görülmeyen, gayri alemlerin menşe-i, kökeni, kaynağı asılları bu mertebededir. Bu mertebe Hakk Teala Hazretlerinin künhü olup, O’nun fevkinde başka bir mertebe yoktur. Bu mertebenin diğer bazı isimleri şöyledir: Itlak alemi, mutlak ama, sırf vücud, mutlak vücud, sırf zat, ümmül kitab, gaybların gaybı, ahadiyetül zat, hüviyet gaybı.
Kur’an-ı Kerim’de; “Gaybın anahtarları O’nun indindedir, onları ancak O bilir.” ( Enam/59 ) buyurulur.
Gaybın anahtarları ilahi isimler olup bu mertebede gizlenmişlerdir, henüz zuhurları yoktur. Bu durumda, ne makam, ne mertebe, ne isim, ne resim, ne sıfat, ne de sıfatlanan vardır. Ancak bu durumun idrak edilebilmesi için tabirlere de lüzum vardır.
Zira bu mertebede zat, tam bir tenzihtedir. Henüz esma ve sıfat dairesine tenezzül etmemiştir. Bütün isimlerin ve resimlerin Zatı Hakk’ta zuhura çıkmadan izafi yoklukta olduğu makamdır.
“Muhakkak ki Allah alemlerden ganidir” (Enam / 59), “İnsan üzerinden bir zaman geçmedi mi ki, o zaman insan anılan bir şey değildi“ (İnsan/1), “Rabbine karşı hayretini derinleştir, Rabbin tenzih sahibidir” (Saffat/180) ayetleriyle buyurulan hususlar bu mertebe ile ifade edilmiştir
“Ben gizli hazineydim” kudsi hadisindeki bu ifade bu mertebeyi ifade eder. Ayrıca bu mertebede; “Allah var idi, O’nunla birlikte beraber başka bir şey yok idi” buyurulmuştur. Ancak Arifibillah katında her an öyledir. Nitekim Hz. Ali keremallahu vechehu hazretleri “Allah var idi…” hadisini duyunca; “Bu anda da o andaki gibidir“ diyerek adeta anlatılmak istenen sırrı açıklar mahiyette konuşmuş, meseleyi geçmiş zamandan çıkartarak geniş zaman içinde ifade etmiştir. Anlayamayanlara yeni bir idrak kapısı açmıştır. Yani Allah’a göre tek bir an vardır. Tüm zamanlar ve alemler zatının taayyün mertebeleri ile latif halden kesif hale geçmesinden ibarettir. İzafi tüm hal ve zamanlar bu an kavramında mahvolmuş hükmündedir. Bu mertebe latiften de latif bir mertebedir.
2. TAAYYÜN-İ EVVEL (VAHDET MERTEBESİ)
Birinci tecelli de denir. La taayyün – Künhü zat tan sonra Mutlak Vücudun, Hakkın ilk tenezzülü, ilk zuhur mertebesidir. Mertebe-i uluhiyyet, Hakikati Muhammedi isimleri de çokça kullanılmaktadır.
Bu mertebenin hakikati, ilahi sıfatlar ve ilahi isimlerin hepsinin, mücmel, öz, muhtasar ve toplu halde ve bir arada zuhur etmeleridir.
Aralarında temeyyüz, ayrılma yoktur. Bu tecellinin kaynağı Künhü Zat mertebesi olduğundan tecelliyi meydana getiren kuvvenin ismine FEYZİ AKDES denilmiştir. Zatından zatına olan bir tecellidir.
Uluhiyet, ilahi sıfat ve isimlerin var olmaları ile mümkün olur. Bu ilk zuhurda KÜN emri ile “genel vücud tecellisi” ile vaki olmuştur ki buna nefesi rahmanda denilmiştir. Allah’ın İlahi Zati Nuru ile varlıkları zuhura getirme dileğidir, iradesidir.
La Taayyün mertebesinde, örtülü ve gizlenmiş olan sıfatlar ve isimler ilk olarak örtü ve gizliliklerini çıkararak, ilim yoluyla varolmuşlar, daha belirgin ismi ile ilmi suretler olarak “ayan-ı sabiteler” halinde zuhur etmişlerdir. Zati ilminde, Zati ilmiyle zuhura gelmişlerdir. Bu mertebe latiftir. Ancak bu letafet bir sonraki Taayyüni–sani mertebesine göredir. Evvelki mertebesi olan Künhü Zat’a göre bir derece daha kesiftir. Bundan sonraki mertebelerde ruhları, melekleri ve bütün alemleri meydana getirecek olan ilahi isimler bütün muhtevası ve teferruatı ve incelikleri ile bu mertebede ilmen tespit edilmiş olduklarından bu ilmi suretlere “ayan-ı sabite” de denmiştir. Ayan’ı sabiteler yaratılan ve yaratılacak olan tüm mahlukatın Zati İlimdeki halleridir. Bu mertebeye Levh-i Mahfuz da denilmektedir.
Böylece Uluhiyet, Vahidiyet, Hakikat-i Muhammedi, Ayan-ı Sabite, Levh-i Mahfuz hakikatleri, bu mertebenin bize öğrettikleridir.
Bekir Sıtkı Visali Hazretleri bu mertebeler için şöyle buyurmuştur:
Hakikati nefsin misali – Künhü Zat La Taayyünü
Zati nefsin misali – Taayyün-i evvel misali
Cümle vücudun El Hay Bismillah’dır misali
3. TAAYÜN-İ SANİ
Hakk vücudunun ikinci mertebede zuhuru, ikinci tecelli de denir. Taayyün-i evvelde ilahi esma ve sıfatların mücmel, öz, toplu ve birarada tecelli edip, Hakkın mutlak vücudu Zati ilim mertebesinde belirlenmiştir. Taayyün-i sani Hakk’ın Zati Vücud’unu bir derece daha yoğunlaştırarak, ikinci belirlemenin zuhuru, meydana çıkışıdır. Anlatılan hususun enfüsi alem olan insanın varlığından bir örnek verecek olursak; kişinin eylem haline dönüştürmek istediği şeylerin, zihinde, akılda, gönülde hatıralar ve önbilgiler halinde zuhur etmesidir. İlmi suretler denilmesinin hakikati budur. Vücud-u Zihni de denilir.
Hakk varlığının ilk mertebede zuhuru olan taayyün-i evvel ile Hakk varlığının ikinci mertebede zuhuru olan taayyün-i sani mertebelerinin her ikisinde ilmi suretler, kalbe gelen düşüncemeler gibi olmasına rağmen, aralarındaki fark şudur. İlk belirlemede, muhtasar, toplu, öz, mücmel halde bilinirler; her birinin diğerinden ne şekilde ayrı oldukları belli değildir. İkinci mertebedeki ilmi suretler, kalpteki düşüncemelerin adedlere ve çokluğa dönüşmesi gibi çokluğa dönüşür ve bir suretin diğerinden ayrı olarak özellikleri de bilinir. Bu mertebede mevcudların, Ferdiyeti zatta ilk fark makamındaki halleridir. Eşyanın, (her mevcudun) her birinin hakikatleri, kendilerinin illeti ve sebebi olarak esmaları ile ayrılarak bilinir. En son bu belirleme ise Hakk Vücudunun, varlığının, bu mertebede uluhiyetin, zatına illet ve sebep olmasıdır. Uluhiyet gerçeğinin açılmasıdır.
4. RUHLAR MERTEBESİ VE MELEKUT ALEMİ
Taayyün-i Sani mertebesindeki ilmi suretler bir derece daha kesifleşerek, basit cevher haline dönüşürler. Bu kesifleşme nedeni ile ruh adını alırlar. Ancak bir sonraki mertebeye göre ise daha latiftir. Ruh ise sübuti sıfatların mazharıdır. Allah hayatıyla ruhları var etmiştir.
Melekler kuvvet ve şiddet manasında kullanılır. Melekler ruhun kudret sıfatının mazharı ve temsilcisidirler. Melekler kudret sıfatı ile oynadıkları rollerle ilahi isimlerin zuhura çıkmasında rol oynarlar. Meleki kuvvetler, esma-i nuru ilahiyedir, yani ilahi esma nurlarıdır. Her bir esma bu ilahi nur ile açığa çıkar. Melekler halkiyet ve hakkiyet melekleri olarak adlandırılıp, sınıflandırılırlar.
5. MİSAL ALEMİ MERTEBESİ
Mutlak vücudun bir mertebe daha kesifleşerek zuhura çıkmasıdır. Dünya gözüyle görülebilecek suretler mertebesidir. Misal alemi, rüyada görülen haller, aynada görülen suretler, televizyondaki görüntüler, katı cisimlerin gölgeleri gibi latif cisimler halindedir. Bu latif cisimler bölünmez, parçalanmaz.
6. HAZRETİ ŞEHADET ALEMİ MERTEBESİ
Bu mertebe Mutlak Vücud’un, Zatı Hakkın varlığının iyice kesifleşerek eşya ve cisimler şeklinde, suretlerle zuhur etmesidir. Kâinat düzeninde her bir mevcud, düzenin devamı için kendine verilen vazifeyi yapar.
7. İNSAN-I KAMİL MERTEBESİ
Mutlak Vücud’un tüm bahsedilen mertebelerini bünyesinde bulunduran cem eden mertebedir. Allahu Teâlâ’nın, kendi varlığından kullarını haberdar etmesi, kendini bildirmesidir.
İnsan-ı Kamil kâinat ağacının meyvesidir. Ağaçtaki meyve tüm ağacın son hedefidir. İnsan-ı kâmil de kâinatın yaradılış amacıdır. Nasıl meyve kendi çekirdeğinde, kendinden sonraya genetik materyali taşıyorsa, insan-ı kâmil de âlemlerin devamını sağlayan, Hakikati Muhammedi’yi temsil eden hedeftir, gayedir.
İnsan-ı kamil, Mirat-ı Hakk’tır. Hakkın aynasıdır. Allah’ın zat, sıfat, isim ve fiillerine mazhar ve tecelligah olması itibariyle umumi manada insana değer kazandırmaktadır; çünkü Allah diğer varlıklara nazaran ancak insanda kemal derecede tecelli eder ve zuhur eder. İnsan-ı kâmil bu tecellinin en kemalli göründüğü yerdir. İnsan-ı kâmil âlemlerin sırrıdır.
Bu nedenle gerçek ve hakiki insan-ı kâmil olan Hz. Muhammed (SAV): “Beni gören Hakk’ı görmüştür” buyurmuştur. Yani Allah’ın zati, sıfati, esmai tüm tecellilerin en kemalli şekli O’nda görülmüştür. Tabii ki görülmesi, bilinmesi gereken sadece zahiri değil aynı zamanda batıni hakikati olan Hakikat-i Muhammediye’dir.
Ancak bu âlemler tüm mertebelerde ve taayyünlerde yoktan değil, zati inkılaptan, aynı zati vücudun latif halden her mertebede kesifleşmek suretiyle zuhura gelmiştir. İzafi yokluktan zuhura geldi dedikleri şey, Zatı Zatında gizli iken, Zati iradesi ile açığa çıktı demekten ibarettir.
Deryayı Zatın inkılabından âlemler zuhura geldi. Bu âlemlerin cümlesi nurdur. Bu nur, değişik hal ve şekillere girerek türlü türlü görünür. Arifler katında evvel ne idiyse şu anda da öyledir. Bütün alemler bir nur deryasıdır ve daima coşup dalgalanarak tecelli etmektedir. “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur/35) ayeti bu gerçeği anlatmaktadır.
“O her an tecellidedir.” (Rahman/29) buyrularak ta bu nurun devamlı halde olduğu ve daima değişikliklere uğradığı anlatılmaktadır. Bütün bu coşmalar, tecelliler Zat’tan gelir ve Zat’a döner. “Bütün işler O’na döndürülür.” (Hud/23) Evvel, ahir, zahir, batın, vücud, varlık Hakk’tır. Var görünenler ancak Mutlak Vücud’la vardırlar. Mutlak Vücud’un taayyün mertebelerinin daha iyi anlaşılması için örnek verilecek olursa; Mutlak Vücud latif halden kesif hale dönerek her mertebede zatı ve ismi, sıfatları ile zuhurda olduğunu “buhar, su, buz” temsili örnek verilebilir.
Buhar latif bir maddedir. Bir mertebe kesifleşerek tenezzül edince bulut olup idrak edilebilir. Bir mertebe daha tenezzül ettiğinde kesifleşerek su olup dokunma duyusu onun vücudunu hisseder. Bir mertebe daha tenezzül edip kesifleşince donarak buz olur. Bu tenezzüllerde buharın zatı bozulmadı. Çünkü bozulmuş olsa buzun eriyip su, suyun buharlaşarak bulut ve bulutun latifleşerek buhar olmaması gerekirdi. Bu tenezzüllerinde, buharın içeriğine başka bir şey dâhil olmadı. Buharın her bir mertebede kazandığı suret, onun arızi sıfatlarından ibarettir. Buharın hüviyetinde değil, suretinde değişiklikler olmuştur. Buzun hüviyeti ve batını buhardır. Ve buz buharın zahiridir. Buzun vücudundaki buhar buza “hulul” etmedi yani girmedi. Buzun vücuduyla “ittihat” etmedi yani birleşmedi. Buz buharın aynı değildir ama gayrı da değildir. Sadece taayyün ve tenezzül ile vasıfları değişmiştir. Bundan dolayı biz buz hakkında, “hakikati” ve “hüviyeti” itibariyle buhardır ve “taayyünü” dolayısıyla buhar değildir, deriz.
Vücud mertebelerinin anlaşılması için şöyle bir örnek de verebiliriz:
Kapalı bir bilgisayarın henüz hiçbir faaliyeti ve taayyünü olmadığı (la taayyün mertebesi) durumda zatı temsil ettiği düşünüldüğünde, güç düğmesi devreye girdiğinde bilgisayara ve içindekilere (bilgisayarın vücuduna) “genel vücud tecellisi” şeklinde zuhura çıkmasını temsil eder. Bu bilgisayarın tüm vücudunun nur tecellisi altında bırakmaktır. Yani bilgisayarın tüm içeriğini varlık âlemine getirmek, izafi yokluktan varlığa getirmektir. Bilgisayar ekranına “Windows” yazısının gelmesi, tüm bilgisayardaki ilmin “öz” olarak açığa çıkmasıdır (Taayyüni evvel). Windows programında ilim olarak ne yüklü ise, öz olarak, bu programda bulunduğu bize açıklar. Bu bilgi henüz bilgisayarın zatındadır. Öz olarak zuhura çıkmamıştır. “Windows” programındaki tüm yüklü bilgilerin ayrıntılarıyla suret olarak bilgisayarın ekranında belirmesi zati ilimdeki bilgilerin, ilimlerin bir mertebe daha ayrıntılanması, tafsillenmesidir (taayyün-i sani). Bu ilmi programların ruh ve meleki kuvvetler ile (bilgisayarda tıklanarak) zuhura çıkması hali (ruhlar ve melekût mertebesi) dir. Zuhura çıkan isim ve suretlerinin belirmesi anı “misal mertebesi” ni belirtir. Ekranda beliren bilgilerin ayrıntılı olarak (şehadet) belirmesidir. İnsan-ı kâmil tüm bu mertebeleri bünyesinde bulunduran ve bunları değerlendirebilecek tek varlıktır. İnsan olmasa tüm bunları gösterebilecek ve değerlendirebilecek varlık âlemde yoktur. İnsan-ı kâmille bu mertebeler tamamlanır ve âlemler değer kazanır.
Bu noktada “ayan-ı sabite” denilen ilmi suretlerin anlaşılması için yine bilgisayardan örnek vererek bu kavrama anlam kazandırmaya çalışalım:
İnternet ilmi programında; örneğin “www.milliyet.com.tr” adresli siteyi ayan-ı sabite olarak kabul edersek, bu site adresi bilgisayarın zatında, ilminde mevcuttur. Kendisi olarak bu siteye girildiğinde bu sitenin tüm ayrıntıları suret olarak zuhura çıkacaktır. Açığa çıkan sitenin kendisi değil, bu sitenin ayrıntıları ve suretleridir, tafsili ve temsilidir. Bu ilmi bilgi şeklindeki siteden bilgilerin suretleri ve eserleri açığa çıkmaktadır. Bu site Allah’ın ilahi isimlerinden biri olan “HABİR” esmasının temsili olup, habir esmasının zuhurları açığa çıkmaktadır. Bu zuhura çıkan tüm bilgilerde diğer bütün ilahi isim ve sıfatları da taşıdığı ayrıntılı bir şekilde görülecektir. Yani “habir” esmasıyla açığa çıkan her zuhurda, zatı, isim ve sıfatlarının suretler olarak açığa çıktığını görmek mümkündür.
İşte her insanın da ayan-ı sabitesi ilahi isimlerden oluşmuştur. Ağırlıklı olarak bir ilahi ismin kontrolü, yönetimi, terbiyesinde altında iken, bütün ilahi isimleri potansiyel olarak açığa çıkarma, zuhura çıkarma eğiliminde olduğu kolayca anlaşılacaktır.
Bilgisayardaki bu site adreslerinin çokluğu dikkate alındığında, ulaşılacak bilgilerin, ilimlerinde çokluğu dikkat çekicidir. Allah’ın isimlerinin sonsuzluğu dikkate alındığında, Allah zati ilminin, zati ilmindeki ayan-ı sabitelerin sonsuzluğu ve ilmi daha iyi anlaşılacaktır. Üstelik Allah geçmişteki, şu andaki ve gelecekteki tüm zuhura çıkaracağı ayan-ı sabiteleri zati ilmiyle ezelen ve ebeden bilmektedir. “Sübhanallahi ve bihamdihi ve estağfurullahi ve etubu ileyh”
Vahdet-i vücud mertebeleri aslında bir bütündür. Akla yaklaştırmak ve zatı daha iyi idrak edebilmek için bu mertebeler ihdas edilmiştir. Bu taayyün ve zuhura çıkış mertebeleri Zati meyilin gerekliliğidir. Bu âlemlerin hepsi göz açıp kapaması kadar hatta çok daha kısa süre içerisinde Zat’tan zuhura geldi. Nitekim Kur’an-ı Kerimde; “Emrimiz tek bir emirdir. Göz kırpması gibidir.” (Kamer/50) Emirden murad “kün” (ol) emridir. Yani zatın “genel vücud tecellisi” ile tüm mevcudları izafi yokluktan, ayan-ı sabitelerin suretleri olarak, göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürede zulmetten nura çıkarması, suretler olarak şehadet âleminde vücuda getirmesidir.
“O her an tecellide” olduğundan, tecellisi devamlı olduğundan, bu zati inkılaplar ancak idrak ehli tarafından anlaşılmaktadır. Bu süreklilik ile Zat-ı Mutlak’tan meydana gelen mevcudlar varlıklarını devam ettirirler. Eğer bu tecelli bir an kesilse, tecelli kesildiği anda her şey mahvolur.
İnsanın varlığında tüm taayyün ve tecelli mertebeleri cem edilmiştir. İnsan nefsi natıkası vasıtasıyla Allah’ın Künhü Zatı ile devamlı irtibat ve münasebet içindedir. Nefsi natıka şehadet alemine gelene kadar ne kadar örtülmüş, mertebelerde ne kadar çok ahlak kendisine ilişmiş, vahdetten ne kadar uzaklaşmış ise Allah ile irtibatı o kadar azdır. Allah irtibatı her an devam ettiği halde, bu durumdaki kişinin bu irtibattan haberi yoktur. Allah’ı ayrı, kendini ayrı zanneder. Taayyün ve tecellilerden haberi yoktur. “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” (Kaf/16) ve “Nerede olursanız O sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetlerinin hakikatinden çok uzaktadır. İman nerede olursan ol, Allah’ın seninle olduğunu bilmendir” hadisinide idrak edememektedir.
Namazdaki her insan kendi nefs mertebesi düzeyinde Hakkla irtibat halindedir. Bu irtibatı en iyi anlatan Allah kelamı “Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahirabbil alemin” (Fatiha/1-2) ayetleridir. Besmele ile Allah ile irtibatı sağlar ve Alemlerde tecelli eden Rab ismiyle Allah’ı alemlerle birleştirerek tevhide ulaşır. Alemler halk olup, Hakkın tecellisinden ibarettir. Haktan ayrı değil, Hakkla kaim olan varlığını sürdüren zuhurlardır. Allah Rab ismi kanalıyla Zatıyla tüm taayyün ve tecelli mertebelerinde kişi ile beraberdir. Namaz müminin miracı olduğundan ve miraçta da bu mertebelerden geçilerek vuslat gerçekleştiğinden namazda her mertebede Hakkla irtibat sağlanmaktadır.
KALBİN MİRAÇ YOLU
Kalbin yedi tabakası miraç yolu bilmeli
Sadır’dır anın biri-nuru İslam madeni
Fuaddır ikincisi keşfi ayan madeni
Zakirlerin rüyası tecelli-i esma nurları
Zatı kalbdir üçüncü nuru iman madeni
Kamil olsa imanı tecelli efal şuhuda
Şegaftır dördüncüsü, aşkı ilahi madeni
Kaplar aşkın envarı görmez hakdan gayrıyı
Habbetül kalb beşinci muhabbetullah madeni
Hakayıkı eşyanın aslı nuru Muhammed şuhudu
Noktayı süveyda altıncı ilmi ledün madeni
Sırrı kader şuhudu kabe kavseyn makamı
Beytü izzet yedinci, ilmü esrar madeni
Allahın hazinesi zatü ehad makamı.
Bu nedenle “salatül vusta (orta namaz)”a dikkat edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. “orta namaz” diye vurgulanan husus namaza kalbinde katılmasıdır. Sadece dilde kalan kelamı değil, kalbe nakşolan bir kelam edilmelidir. Ki vücudun tamamı bu namazdan faydalansın. Zira nefsi natıka merkezi kalpteki nokta-i süveydadır. Buradan yayılan nur vücudun her zerresine ulaşır. Kalpteki mertebeler aşılarak miraca yol bulunur. Kalpte gerçekleşen miraç mertebeleri aşılarak, Hakkın gizli hazinesine, Ahadiyeti Zata ulaşılır. Mutlak Zata ibadet edilir. Bu ise ubudiyettir. Hayali rablara değil, Allah’ın Zatına varlığını döndürmesidir. Böyle kalple miraca ulaşan kalp şöyle tarif edilmiştir. “Müminin kalbi beytullah, arşullah, miratullah ve hazinetullahtır”. Hakkıyla kılınan namaz kalbi bu mertebelere ulaştırır. Bu vasıflara sahip kalp ile “Hakk ile” olunur. Hakkla, Hakkça kelam edilir. Hakk fiiller ile zuhura çıkar. Bu hale erişen kişi “abduhu” olur. Bu kamil insanlara hastır. Mevlana Hazretleri (ks) bu gerçeği belirtmek için; “Kamilin ibadeti nazarında hazır olan Hakkadır; noksan kişinin ibadeti nazarında gaib olan Hakkadır” buyurmuştur. Kamilin ibadeti tüm taayyün ve tecelli mertebelerini, tüm zuhurları kapsar ve hepsine sirayet eder.
Kamil kişi kendi hakikatini tüm mertebelerde idrak ettiğinden Vitriyeti Zattan hissesini alır. Alemlerin hakikatini idrak ile de Ferdiyeti Zattan hissesini alır. Bu hakikatleri varlığında cem ederek “Vitriyet” ve “Ferdiyet” ile namaz kılar. Böyle bir kişi tek başına namaz kılsada cemaatle namaz kılmış hükmündedir. Bu yakîn idrak ile kılınan namazda gönül kabe olur, alemlerde cemaat. Yunus Emre şu şiirinde bu gerçeği ifade etmiştir:
Allah’ın Zatının imam olduğunu, gönülün cemaat haline geldiğini vurgulamıştır. Gönül kabesini ziyaret eden ilahi isimlerin ve sıfatların hakikatleriyle cemaat olduğunu vurgulamıştır. “Kıblemiz dost yüzü” diyerek bu ilahi isim ve sıfatların her zaman her yerde zuhurda olduğunu ve “Nerede dönerseniz Allah’ın vechi (Yüzü-Zatı) oradadır” (Bakara/115) ayetini açıklamıştır. Her gördüğünde zatıyla, isim ve sıfatlarıyla Hakkla olduğunu vurgulayarak bunun “daim salat”, “daim namaz” hükmünde olduğunu ifade ederek çok büyük bir irfanı açıklamıştır.
“Allah sizin dış görüşünüze bakmaz, kalbinize ve amellerinize bakar” hadisi kalpteki miraç mertebelerini bir yönüyle ifade etmektedir. Kalpte dürülü nefsi natıkanın hangi mertebeden açığa çıktığıyla ilgilenilmektedir.
Kişi namazda ve namaz dışında Hakkla olduğunun bilinciyle Kur’an ve Sünnet üzere amellerini gerçekleştiriyorsa ve isimlerin hakkını veriyorsa “daim namaz” dadır (salatün daimün). Böyle bir namazda “Selam” ismiyle her an namazını korur. Hakk’la daim ilişki ile namazını korur, bu ise “korunmuş namaz” hükmünü taşır. Kişi “Nerede olursanız O sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetinin hükmünü idrak etmiştir.
Namazdaki kişi Kur’an okurken tüm taayyün ve tecelli mertebeleri ile irtibat ve münasebet içindedir. Kur’an’ın her harfi (örneğin mim) şehadet alemini aşarak misal alemine ulaşır. Her kelimesi ile melekut alemine yol alınır. Her ayet ise ceberut alemi menzilindedir. Okuduğu her sure ile lahut (zat) alemine ulaşır. Bu nedenle Kur’an okuyan kişi her mertebede Hakkladır. Allah kudsi hadisinde şöyle buyurur:
“O mümin ki insanlar arasına girer ve onların eziyetlerine sabreder; bu o, müminden hayırlıdır ki, insanlar arasına giremez ve eziyetlerine sabredemez”
Kamil insan namazdan sonra, halkın arasına karışarak Hakk’la halkın arasında yaşaması “daim namaz” hükmü altına girmektedir. Hakk’la olan ise halktan zuhura gelen eziyetlere katlanabilir. Bu halkta Hakkı görme mertebesidir. Her zuhura Kur’an ve Sünnet ile muamele ederek, halka Hakkın hakkını vermesidir. Kamil olmayan insan ise bu manaya ulaşamadığından halktan gelene sabredemez. Zuhurlara Hakkça muamele edemez.
Peygamber Efendimiz (sav): “Benim mucizem Kur’an’dır” buyurmuşlardır. Fatiha Kur’anın özeti olduğu üzere her ayet ve surede Allah’ı insanı, dolayısı ile alemleri bir yönüyle izah etmektedir. Kişi okuduğu ayet ve surelerle nefsinde bu ayet ve sureleri talim etmektedir. Alemler fiili Kur’an, temsili Kur’an, tafsili kur’an olduğundan kişi nefsinde Allah’ı, insanı, alemleri okudukları ile okuduğu ve idrak ettiği yönleriyle kavramaya çalışmaktadır. Zammı sure ile Fatiha’nın özellikleri ayrıntılanmakta ve okunulanlar yönüyle ve kişinin nefs mertebesi ve idrak düzeyiyle ilgili olarak, kişiye Hakk ve alemler açısından yeni bilgiler sunmaktadır. Örneğin kişi İhlas suresini okuduğunda Allah’ın Zatı ve Zati sıfatlarını kavradığı gibi, Allah’ın kendindeki ve alemlerdeki tecellilerini, insan ile ilişkili durumlarını, farklılıklarını kavrama yoluna girmektedir.
Zammı sure okunmasıyla, okuyan kişi, okuduğu yönüyle adeta Hakk ve alemler ile irtibata geçmektedir. “Ne var alemde, o var Ademde; Ne var Ademde, o var alemde” hükmüyle hem kendi nefsi natıkasına, hemde alemleri oluşturan nefs-i külliye adeta hizmet etmekte, onlara zuhur ediliş nedenleri, Allah’ı hatırlatmakta, adeta manevi zekatını alemlere vermektedir. Bu nedenle namaz ve zekat bir çok ayette yan yana zikredilmektedir. Allah’ın Rububiyetini idrak etmektedir. Okuduğu zammı sure ve ayetler ile Hakkın kelamını alemlere duyurmakta, hem kendi nefsine, hemde alemlere Hakk’ın tüm bilgilerini sunmakta, adeta onları okudukları yönüyle harekete geçirmektedir. Zaten fiili Kur’an olan alemlerden de, kendisine bilgi akışının imkanını da sağlamaktadır.
Miraç olan namazıyla, Hakkla irtibat kurduğu mertebenin altındaki tüm nefisler ile irtibat imkanı sağlamakta, böylece Hakkın kelamı o mertebelere de adeta talim edilmektedir. Kendi nefsinde oluşan, oluşacak olan bilgilerin temelide atılmış olmaktadır. Namaz sırasında talim edilen bu bilgiler, namaz dışında da kişiye bilgi ve uygulama sahasını sunmaktadır. Namazda elde edilen bilgiler, pratiğe çevrilmektedir. Özellikle namaz esnasında Hakkla irtibatta olan namazdaki birey, namazdan çıkıp halkın arasına karıştığında Hakk’la olan irtibatını unutmayacaktır. Halkla olan münasebetlerini Hakk ve Hakkın koyduğu kurallar ile sürdürecektir. Bu surette namazda özellikle Hakk’ta halkı seyrederken, namaz dışında halkta Hakkı seyredecektir. Böylece halkın Hakkın isim ve sıfatlarını yönüyle zuhurları olduğunu idrak edecek bu suretle kesrette vahdeti ve vahdette kesreti yaşamına sokması kolaylaşacaktır.
“O’nun ahlakı Kur’an idi” diyen Hz. Aişe (ra) namazdaki kişinin namazda okuduğu Kur’anın ahlakına bürüneceğini ifade eder. Namazda aldığı bilgi ve Kur’an ahlakı ile namaz dışındaki zamanlarınıda bu Kur’ani ahlakla, Peygamber ahlakı ile geçirmeye çalışacaktır ve ahlaki açıdan Kur’an ve Peygamber Efendimiz, kişiye ahlaki yönden ayna olacaktır. Kişinin nefsi, Kur’an ahlakı ile donanacak ve nefs mertebelerini daha kolay aşıp, kamil ve saf nefse ulaşması daha kolay olacaktır. Bu yönüyle namaz en güçlü nefs mücahedesi, terbiyesi ve tezkiyesi yoludur.
Kişi Kur’andan okuduğu bölümleri arttırdıkça, nefsine talim ettiği bilgi ve ahlakta o kadar artacak ve bilgilerde o kadar artacaktır. Kişinin bilgi düzeyi arttıkça, nefs tezkiyesi arttıkça, Kur’anda kendini o kişiye açacak, kendindeki bilgileri namazdaki kişiye sunacaktır. Hz. Resulullah (sav) “Kur’an’ın zahiri, batını, haddi ve matlaı vardır. 7 batını hatta 70 batını vardır” buyurarak kişinin Kur’andan alacağı bilgilerin eksilmeyeceği, Kur’anın kişiye kendini devamlı açacağını bildirmiştir.
Nefs tezkiyesi arttıkça, kalpte miraç mertebeleri ilerledikçe Kur’anda namazdaki kişiye kendini o düzeylerde açacak, kişinin öğrenip, yaşamına adapte edeceği bilgilerde artacaktır.
Kur’anı İlmi Zatı temsil ettiğinden ve Zatın İlmi sonsuz olduğundan kişiye Kur’anın sunduğu ilimlerde sonsuz olacaktır. Allah’ın İlmi Zatını temsil eden ve cemi esma ve sıfatı cami Zat olarak tarif edilen Kur’an kişiye önce kendi nefsini ve oradan Rabbını tanıtacaktır. “Nefsini bilen Rabbını bilir” hadisi gereğince namazda Hakkın kelamı olan Kur’anı okuyan kişi bu kanalla Hakkı bilme, tanıma ve O’na uyma yolunada girmiş olacaktır. Nefsinde arttırdığı Kur’ani bilgiler ve ahlak oranında yaşamıda Allah’ın istediği ve görmek istediği bir forma dönüşecektir. Kişinin yaşamı adeta edindiği bilgi ve uygulama düzeyinde Kur’ani bir yaşama dönüşecektir. Peygamber Efendimizin ahlakı Kur’anda övülmüş olup, peygamber efendimizde “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyerek gerçek amacın Kur’an ahlakı olduğunu vurgulamıştır. “Gözümün nuru namaz” diyerek bu ahlakı elde etmenin en önemli ibadeti namaz olduğunu vurgulamıştır. “Namaz nurdur” ve “Namaz dinin direğidir” hadisleri ilede bu bilgileri adeta perçinlemiştir.
Namazdaki kişi, okuduğu ayetler ve sureler ile nefsini Kur’ana ayna olarak tutmakta, Hakk ve kelamı yoluyla nefsini tezkiye etmektedir. Nefsi natıkası mertebesine göre, namazda bazı özellikler, huyları ve karakterleri ona gösterecek, Allah’da ilham yoluyla nefsindeki özellikleri ve sıfatları kendisine bildirecektir. Namazdaki kişi nefsini bu yolla da tanımış olacak, Rab ismi ile nefsindeki tecelli ile kendisini yönettiğini ve nefsinin kemale erme yolundaki kolaylıkları ve engelleri o kişiye ilham ettiğini anlayacaktır. Kişi nefsinde edindiği bu bilgilerle, hem nefsini hem de nefsindeki Rab tecellisini hissedecektir. Bu yolla Rabbı olan Allah’a adım adım yaklaşacaktır. Doğaldır ki her nefs mertebesindeki tecelli farklı farklı, o nefsin özellikleri ve vasıflarına göre olacaktır. Bu nedenle tasavvufta tevhid ve nefsi irfan yoluna girerek, nefsi natıkanın aslı olan Allah’ın Zati Nuruna ve Kur’an sırrına doğru yol almalıyız. Bu şekilde nefsi irfan yolu ile nefs hakkındaki bilgilerimiz artacak, nefsin aslına arız olan kötü ahlaki vasıflardan kurtulmak için gayret yoluna girmiş olacağız. “İlim kadın erkek her müslümana farzdır” hadisine göre hem nefsimiz, hemde Rabbımızın Kur’ani bilgilerini öğrenmek ve hayatımıza uygulamak yoluyla Allah’a yakınlaşmış oluruz. Her öğrenip hem uygulanıp, hayatımıza soktuğumuz hem zahiri, hemde batıni bilgi, bizlere yarar sağlayıp, yeni ilimlerin ve bilgilerinde temelini oluşturacaktır. Kişi nefsindeki Allah’ın ilahi isim ve sıfat tecellilerini ve bunların fiiller ile olan ilişkisini irdeleyecek, bu yolla Rabbını bilmesi kolaylaşacaktır. Namaz da okunan ayetler ve zammı sureler bu konuya aracılık etmiş olacaklardır. Surelerin ve ayetlerin nurlarıyla nefsi arınarak aslına doğru yol alınmış olunacaktır. “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” hadisi şerifince kişi, hayatı boyunca Kur’an ve Sünneti Muhammediyi yaşamına adapte etmek suretiyle devamlı bir terakki ve ilerleme içinde olacaktır. Bu yol ilede Allah’la ve alemlerle olan ilişkileri çok önemli bir boyuta dönecektir. Bu suretle namazdaki kişi Hz. Adem (as) gibi arza halife olacaktır. Kendi nefsinin hakimi olacak, Rabbını, Allah’ını daha yakından tanıyacak, O’na olan ibadetleri yeni bir boyut kazanacaktır. Halife olan insan, Allah’ın Zat, sıfat, isim ve fiil tecellilerini en iyi yansıtan, Kur’ani özellikleri hayatına sokan bir ayna mesabesinde olacaktır.
Kur’anın sureleri, onun menzilleri demektir. Her surenin bir takım ayetleri olduğu gibi, herkese ait bir menzilin Allah katında bir takım delaletleri vardır. Fatiha Suresi, kulu ve Rabbi bir arada topladığı için toplayıcı Kur’andır. Diğer surelere ise namazda sadece kulun okuyacağı kısımlarla Rabden farklılaşmasını sağlayan bir ayrıcı Furkan’dır. Kur’andan okunan bu sure, kulun Allah katındaki menzilini belirlemede anahtar rolü oynar. Sünnet olan sureyi tamamlamaktır. Hadiste şöyle buyrulur; “Kıyamet günü Kur’an okuyan kimseye şöyle denilir: “Oku ve yüksel. Varacağın yer, okuyacağın son ayetin katında bulunmaktadır” Bu nedenle ve idrakle Kur’anla olmak gerekir. Allah Hz. Peygambere bu açıdan “De ki: Rabbim ilmimi arttır” (Taha/114) diye emretmiştir. Kur’andan okunan surelerle ve ilmiyle nefsimizdeki ilmi arttırmamız ve menzilimizi yükseltmemiz murad edilmiştir. Bu açıdan kul, Allah’ı hakkel yakin bildiğinde (tahakkuk) gören ve görülen Allah olur: Müşahede eden ve edilen O’dur. Allah’ın nuruyla Allah müşahe edilmiş olur. Bu makamda Hz. Ali (kv) “Görmediğim Allah’a ibadet etmem” buyurmuştur. Kulun varlığı bu durumda silinir, geride Rab kalır. Kul Hakkın tecellisiyle fani ve baki olur.
Kur’an okumak, batında nefsi natıkasına emanet edilen Kur’anı zuhura çıkarmaktır. Bismillahirrahmanirrahim ile Be’nin altındaki nokta, künhü zatını la taayyün aleminin sırrını temsil etmektedir. Böyle bir bilinçle okumak ile Allah’ın tüm taayyün ve tecelli mertebelerini nasıl zuhura çıkardığını aynı zamanda yaşamaktır. “Be” ile Allah ismi ile irtibat sağlanır. Yani Uluhiyeti Zatla, tüm ilahi isim ve sıfatlarla Allah Zati ismi ile künhü Zat arasında irtibat sağlanır. Bu ise uluhiyet ile irtibatın sağlanmasıdır. Kişi Rahman ismi ilahi isim ve sıfatların gerçek, hakiki hüviyetleri ile zuhura çıkmasını sağlayacaktır.
Rahim ismi ise gerçek hüviyetleri ile zuhura çıkan ilahi isim ve sıfatları, hakiki hüviyetleri itibariyle fiile döndüren mertebedir. Böylece “Bismillahirrahmanirrahim” diyen kişi adeta kendini ve kendindeki alemleri gerçek, hakiki hüviyetleri ile harekete geçirecektir.
Bu nedenle Muhyiddin-i Arabi “Kur’an okuyan kimse Allah (cc)’ın tercümanıdır” buyurmuştur. Kur’an okuyan kimse hem nefsi natıkasına, hem de alemlere Allah kelamından O’nu tercüme etmektedir. İzah etmektedir. Faaliyete geçirmektedir.
Mevlana Hz. de “Manalar kelime libaslarına, harf elbiselerine bürünerek ortaya çıkar” buyurarak Kur’andaki manaların Hakk lisanı ile manalarının nefsi natıkaya, alemlere talim edildiğini ifade etmektedir. Kudsi Hadiste buyurulduğu gibi; “Beni zikredenle Ben beraberim” denilerek namazda ve Kur’an okunurken Hakkla beraber, Hakkla okunduğu bildirilmektedir. Namazda bu irtibatı sağlayan ise “billahi” kelimesidir. Allah’la olunan manalar, Arapça lisanından okunsa da manalar kişide kendi lisanından ilham olarak kendisine mertebesine göre bildirilecektir. Bu Allah’ın kuralı ve lütfudur.
Bu şekilde Kur’anı kıraat eden bir kişide üç marifet hasıl olacaktır.
Kur’anı Zat kaynaklı olduğundan, kelamı ile kıraat edilenleri batından zahire çıkarır. kişinin okuduğu mertebe itibariyle batınındakini açığa çıkarmasıdır. Namaz Hakkla (billahi), Hakkı, Hakkça zuhura çıkardığından yaşamın en üst derecesidir. Be nedenle Şemsi Tebrizi hakiki namazı şöyle tanımlamıştır: “Namaz bir andır, bütün anları içine alan bir andır”. Böyle bir namaz ancak künhüzatının tam idrak edilemeyeceği idrakiyle, besmelenin (noktası) olarak kılınan bir namaz olmalıdır ki, tüm taayyün, tecelli ve zamanları “AN” a sığdırsın. Bu namaz ise insan-ı kamilin kıldığı namazdır. İkra (oku) emrinin zuhura çıkarılmasıdır. Nefsi natıkasında batında dürülü Kur’anın açığa çıkarılmasıdır.
Kur’anı Kerimi okuma kuralları şöyle belirtilmiştir:
“lâ yemessehu illel mutahharın” (Vakia/79) (Ona tamamen temiz olanlardan başkası el süremez)
Abdest ve namaz bölümünde bahsedildi. “Feiza karatel Kur’ane festeiz billahi mineşşeytanirracim” (Nahl/98) (Şimdi Kur’an okuyacağın zaman o kovulmuş şeytandan (Allah’la) Allah’a sığın).
Euzu bölümünde bahsedildi: “Kur’anı güzelce tane tane bir ölçü üzere oku” (Müzemmil/4)
Kur’an manaları anlayarak okumak, her mertebedeki manalarını idrak ederek okumaktır.
Kur’anın her ayetinin zahiri, batını, haddi ve matlaı vardır. Zahiri, dış, zahir anlamı, batını iç içe sonsuz manalarını, haddi her ayetin sınırlarını, matlaı ayetin köken aldığı mertebesini kaynağını göstermektedir. Batını anlamlarında, zahiri anlamlarında sırları ve zaman ve mertebeye göre anlamları vardır. İhlasla Kur’anı okuyan her kişide Allah manalarını kişinin bulunduğu nefs mertebesi ve tevhid anlayışına göre açar. Bu açış namaz sırasında olabileceği gibi, namaz dışında ayetlerin manalarını tefekkür ederkende olur. Namazda okunan ayetlerin bu suretle açılmasına vesile olur. Bu nedenle hadisi şerifte “tefekkür gibi ibadet yoktur” buyurulmuştur. Ayrıca Kur’an zahir olarak şehadet aleminde Arapçadır. Ancak üst mertebelerde esma mertebesinde Rabça, sıfat mertebesinde Hakkça, uluhiyeti zat mertebesinde Allah’ça, Mutlak Zat mertebesinde Zatçadır. Şehadet aleminde Arapça aslından okunarak, daha üst mertebelere ulaşmak mümkündür. İhlasla okunan Kur’an, irfan yolu ile bu mertebelerin idraki ile, Allah bu manaları kişiye kendi dilinden ilham yolu ile bildirecektir. Bu da Kur’anın yüzünü, aslını, hakikatini ihlaslı kullara açmasıdır.
Kişiye bulunduğu nefs mertebesinde ve tevhid anlayışına göre, gerekli ilimleri ilham yoluyla bildirecektir. “Bildiği ile amel edene Allah bilmediklerini de öğretir” hadisinin hükmü içerisine girer. Yeter ki ihlaslı amel edilsin, ihlasla namaz kılınsın, Allah’la irtibat sağlanabilsin. “Beni zikredin, bende sizi zikredeyim” (Bakara/152)
Kur’an okuyan kişinin söylediği söz vardır. Her söze yüklü mana, söz ve manaya eklenen ruh ve nur mevcuttur. Bu dört husus bireydeki nefesi rahmanı zuhura çıkarmak için gereklidir. “Ben ademe ruhumdan nefh ettim” (Sad/72) buyurarak ruhundan, nefsi natıkada aslı nur olduğundan kendi hakikatini idrak eden bir kişiden çıkan kelam bu dört hususu birden taşır. Yani Kur’an okuyan veya sohbet eden arif, söylediği kelama, manaları ruhu ve nuru yükleyerek karşıdaki kişiye hitap eder. Ancak böyle bir kelam, karşıdaki kişiye hayat ve nur bahşeder, kelamdaki manaların açılımını sağlar. Namazda bu husus çok özeldir. Bu özelliklerin eğitimi namaz sayesinde olur. “Billahi” ile Allah’la, Allah kelamına, kelamın ruhu ve nuru eklenerek mertebeler aşılarak miraç gerçekleşebilir. Arif kişi “daim namaz” içinde, daim Hakkla olduğundan, arif kişinin her kelamı bu özellikleri taşır. Bu nedenle Hz. Mevlana; “Arif bir kişi ile bir saat sohbet, yüz senelik nafile ibadetten hayırlıdır” buyurmuştur. Ancak böyle bir kelam kişiyi irfan yolunda ötelere götürür. Yüz yıllık yolu bir saatte aldırmış olur. Arif kişinin okuduğu Kur’anda bu vasıfları taşıdığından, bu özelliklerle arif kişi, Kur’an ile alemlere ruh ve nur yaymış olur. Böyle bir meclis, Hakkın zikredildiği meclis olur ki Peygamber Efendimiz bu meclisleri övmüş şu hadisi söylemiştir: “Cennet bahçelerine uğrayınız. Meyvelerinden yiyiniz”
Hak sohbeti yapan arifin meclisi cennetten bir örnektir. Alemler, tafsili Kur’an, temsili Kur’an fiili Kur’an olduğundan, Kur’anı bu mana, ruh ve nurla okuyan arif kişi; Kur’anla, alemleri adeta hareke geçirmektedir. Hakkın alemleri halk ettiği şekliyle onu idrak etmektedir. Alemlerle ve kendinle kesin bir irtibat sağlamaktadır. Bu irtibatın sağlanması ile “billahi” ve “besmele” hükmüde zuhura çıkmaktadır. Allah ile, Allah adına, Allah için batındaki Kur’an hakikatleri zuhura çıkarılmış olmakta ve bu hakikatler zahirde ve batında müşahede edilmektedir. Buda kelime-i şehadetin temelini oluşturmaktadır. Kur’an okunurken, ayet ve surelerin temsil ettiği vahdeti ve kesreti idrak edecek, vahdetin ve kesretin Uluhiyeti Zatın farklı açılardan zuhurlar olduğunu idrak edecektir. Bu suretle Hakk’la halkta yaşamanında eğitiminin temelleri her namazla atılmış, bina yapılmaya başlanmış olacaktır. Halkın içine dönüldüğünde bu eğitim ile halkın arasındaki yaşamda kolaylaşacaktır. Zira, “Nerede olursanız O (İlahi hüviyetiyle) sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetinin hükümleri namazda açığa çıkmıştır. Allah halk içinde de kişiyle olduğundan, kişi halkla irtibatında Hakkı, Hakkça uyguladığında namazda gibidir. Hakla olduğu ve Allah için amel işlediği oranda “daim namaz” eğitiminide yapmış olacaktır.
Namazdaki kişi Kur’an okuduğunda alemler oluşana kadar açığa çıkan taayyün mertebelerinide kat etmektedir. Taayyün mertebelerine tasavvufta nikah mertebeleri adıda verilmektedir. Bunu belirten hadisinde Hz. Resul (sav):
“Peygamber (sav) ashabından birine sordu?
- Evlendin mi?
- Hayır, vallahi evlenecek bir şeyim yok ki…
- Yanında “Kulhuvallahu ahad” damı yok?
- Var.
- İşte al sana Kur’anın üçte biri! İzacae’ yi biliyormusun?
- Evet
- İşte Kur’anın dörtte biri! “Kul ya eyyühel kafirune” yi biliyormusun?
- Evet
- İşte sana Kur’anın dörtte biri “İza zülzilet” Biliyormusun?
- Evet
- İşte “Evlen evlen” buyurdu.
Kur’anı okuyan kişi Allah ile ilişki içinde olduğundan “nikah” olarak adlandırılmıştır. Arifibillah Hacı Bekir Sıdkı Visali Hz. (ra) Kur’anın sırrını açıklayarak, Kur’anın bir harfinin (mesela Kaf) nurunun şehadet alemini aşarak “misal alemi”ne ulaştığını; bir kelimesinin nurunun “melekut alemine” ulaştığını; bir ayetinin nurunun ceberut alemini kapladığını bir surenin nuruyla lahut (Zat) alemine dahil olduğunu vurgulamıştır. İşte Kur’an okuyan kişi kendi nefsinde ve alemlerdeki her nefiste tüm taayyün ve tecelli mertebelerinde Hakk’la olmakta ve nefesi rahman vasıtasıyla ilişki içindedir. Bu ilişki Allah’ın Zatı, sıfatları ve esmalarıyla ilişkidir. Bu ilişki ile Allah bu yönleriylede Kur’an aracılığıyla tevhid edilmiş olmaktadır. Allah kudsi hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Salacağınız bir ip sizi Allah’a ulaştırır”. Ayeti kerimede “Allah’ın ipine sarılınız” buyurarak Kur’anı kastederek Kur’anın okunmasının Allah’a ulaşma ve Allah’la olmanın yöntemi olarak açıklamıştır. Diğer kudsi hadisinde; “Ben kulumun zannına göreyim. O halde Benim için hayır zannında Benim için hayır zannında bulunsun. Ve Ben, Beni andığı zaman kulumun yanındayım” buyurmuştur.
Kur’an sırf hayırdır ve Allah’ın kelamıdır ve kişi nefsindeki zanlardan Kur’an’la uzaklaşmış olarak Allah’ladır. Allah’ı anmakta ve Allah’la beraberdir. Bu nedenle namaz sırf hayır ve sırf rahmettir. Başka bir kudsi hadiste ise şöyle buyurmuştur: “Bir kimse Beni kendi kendine anarsa, Bende onu Zatımda anarım… Yine bir kimse Beni cemaat içinde anarsa, Bende onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde anarım”
Kişi namazda içinden-gizli olarak Hakkı zikrettiğinde Allah’ta onu Zatında anmaktadır. Her ne kadar melekler cemaat isede, meleğin insanın batınını bilme kudretleri yoktur. Bu nedenle Kur’anı nefsinde okuyan kişi Allah’ın Zati Nefsine, yani Zatına, ilmine dahil olmakta, Allah’la Allah’ı anmakta, Allah’ta ona tecelli ile onu anmaktadır. Kur’anı açıktan-cehri okuduğunda melekler ve alemler okunan Kur’andan haberi olmaktadır. Bu nedenle Allah, cematinden daha hayırlı bir cemaatte anmaktadır. Yani alemlere o şahsı tanıtmakta alemlerdeki her varlıkta onu sevip anmaktadır. Kendi nefs mertebesinden alemlere rahmet olmakta, karşılığıda rahmet olmaktadır. Başka bir kudsi hadiste Allah şöyle buyurmaktadır: “Tam ihlasla “lâ ilahe illallah” şehadetini yapanlar olmasaydı cehennemi dünya ehline musallat ederdim. Eğer bana ibadet edenler olmasaydı Bana asi olanlara bir anlık dahi mühlet vermezdim”
Kamil insan ihlasla “lâ ilahe illallah” dediği için o kişinin ibadeti ve şehadeti genele yayılır. Yani tek tek herkesi kapsar. Allah’ın tevhid edilmesi diğer kişileri cehennemden yani Allah’ın Celal isimleriyle tecellisinden korur. Bu ise Mutlak Birliği bilenin alemlere rahmet olmasıdır. “Seni alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya/107) ayetinin Peygamber den varislerine yansımasıdır. Bunu açıklayan hadisinde Hz. Resul (sav); “Yeryüzünde “Allah, Allah …” diyen baki kaldıkça kıyamet kopmaz” buyurmuşlardır. Bu Mutlak tevhidi yapan Allah’ın yeryüzünde halifesi İnsan-ı Kamildir. Dünya ehlinden murad nefsi emmare ve onun hilekar ahlakıdır. Bu ise kahır ve gazap cehennemidir. İnsan-ı kamil bunlara ulaşacak bu tecellileri de engelleyerek rahmet olacaktır. Diğer ibadetleri yapanlarada kendi nefs mertebeleri düzeyinde ve oranında bu rahmete ortak olmaktadır. Namaz ise bu rahmetin en üst düzeyde açığa çıktığı Allah’ın lütfudur. Alemlere rahmet vesilesidir.
“İnneni enallahu lâ ilahe illa ene fabudni ve ekimis salat eli zikri” (Taha/14) mealen; “Muhakkak Ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Öyleyse Bana ibadet et ve Beni zikretmek için namaz kıl”
Uluhiyetini ve Rububiyetini idrak edilmesi için ibadetler araçtır. Amaç Hakka vuslattır. Miraçla tahakkuk etmektir. Namaz tüm ibadetleri içinde bulundurur. Allah isminin yani uluhiyetin içinde olduğunu idrak vesilesidir. Uluhiyetin tasarrufu altında olmaktır. Namazda O’nu zikreden O’nunladır. O’da o kişiyi zikreder. Namazdaki kişi Uluhiyetin içine girmekte ve Allah’ın nefsimizdeki vasıfları bildiğini ve bu malum bilgiye göre ona rahmetle muamele edeceğine inanmaktadır. Allah’ın rahmeti ise her şeyi ve kişinin nefsindeki kötülükleride içine alır. Onları ya örter, ya affeder, yada dilerse kötülüklerini iyiliklere çevirir. Yani nefsi tezkiye eder. “Bana itaat edene itaat ediciyim” buyurarak, kulun dilemesinide itaat etmesini murad etmektedir. “Allah onların kötülüklerini iyiliğe dönüştürür” (Neml/70) ayetinin hükmü altına girer. “Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri sever” (Bakara/222) ayeti hükmünce namazda Hakk tarafından sevilen kul vasfını kazanır. Namaz ve diğer ibadetleri ile Hakk’la beraber olan kişiyi Kendine seçer.
“Ben seni Zati Nefsim için seçtim” (Taha/41) hükmüyle adım adım seçilenlerden olup Rabbının özel terbiyesi dairesinde yerini alır.
Namazdaki kişi seçilmişlerden olduğunda özel olarak Hakk’ladır. O’nunla görür, işitir, söyler. Her fiili O’nunladır. Nitekim ayeti kerimede; “Muhakkak ki Ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm” (Taha/46) buyurulmuştur. Kul bu mertebeyi farz ve nafile ibadetlere sabırla devam ederek kazanır. “Ben, Beni zikredenlerle beraberim” buyuran Allah Teala bu beraberliğin namaz boyunca hatta namaz dışında da devam ettiğini ilan etmektedir. Kul her halinde Hakkın uluhiyeti altındadır. Her halinde Hakkı zikrettiğinde ve hatırladığında da O’nunla olur. Şu ayeti kerimeler bu gerçeği anlatmaktadır:
“Sizin ilahınız sadece Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. İlmi ile her şeyi kapsamıştır. (Taha/98)
“Nerede olursanız O sizinle beraberdir” (Hadid/4)
“Sana katımızdan zikri (Kur’anı) verdik” (Taha/99)
Buyurarak uluhiyetini Kur’an ile açığa çıkardığını açıklamıştır. Bu gerçek “Muhammeden Resulullah” hakikatidir. Namazda Kur’an ile Allah’la olan insan zikrettiğinde tevhide ulaşır. Zikir, zakir, mezkur BİR olur. “Muhammed” “Kur’an” “Allah” bütünleşmiş, bir olmuştur. Yani namaz “lâ ilahe illallah Muhammeden Resulullah” tevhidinin yaşandığı tevhid eylemidir. Kişinin nefsinde dürülü ve örtülü olan Kur’anı zuhura çıkarma eylemidir. Bu nefsi natıkasını “Kur’an-ı Natık” haline dönüştürmesinin en etkili yöntemidir.
“Kim Kur’an’dan yüz çevirirse, o zaman muhakkak ki o, kıyamet günü ağır bir yük yüklenir” (Taha/100) buyurularak nefislerimizi bugünden uyarmaktadır.
“Mümin olarak salih amel işleyen kimseler artık zulümden (nefislerine) haksızlık yapılmasından ve (kazandıkları derecelerin) azaltılmasından korkmazlar” (Taha/112) buyurarak Kur’an ve zikir üzere olanları bugünden müjdelemektedir. Kul bu nedenle “Rabbim ilmimi arttır” (Taha/114)duasıyla Peygamberini örnek almaktadır. Namaz ve irfan yolu ile ilmini arttırma gayretinde olmalıdır. Bu suretle kişi ayetin hükmü içine girer, “Sonra Rabbi onu seçti. Böylece onun tevbesini kabul etti ve onu hidayete erdirdi” (Taha/122).
Hidayetin hakikatide alemlerde Hakk’tan başka bir şey müşahede etmemektir. Bu ise Mutlak Tevhiddir. “O’nun vechinden (zatından) başka her şey helak olacaktır” (Kasas/88) ayetinin kişiye hakikatiyle açılmasıdır. Miraçtır. Hidayetin Kur’an ve Sünnete riayetle gerçekleşeceğinin, namazın Miraç için vesile olduğunun idrakine ulaşmaktır. Fatiha ise Kur’anın ve Sünnetin anahtarıdır. Zatın gizli hazinesinin kulda açığa çıkması içinde anahtardır. Bu nedenle Kur’anın özü, sırrı ve özetidir. Bu açıdan “Fatihasız namaz olmaz” buyurulmuştur. Fatiha ile “gizli hazine” açılır, nefs Fatiha ile Kur’an ilminin tecellisi altına girer. Hidayeti talep eden kul olarak Allah’a, Allah’la, O’nun kelamıyla müracaat eder. Tecellilere Hakkıyla riayet ederek “abduhu” (Hu’nun kulu) vasfını kazanır. Bu ise Allah’ın muradıdır. Elestte verilen sözün yerine getirilmesidir. Batıni olarak ahde vefa yerine getirilmiş ve hakiki sıla-i rahim gerçekleşmiş olmaktadır. Kelime-i şehadetteki “Muhammeden abduhu ve resuluhu” hakikatine ulaşmaktır. Hakikat-i Muhammedi ahlakıyla ahlaklanıp Nuru Muhammedi’ye ulaşmaktır. Göz nurunun, Nuru Muhammedinin ve Allah’ın nurunun nefsi natıkasındaki tecelli olduğunu idrak etmesidir. Nefsi natıkasındaki bu nurun namazda gözden ve alından zuhura çıktığını fark etmektir. “Nurun ala nur” (Nur/35) hakikatiyle tanışmaktır. Namaz ve irfan yolunun hedefide miraç olan bu haldir. Peygamber Efendimiz (sav); “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku, gözümün nuru namaz” buyurmuştur. Kadın hakikatte nefsi natıkanın asli vasıflarını, hakikatini temsil eder. Nefsi natıka, özellikle namazda tezkiye olur. Namazdaki kişiden, arınan nefsinden güzel koku açığa çıkar. Bu ise “nefesi rahman” tecellisidir. Kur’an okuyorken bu nefesi rahman tecellisinde güzel koku zuhura gelir. Arınmış (tezkiye) nefsin müşahedeside “göz nuru” dur. Bu üçlü en kemalli olarak namazda açığa çıkar. Bu nedenle “gözümün nuru namaz” diye belirtilmiştir.
Kul bu nurla “Tahir” ve “mutatahhir” yani tertemiz olur. “Nefsini temizleyen felaha erer (kurtulur)” (Şems/9) ayetinin sınırları içine girer. “Benim kullarımın arasına katıl. Cennetime gir” (Fecr/29-30) ayetinin hükmüyle irfan cennetine dahil olur. Bu ise tam kurtuluştur. Kul bu mertebeye ulaştığında “Euzu bike minke” (Senden Sana sığınırım) hadisinin sırrına ulaşmış olur. Zira her müşahede ettiği Hakk ve O’nun izafetleri ve itibarları olan isim ve sıfatlarıdır. O’ndan başka bir şey müşahede etmez. Namazın müşahede oluşunun sırrı budur. Allah’ın nuruyla Allah’ı müşahede eder. Bu nedenle arifler “Allah’ı ancak Allah görür” buyurarak bu mertebenin hakikatini ifade etmişlerdir. Kul “Benimle görür, Benimle işitir, Benimle söyler, Benimle tutar, Benimle yürür” kudsi hadisinin hükümleriyle tanışır.
Allah Rahman suresinde;
“Rahman. Kur’anı talim etti. İnsanı halketti. Ona beyanı öğretti” (Rahman/1-4) ayetleriyle insanın ilmi hakikatlerine ve nefsi natıkasına Kur’an ile tecelli ettiğini ve insanı Kur’an ile kardeş olarak halk ettiğini buyurmuştur. İnsanın Kur’an ile beyan (kelam) etmesi gerektiğini açıkça ifade etmektedir. Amaç Kur’an-ı Natık olmak bu şekilde yaşamaktır. Hz. Ali (kv)’nin “Ben yaşayan Kur’anım” buyurduğu hale ulaşmaktır. Nefsini ilim ve tezkiye ile aslı olan Kur’an ile süslemektir. Namaz bu eğitimin alındığı en etkili ibadet yöntemidir.
Nefsi natıkanın aslı “nur” ve “Kur’an”dır. Kur’an Allah’ın Zatı, sıfatları ve isimlerini (Cemi esma ve sıfatı cami Zat) açıklayan, temsil eden Allah kelamı ve ilminin özüdür. Bu nedenle alemler fiili Kur’an temsili Kur’an ve tafsili Kur’an’dır. Kur’an sırf “nur” olduğundan, kişinin nefsi natıkası ve alemler nurdur. “Allah yerlerin ve göklerin nurudur” (Nur/35) ayetiyle bu hakikat açıklanır. Namazda bu nur “göz nuru” “alın nuru” olarak müşahede edilir. Ehline malumdur. Göz ve alın nuruyla, Allah’ın lütfuyla bu nur kişinin kendinle ve alemlerde müşahede edilir. Kur’an olmadan bu nura ulaşılmaz ve müşahede edilmez. “Allah dilediğini nuruna ulaştırır” (Nur/35) ayeti, “Allah ve Resüluna itaat edin” (Enfal/1) ayeti ve “Bana itaat edene itaat ediciyim” kudsi hadisi ışığında bakıldığında, Allah’ın nunura ulaşma yolu, Kur’an ve şeriat-ı ve Sünnet-i Muhammediye uymaktır. Şeriat-ı Muhammedi hükümlerine uyulmadan bu hakikatlere ulaşılmaz. “Allah Ademi Kendi suretinde yarattı” ve “Allah Ademi Rahman suretinde yarattı” kudsi hadislerinde Allah insanı Zatı, sıfatları ve isimleri üzerinde yaratmıştır. Zatı, sıfatları ve isimleri “Nur” olduğundan, kendide “nur” olup insan olduğunda “hakiki halife” özelliklerini taşır.
Peygamber Efensimiz (sav) “Ben Allah’tanım müminlerde benden” ve “Allah önce benim nurumu yarattı” buyurarak nur-u Muhammedinin Allah’tan olduğunu vurgulamıştır. Bu nurdan tüm müminlerinde hissesi vardır. O’na varis olmanın delilidir. Bu nura sahip kişinin kendi vücudunu “nur heykeli” olarak müşahede ettiği ehline malumdur. Peygamber Efendimiz sırf nur olduğundan gölgesi yoktu. “Nur heykeli” olarak müşahede bu vasfın müminlere Nuru Muhammedi’nin yansımasıdır. Kişiler bu nuru müşahede etselerde etmeselerde, bu nur kanalıyla alemlerle iletişim içindedirler. Bunu müşahede eden arifibillahlar ise bu nur vasıtasıyla feyzlerini alemlere sunarlar. Bu ise sırf rahmet üzerinedir. Böyle arifler şöyle ifade edilmiştir.
Korkma de ona Kur’anı Natık
Gönül Kabesine gir ol mutabık.
Misali kevkeb kevkebdürri ey hafız lisanı Muhammed tebliği
Sıdkı bu tefekkürle oku bu Kur'an-ı
Ahfandadır eşcarı
Hafandadır süveri
Sırrındadır ayeti
Ruhundadır kelimatı
Kalbindedir hurufu
Hem lisanda gölgesi
Hafızların zihninde, samilerin üznünde (kulağında)
Hem elfazı Mushafta ol Kur'anın gölgesi
Oku hafız Kur'an-ı gece gündüz hem kavli
Zahir olur Kur'an'dan o nurların esrarı
önceki sayfa sonraki sayfa
içindekiler