NAMAZ HALK EDİLİŞ VE TAAYYÜN (TECELLİ) MERTEBELERİ
Allah Teala Kudsi Hadisinde şöyle buyuruyor:
“Ben gizli hazineydim. Bilinmekliliğimi sevdim. Halkı zuhura getirdim (yarattım). Ta ki Beni bilsinler.”
Allah Zatı itibariyle gizli bir hazinedir. Ahadiyeti Zat mertebesinde henüz ne isimlerin ne sıfatların, nede şekillerin herhangi bir zuhuru yoktur. Zatı ahadiyetinde (birliğinde) gizli bir hazine hükmündedir. İşte Mutlak Tenzihin gerçek manada yapıldığı bu mertebedir. Bu mertebe Allah’ın isim ve sıfatlarının zuhuru olmadığından faaliyette yoktur. Allah, Zatındaki sevgi ve muhabbet teveccühü ile bilinmekliliğini arzu etti. Bu mertebe sevgi, muhabbet ve aşkın zuhura çıktığı mertebedir. İlk zuhura çıkan şey ilahi muhabbettir. Bu ise Rahman tecellisidir. Bu tecellinin ilk zuhuruda Hakikat-i Muhammedi’dir. Bu nedenle habibullahtır. Ondan sonra halkı yani alemleri bu muhabbet ile zuhura getirmiştir. Muhabbetin kaynağı Allah, muhabbetin yansıdığı yer Hakikati Muhammedi ve hakikati Muhammedi’den yaratılan (halk edilen) alemlerdir. Bu nedenle nefesi rahman tecellisi alemleri içten ve dıştan, hiçbir zerreyi dışarıda bırakmadan sarmaktadır. Bu nedenle Allah, Hz. Resulün bu hakikatine yönelik olarak “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” hitabını yapmıştır. Alemler bu muhabbetle Hakikati Muhammediyi yansıtan ayna olmuştur. Aynanın sırrı ve cilası insan-ı kamil Hz. Muhammed’dir. O asaleten, varisleri vekaleten bu sırrı taşır.
Feyzin ve muhabbetin ana kaynağı hakikati Muhammedidir. Allah halk ettiği bu zuhurları ile teşbih mertebesinde isim ve sıfatları ile tanınır. Zatı mahiyetinin bilinemeyişi yönüyle tenzih edilir. İnsanda hem isim ve sıfatları hemde sırrındaki Zati tecelli ile tanınır, idrak edilmeye çalışılır.
Allah’In alemleri halk edilişinde şu üç unsur rol oynar:
Zatı, Zatının iradesi ve Zatının kelamı.
Allah Zatı itibariyle tek olup bu üç vasfıyla Ferdiyet özelliğine bürünür. Hz. Resul “Ferd” ismiyle bu üç özelliği bünyesinde taşır. Bu üçlü Ferdiyeti Zat makamını temsil etmektedir. Allah gizli bir hazine iken, Zatından Zatına bir tecelli ile İlmi Zat mertebesini oluşturmaktadır. Zatından olan bu tecelli ile gizli hazinesindeki tüm varlıkları ilmi hakikatler (ayan-ı sabite) olarak meydana getirmiştir. İlmi Zatta birbirinden ayrışan ilmi hakikatler Ferdiyeti Zat mertebesini oluşturmuştur. İlmi Zatında, Zatıyla onları farklılaştırmıştır. Her mevcudun ilmi hakikati (ayan-ı sabite) onun istidadını oluşturur. Bu “ilmi hakikatlere Zati kelamı olan Kur’an ile tecelli ederek, onların hakikatlerini Kur’an kılmıştır. Sonra onlara “Ben sizin Rabbınız değilmiyim?” sorusunu yöneltmiş; onlarda isdatları ile “Evet Rabbımızsın” cevabını vermişlerdir. Tüm nefsler bu hadiseye şahit tutularak mertebe mertebe şehadet alemine inmişlerdir. Şehadet aleminde görülen “ilmi hakikatlerin” sureti ve eserleridir.
Zatında olan bu ilmi hakikatlere, Zatın iradesiyle Zatın kelamı olan “KÜN-OL” sözü ile Kur’an talim ettirilmiştir. “Kün” sözü ile “ilmi hakikatler” istidatlarına göre farklılaşmış ve Zati ilimde sabit hakikatler olarak yerini almıştır. “Kün” sözü Zatından Zatına olan Zati kelamdır. Allah’ın Zatı, iradesi ve kelamı birleşerek bu hakikatleri zuhura getirmiştir. Kur’an “cemi esma ve sıfatı cami Zat”ı, temsil ettiğinden, ilmi hakikatlerin aslıda Allah’ın isim ve sıfatlarından oluşmuştur. İlmi Zattaki bu hakikatler, şehadet aleminde suretler ve isimlerin eserleri ile anlaşılır. Kudsi hadiste “Halk zulmette idi. Allah onların üzerine nurundan serpti ve zuhura çıkardı” buyurulmuştur. Bu tecelli “genel vücud nuru tecellisi” olup nefesi Rahman olarak adlandırılmıştır. Nefesi rahman, nur tecellisi alemlere sirayet etmiştir. Nefesi rahmanın nur tecellisinin kalpteki nokta-i süveydadan “siyah zemine doğan nur” tecellisi olarak müşahede edildiğini ehline malumdur. Allah nur tecellisi olan nefesi rahman tecellisi ile, varlıkları gizli hazineden, izafi yokluktan varlığa çıkarmıştır. İşte insanada bu nurun temsili olarak ve Kur’anın sırrı dürülü nefsi natıkası Nur olarak bu nur ve sır ile şehadet alemine indirilmiştir. Bu iniş sırasında geçtiği mertebelerden ve her mertebede değişik ahlaklarla vasıflandığından nefsi natıka örtülmüş ve hakikati sırlanmıştır. Namaz ve irfan yolu ile nefs tezkiye edilerek “uruç” (yükselme) yolu ile kişi aslına ulaşmaya çalışır. Hedef nefsini asli haline getirmek ve onu sahibine teslim etmektir. şehadet aleminde örtülmüş hakikatine ulaşması için namaz ve irfan yolu en etkili yöntemlerdir. Elestte Rabbına verdiği sözü yerine getirmektir. “İşittik ve itaat ettik” ayetini müşahedeli olarak yaşamaktır. Namazda nefsi natıkasını Kur’an ile süsleyen kişi nefsini terbiye ve tezkiye etmektedir. Besmele nefsi natıkada dürülü olan zati, sıfati ve esmai hakikatleri Allah ismiyle zuhura çıkarmaktır. Nefsi hakikatinin Allah’a ait olduğu bilinciyle, kulluk mertebesinden Allah ile, Allah adına fiile başlamaktır. Bu nedenle Fatiha sırrı ve ilmi ile hakikate ulaşmada anahtardır. İrfan yoluda bu hakikatlerin eğitiminin anılarak hakikatlerin yaşama sokulmasıdır. Kişi her halinde Hakkla olduğunun bilincinde olarak, her anını ibadet haline bu eğitimle getirebilir.
Halk ediliş ve taayyün mertebelerini idrak ile kişi hangi yönlerden Hakk’ın aynı, hangi yönüyle gayrı olduğunu anlayabilir. Bunun yoluda Kur’an ve Sünneti Muhammedi’den geçmektedir. Kişinin sırrına Kur’an yerleştirildiğinden Kur’anı ne kadar idrak edip yaşarsa Allah’ı bilmeside o kadar olacaktır.
Allah “İnsan benim sırrım, Ben insanın sırrıyım” buyurmaktadır. İnsan hakkın tüm taayyün ve tecelli mertebelerini varlığında cem edip bilebilecek yegane varlıktır. Bu hakikatler üzere halk edilmiştir.
VAHDET-İ VÜCUD MERTEBELERİ
Vücudun Türkçedeki karşılığı varlıktır. Vücud lafzı ile bir hakikat murad olunur ki O’nun varlığı KENDİ ZATINDAN ve KENDİ ZATI iledir. Baki mevcudatın varlığı O’NDAN olup O’NUNLA KAİMDİR.
Mutlak vücudun (Zati vücud) tecelli mertebeleri yedidir:
Taayyün-i sani ile Ruhlar mertebesi ve Misal mertebesi ile Şehadet alemleri bir arada değerlendirildiğinden “Beş hazret mertebesi“ (beş ilahi boyut) tenezzül mertebeleri olarak adlandırılır.
1. LA TAAYYÜN – KÜNHÜ ZAT MERTEBESİ
Buraya bilinmezlik mertebesi denilse de uygun olur. Çünkü bir şeyin bilinmesi, isim, sıfat ve fiilleri ile bilinmekle mümkündür. Bilinmeyi gerektiren bütün belirtiler, nitelikler, isimler bu mertebede mestur (örtülü) ve gizlenmiştir. Bütün görülen, görülmeyen, gayri alemlerin menşe-i, kökeni, kaynağı asılları bu mertebededir. Bu mertebe Hakk Teala Hazretlerinin künhü olup, O’nun fevkinde başka bir mertebe yoktur. Bu mertebenin diğer bazı isimleri şöyledir: Itlak alemi, mutlak ama, sırf vücud, mutlak vücud, sırf zat, ümmül kitab, gaybların gaybı, ahadiyetül zat, hüviyet gaybı.
Kur’an-ı Kerim’de;
“Gaybın anahtarları O’nun indindedir, onları ancak O bilir.” ( Enam/59 ) buyurulur.
Gaybın anahtarları ilahi isimler olup bu mertebede gizlenmişlerdir, henüz zuhurları yoktur.
Bu durumda, ne makam, ne mertebe, ne isim, ne resim, ne sıfat, ne de sıfatlanan vardır. Ancak bu durumun idrak edilebilmesi için tabirlere de lüzum vardır.
Zira bu mertebede zat, tam bir tenzihtedir. Henüz esma ve sıfat dairesine tenezzül etmemiştir. Bütün isimlerin ve resimlerin Zatı Hakk’ta zuhura çıkmadan izafi yoklukta olduğu makamdır.
“Muhakkak ki Allah alemlerden ganidir” (Enam / 59), “İnsan üzerinden bir zaman geçmedi mi ki, o zaman insan anılan bir şey değildi“ (İnsan/1), “Rabbine karşı hayretini derinleştir, Rabbin tenzih sahibidir” (Saffat/180) ayetleriyle buyurulan hususlar bu mertebe ile ifade edilmiştir
“Ben gizli hazineydim” kudsi hadisindeki bu ifade bu mertebeyi ifade eder. Ayrıca bu mertebede; “Allah var idi, O’nunla birlikte beraber başka bir şey yok idi” buyurulmuştur. Ancak Arifibillah katında her an öyledir. Nitekim Hz. Ali keremallahu vechehu hazretleri “Allah var idi…” hadisini duyunca; “Bu anda da o andaki gibidir“ diyerek adeta anlatılmak istenen sırrı açıklar mahiyette konuşmuş, meseleyi geçmiş zamandan çıkartarak geniş zaman içinde ifade etmiştir. Anlayamayanlara yeni bir idrak kapısı açmıştır. Yani Allah’a göre tek bir an vardır. Tüm zamanlar ve alemler zatının taayyün mertebeleri ile latif halden kesif hale geçmesinden ibarettir. İzafi tüm hal ve zamanlar bu an kavramında mahvolmuş hükmündedir. Bu mertebe latiften de latif bir mertebedir.
2. TAAYYÜN-İ EVVEL (VAHDET MERTEBESİ)
Birinci tecelli de denir. La taayyün – Künhü zat tan sonra Mutlak Vücudun, Hakkın ilk tenezzülü, ilk zuhur mertebesidir. Mertebe-i uluhiyyet, Hakikati Muhammedi isimleri de çokça kullanılmaktadır.
Bu mertebenin hakikati, ilahi sıfatlar ve ilahi isimlerin hepsinin, mücmel, öz, muhtasar ve toplu halde ve bir arada zuhur etmeleridir.
Aralarında temeyyüz, ayrılma yoktur. Bu tecellinin kaynağı Künhü Zat mertebesi olduğundan tecelliyi meydana getiren kuvvenin ismine FEYZİ AKDES denilmiştir. Zatından zatına olan bir tecellidir.
Uluhiyet, ilahi sıfat ve isimlerin var olmaları ile mümkün olur. Bu ilk zuhurda KÜN emri ile “genel vücud tecellisi” ile vaki olmuştur ki buna nefesi rahmanda denilmiştir. Allah’ın İlahi Zati Nuru ile varlıkları zuhura getirme dileğidir, iradesidir.
La Taayyün mertebesinde, örtülü ve gizlenmiş olan sıfatlar ve isimler ilk olarak örtü ve gizliliklerini çıkararak, ilim yoluyla varolmuşlar, daha belirgin ismi ile ilmi suretler olarak “ayan-ı sabiteler” halinde zuhur etmişlerdir. Zati ilminde, Zati ilmiyle zuhura gelmişlerdir. Bu mertebe latiftir. Ancak bu letafet bir sonraki Taayyüni–sani mertebesine göredir. Evvelki mertebesi olan Künhü Zat’a göre bir derece daha kesiftir. Bundan sonraki mertebelerde ruhları, melekleri ve bütün alemleri meydana getirecek olan ilahi isimler bütün muhtevası ve teferruatı ve incelikleri ile bu mertebede ilmen tespit edilmiş olduklarından bu ilmi suretlere “ayan-ı sabite” de denmiştir. Ayan’ı sabiteler yaratılan ve yaratılacak olan tüm mahlukatın Zati İlimdeki halleridir. Bu mertebeye Levh-i Mahfuz da denilmektedir.
Böylece Uluhiyet, Vahidiyet, Hakikat-i Muhammedi, Ayan-ı Sabite, Levh-i Mahfuz hakikatleri, bu mertebenin bize öğrettikleridir.
Bekir Sıtkı Visali Hazretleri bu mertebeler için şöyle buyurmuştur:
Hakikati nefsin misali – Künhü Zat La Taayyünü
Zati nefsin misali – Taayyün-i evvel misali
Cümle vücudun El Hay Bismillah’dır misali
3. TAAYÜN-İ SANİ
Hakk vücudunun ikinci mertebede zuhuru, ikinci tecelli de denir. Taayyün-i evvelde ilahi esma ve sıfatların mücmel, öz, toplu ve birarada tecelli edip, Hakkın mutlak vücudu Zati ilim mertebesinde belirlenmiştir. Taayyün-i sani Hakk’ın Zati Vücud’unu bir derece daha yoğunlaştırarak, ikinci belirlemenin zuhuru, meydana çıkışıdır. Anlatılan hususun enfüsi alem olan insanın varlığından bir örnek verecek olursak; kişinin eylem haline dönüştürmek istediği şeylerin, zihinde, akılda, gönülde hatıralar ve önbilgiler halinde zuhur etmesidir. İlmi suretler denilmesinin hakikati budur. Vücud-u Zihni de denilir.
Hakk varlığının ilk mertebede zuhuru olan taayyün-i evvel ile Hakk varlığının ikinci mertebede zuhuru olan taayyün-i sani mertebelerinin her ikisinde ilmi suretler, kalbe gelen düşüncemeler gibi olmasına rağmen, aralarındaki fark şudur. İlk belirlemede, muhtasar, toplu, öz, mücmel halde bilinirler; her birinin diğerinden ne şekilde ayrı oldukları belli değildir. İkinci mertebedeki ilmi suretler, kalpteki düşüncemelerin adedlere ve çokluğa dönüşmesi gibi çokluğa dönüşür ve bir suretin diğerinden ayrı olarak özellikleri de bilinir. Bu mertebede mevcudların, Ferdiyeti zatta ilk fark makamındaki halleridir. Eşyanın, (her mevcudun) her birinin hakikatleri, kendilerinin illeti ve sebebi olarak esmaları ile ayrılarak bilinir. En son bu belirleme ise Hakk Vücudunun, varlığının, bu mertebede uluhiyetin, zatına illet ve sebep olmasıdır. Uluhiyet gerçeğinin açılmasıdır.
4. RUHLAR MERTEBESİ VE MELEKUT ALEMİ
Taayyün-i Sani mertebesindeki ilmi suretler bir derece daha kesifleşerek, basit cevher haline dönüşürler. Bu kesifleşme nedeni ile ruh adını alırlar. Ancak bir sonraki mertebeye göre ise daha latiftir. Ruh ise sübuti sıfatların mazharıdır. Allah hayatıyla ruhları var etmiştir.
Melekler kuvvet ve şiddet manasında kullanılır. Melekler ruhun kudret sıfatının mazharı ve temsilcisidirler. Melekler kudret sıfatı ile oynadıkları rollerle ilahi isimlerin zuhura çıkmasında rol oynarlar. Meleki kuvvetler, esma-i nuru ilahiyedir, yani ilahi esma nurlarıdır. Her bir esma bu ilahi nur ile açığa çıkar. Melekler halkiyet ve hakkiyet melekleri olarak adlandırılıp, sınıflandırılırlar.
5. MİSAL ALEMİ MERTEBESİ
Mutlak vücudun bir mertebe daha kesifleşerek zuhura çıkmasıdır. Dünya gözüyle görülebilecek suretler mertebesidir. Misal alemi, rüyada görülen haller, aynada görülen suretler, televizyondaki görüntüler, katı cisimlerin gölgeleri gibi latif cisimler halindedir. Bu latif cisimler bölünmez, parçalanmaz.
6. HAZRETİ ŞEHADET ALEMİ MERTEBESİ
Bu mertebe Mutlak Vücud’un, Zatı Hakkın varlığının iyice kesifleşerek eşya ve cisimler şeklinde, suretlerle zuhur etmesidir. Kâinat düzeninde her bir mevcud, düzenin devamı için kendine verilen vazifeyi yapar.
7. İNSAN-I KAMİL MERTEBESİ
Mutlak Vücud’un tüm bahsedilen mertebelerini bünyesinde bulunduran cem eden mertebedir. Allahu Teâlâ’nın, kendi varlığından kullarını haberdar etmesi, kendini bildirmesidir.
İnsan-ı Kamil kâinat ağacının meyvesidir. Ağaçtaki meyve tüm ağacın son hedefidir. İnsan-ı kâmil de kâinatın yaradılış amacıdır. Nasıl meyve kendi çekirdeğinde, kendinden sonraya genetik materyali taşıyorsa, insan-ı kâmil de âlemlerin devamını sağlayan, Hakikati Muhammedi’yi temsil eden hedeftir, gayedir.
İnsan-ı kamil, Mirat-ı Hakk’tır. Hakkın aynasıdır. Allah’ın zat, sıfat, isim ve fiillerine mazhar ve tecelligah olması itibariyle umumi manada insana değer kazandırmaktadır; çünkü Allah diğer varlıklara nazaran ancak insanda kemal derecede tecelli eder ve zuhur eder. İnsan-ı kâmil bu tecellinin en kemalli göründüğü yerdir. İnsan-ı kâmil âlemlerin sırrıdır.
Bu nedenle gerçek ve hakiki insan-ı kâmil olan Hz. Muhammed (SAV): “Beni gören Hakk’ı görmüştür” buyurmuştur. Yani Allah’ın zati, sıfati, esmai tüm tecellilerin en kemalli şekli O’nda görülmüştür. Tabii ki görülmesi, bilinmesi gereken sadece zahiri değil aynı zamanda batıni hakikati olan Hakikat-i Muhammediye’dir.
Ancak bu âlemler tüm mertebelerde ve taayyünlerde yoktan değil, zati inkılaptan, aynı zati vücudun latif halden her mertebede kesifleşmek suretiyle zuhura gelmiştir. İzafi yokluktan zuhura geldi dedikleri şey, Zatı Zatında gizli iken, Zati iradesi ile açığa çıktı demekten ibarettir.
Deryayı Zatın inkılabından âlemler zuhura geldi. Bu âlemlerin cümlesi nurdur. Bu nur, değişik hal ve şekillere girerek türlü türlü görünür. Arifler katında evvel ne idiyse şu anda da öyledir. Bütün alemler bir nur deryasıdır ve daima coşup dalgalanarak tecelli etmektedir. “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur/35) ayeti bu gerçeği anlatmaktadır.
“O her an tecellidedir.” (Rahman/29) buyrularak ta bu nurun devamlı halde olduğu ve daima değişikliklere uğradığı anlatılmaktadır. Bütün bu coşmalar, tecelliler Zat’tan gelir ve Zat’a döner. “Bütün işler O’na döndürülür.” (Hud/23) Evvel, ahir, zahir, batın, vücud, varlık Hakk’tır. Var görünenler ancak Mutlak Vücud’la vardırlar. Mutlak Vücud’un taayyün mertebelerinin daha iyi anlaşılması için örnek verilecek olursa; Mutlak Vücud latif halden kesif hale dönerek her mertebede zatı ve ismi, sıfatları ile zuhurda olduğunu “buhar, su, buz” temsili örnek verilebilir.
Buhar latif bir maddedir. Bir mertebe kesifleşerek tenezzül edince bulut olup idrak edilebilir. Bir mertebe daha tenezzül ettiğinde kesifleşerek su olup dokunma duyusu onun vücudunu hisseder. Bir mertebe daha tenezzül edip kesifleşince donarak buz olur. Bu tenezzüllerde buharın zatı bozulmadı. Çünkü bozulmuş olsa buzun eriyip su, suyun buharlaşarak bulut ve bulutun latifleşerek buhar olmaması gerekirdi. Bu tenezzüllerinde, buharın içeriğine başka bir şey dâhil olmadı. Buharın her bir mertebede kazandığı suret, onun arızi sıfatlarından ibarettir. Buharın hüviyetinde değil, suretinde değişiklikler olmuştur. Buzun hüviyeti ve batını buhardır. Ve buz buharın zahiridir. Buzun vücudundaki buhar buza “hulul” etmedi yani girmedi. Buzun vücuduyla “ittihat” etmedi yani birleşmedi. Buz buharın aynı değildir ama gayrı da değildir. Sadece taayyün ve tenezzül ile vasıfları değişmiştir. Bundan dolayı biz buz hakkında, “hakikati” ve “hüviyeti” itibariyle buhardır ve “taayyünü” dolayısıyla buhar değildir, deriz.
Vücud mertebelerinin anlaşılması için şöyle bir örnek de verebiliriz:
Kapalı bir bilgisayarın henüz hiçbir faaliyeti ve taayyünü olmadığı (la taayyün mertebesi) durumda zatı temsil ettiği düşünüldüğünde, güç düğmesi devreye girdiğinde bilgisayara ve içindekilere (bilgisayarın vücuduna) “genel vücud tecellisi” şeklinde zuhura çıkmasını temsil eder. Bu bilgisayarın tüm vücudunun nur tecellisi altında bırakmaktır. Yani bilgisayarın tüm içeriğini varlık âlemine getirmek, izafi yokluktan varlığa getirmektir. Bilgisayar ekranına “Windows” yazısının gelmesi, tüm bilgisayardaki ilmin “öz” olarak açığa çıkmasıdır (Taayyüni evvel). Windows programında ilim olarak ne yüklü ise, öz olarak, bu programda bulunduğu bize açıklar. Bu bilgi henüz bilgisayarın zatındadır. Öz olarak zuhura çıkmamıştır. “Windows” programındaki tüm yüklü bilgilerin ayrıntılarıyla suret olarak bilgisayarın ekranında belirmesi zati ilimdeki bilgilerin, ilimlerin bir mertebe daha ayrıntılanması, tafsillenmesidir (taayyün-i sani). Bu ilmi programların ruh ve meleki kuvvetler ile (bilgisayarda tıklanarak) zuhura çıkması hali (ruhlar ve melekût mertebesi) dir. Zuhura çıkan isim ve suretlerinin belirmesi anı “misal mertebesi” ni belirtir. Ekranda beliren bilgilerin ayrıntılı olarak (şehadet) belirmesidir. İnsan-ı kâmil tüm bu mertebeleri bünyesinde bulunduran ve bunları değerlendirebilecek tek varlıktır. İnsan olmasa tüm bunları gösterebilecek ve değerlendirebilecek varlık âlemde yoktur. İnsan-ı kâmille bu mertebeler tamamlanır ve âlemler değer kazanır.
Bu noktada “ayan-ı sabite” denilen ilmi suretlerin anlaşılması için yine bilgisayardan örnek vererek bu kavrama anlam kazandırmaya çalışalım:
İnternet ilmi programında; örneğin “www.milliyet.com.tr” adresli siteyi ayan-ı sabite olarak kabul edersek, bu site adresi bilgisayarın zatında, ilminde mevcuttur. Kendisi olarak bu siteye girildiğinde bu sitenin tüm ayrıntıları suret olarak zuhura çıkacaktır. Açığa çıkan sitenin kendisi değil, bu sitenin ayrıntıları ve suretleridir, tafsili ve temsilidir. Bu ilmi bilgi şeklindeki siteden bilgilerin suretleri ve eserleri açığa çıkmaktadır. Bu site Allah’ın ilahi isimlerinden biri olan “HABİR” esmasının temsili olup, habir esmasının zuhurları açığa çıkmaktadır. Bu zuhura çıkan tüm bilgilerde diğer bütün ilahi isim ve sıfatları da taşıdığı ayrıntılı bir şekilde görülecektir. Yani “habir” esmasıyla açığa çıkan her zuhurda, zatı, isim ve sıfatlarının suretler olarak açığa çıktığını görmek mümkündür.
İşte her insanın da ayan-ı sabitesi ilahi isimlerden oluşmuştur. Ağırlıklı olarak bir ilahi ismin kontrolü, yönetimi, terbiyesinde altında iken, bütün ilahi isimleri potansiyel olarak açığa çıkarma, zuhura çıkarma eğiliminde olduğu kolayca anlaşılacaktır.
Bilgisayardaki bu site adreslerinin çokluğu dikkate alındığında, ulaşılacak bilgilerin, ilimlerinde çokluğu dikkat çekicidir. Allah’ın isimlerinin sonsuzluğu dikkate alındığında, Allah zati ilminin, zati ilmindeki ayan-ı sabitelerin sonsuzluğu ve ilmi daha iyi anlaşılacaktır. Üstelik Allah geçmişteki, şu andaki ve gelecekteki tüm zuhura çıkaracağı ayan-ı sabiteleri zati ilmiyle ezelen ve ebeden bilmektedir. “Sübhanallahi ve bihamdihi ve estağfurullahi ve etubu ileyh”
Vahdet-i vücud mertebeleri aslında bir bütündür. Akla yaklaştırmak ve zatı daha iyi idrak edebilmek için bu mertebeler ihdas edilmiştir. Bu taayyün ve zuhura çıkış mertebeleri Zati meyilin gerekliliğidir. Bu âlemlerin hepsi göz açıp kapaması kadar hatta çok daha kısa süre içerisinde Zat’tan zuhura geldi. Nitekim Kur’an-ı Kerimde; “Emrimiz tek bir emirdir. Göz kırpması gibidir.” (Kamer/50) Emirden murad “kün” (ol) emridir. Yani zatın “genel vücud tecellisi” ile tüm mevcudları izafi yokluktan, ayan-ı sabitelerin suretleri olarak, göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürede zulmetten nura çıkarması, suretler olarak şehadet âleminde vücuda getirmesidir.
“O her an tecellide” olduğundan, tecellisi devamlı olduğundan, bu zati inkılaplar ancak idrak ehli tarafından anlaşılmaktadır. Bu süreklilik ile Zat-ı Mutlak’tan meydana gelen mevcudlar varlıklarını devam ettirirler. Eğer bu tecelli bir an kesilse, tecelli kesildiği anda her şey mahvolur.
İnsanın varlığında tüm taayyün ve tecelli mertebeleri cem edilmiştir. İnsan nefsi natıkası vasıtasıyla Allah’ın Künhü Zatı ile devamlı irtibat ve münasebet içindedir. Nefsi natıka şehadet alemine gelene kadar ne kadar örtülmüş, mertebelerde ne kadar çok ahlak kendisine ilişmiş, vahdetten ne kadar uzaklaşmış ise Allah ile irtibatı o kadar azdır. Allah irtibatı her an devam ettiği halde, bu durumdaki kişinin bu irtibattan haberi yoktur. Allah’ı ayrı, kendini ayrı zanneder. Taayyün ve tecellilerden haberi yoktur. “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” (Kaf/16) ve “Nerede olursanız O sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetlerinin hakikatinden çok uzaktadır. İman nerede olursan ol, Allah’ın seninle olduğunu bilmendir” hadisinide idrak edememektedir.
Namazdaki her insan kendi nefs mertebesi düzeyinde Hakkla irtibat halindedir. Bu irtibatı en iyi anlatan Allah kelamı “Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahirabbil alemin” (Fatiha/1-2) ayetleridir. Besmele ile Allah ile irtibatı sağlar ve Alemlerde tecelli eden Rab ismiyle Allah’ı alemlerle birleştirerek tevhide ulaşır. Alemler halk olup, Hakkın tecellisinden ibarettir. Haktan ayrı değil, Hakkla kaim olan varlığını sürdüren zuhurlardır. Allah Rab ismi kanalıyla Zatıyla tüm taayyün ve tecelli mertebelerinde kişi ile beraberdir. Namaz müminin miracı olduğundan ve miraçta da bu mertebelerden geçilerek vuslat gerçekleştiğinden namazda her mertebede Hakkla irtibat sağlanmaktadır.
KALBİN MİRAÇ YOLU
Kalbin yedi tabakası miraç yolu bilmeli
Sadır’dır anın biri-nuru İslam madeni
Fuaddır ikincisi keşfi ayan madeni
Zakirlerin rüyası tecelli-i esma nurları
Zatı kalbdir üçüncü nuru iman madeni
Kamil olsa imanı tecelli efal şuhuda
Şegaftır dördüncüsü, aşkı ilahi madeni
Kaplar aşkın envarı görmez hakdan gayrıyı
Habbetül kalb beşinci muhabbetullah madeni
Hakayıkı eşyanın aslı nuru Muhammed şuhudu
Noktayı süveyda altıncı ilmi ledün madeni
Sırrı kader şuhudu kabe kavseyn makamı
Beytü izzet yedinci, ilmü esrar madeni
Allahın hazinesi zatü ehad makamı.
Bu nedenle “salatül vusta (orta namaz)”a dikkat edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. “orta namaz” diye vurgulanan husus namaza kalbinde katılmasıdır. Sadece dilde kalan kelamı değil, kalbe nakşolan bir kelam edilmelidir. Ki vücudun tamamı bu namazdan faydalansın. Zira nefsi natıka merkezi kalpteki nokta-i süveydadır. Buradan yayılan nur vücudun her zerresine ulaşır. Kalpteki mertebeler aşılarak miraca yol bulunur. Kalpte gerçekleşen miraç mertebeleri aşılarak, Hakkın gizli hazinesine, Ahadiyeti Zata ulaşılır. Mutlak Zata ibadet edilir. Bu ise ubudiyettir. Hayali rablara değil, Allah’ın Zatına varlığını döndürmesidir. Böyle kalple miraca ulaşan kalp şöyle tarif edilmiştir. “Müminin kalbi beytullah, arşullah, miratullah ve hazinetullahtır”. Hakkıyla kılınan namaz kalbi bu mertebelere ulaştırır. Bu vasıflara sahip kalp ile “Hakk ile” olunur. Hakkla, Hakkça kelam edilir. Hakk fiiller ile zuhura çıkar. Bu hale erişen kişi “abduhu” olur. Bu kamil insanlara hastır. Mevlana Hazretleri (ks) bu gerçeği belirtmek için; “Kamilin ibadeti nazarında hazır olan Hakkadır; noksan kişinin ibadeti nazarında gaib olan Hakkadır” buyurmuştur. Kamilin ibadeti tüm taayyün ve tecelli mertebelerini, tüm zuhurları kapsar ve hepsine sirayet eder.
Kamil kişi kendi hakikatini tüm mertebelerde idrak ettiğinden Vitriyeti Zattan hissesini alır. Alemlerin hakikatini idrak ile de Ferdiyeti Zattan hissesini alır. Bu hakikatleri varlığında cem ederek “Vitriyet” ve “Ferdiyet” ile namaz kılar. Böyle bir kişi tek başına namaz kılsada cemaatle namaz kılmış hükmündedir. Bu yakîn idrak ile kılınan namazda gönül kabe olur, alemlerde cemaat. Yunus Emre şu şiirinde bu gerçeği ifade etmiştir:
AŞK İMAMDIR BİZE
Aşk imamdır bize, gönül cemaat,
Kıblemiz dost yüzü, daimdir salat.
Can dost mihrabına secdeye vardı,
Yüz yere vuruban eder münacat.
Beş vakt tertibimiz bir vakte geldi,
Beş bölük oluban kim kıla taat.
Şeriat der ki bize şartı bırakma,
Şart o kişiyedir eder hiyanet.
Dost yüzün görücek şirk yağmalandı,
Onun için kapıda kaldı şeriat.
Münacat gibi vakt olmaz arada,
Kim ola dost ile bu demde halvet.
Kimsenin dinine hilaf demeyiz,
Din tamam olıcak doğar muhabbet.
Erenler nefsidir şu devletimiz,
Onun çün fitneden olduk selamet.
Kalu bela dedik evvel ki demde,
Dahi bugündür o dem-ü bu saat.
Doğruluk bekleyen dost kapısında,
Gümansız o bulur İlahi devlet.
Yunus öyle esirdir o kapıda,
Diler ki olmaya ebedi rahat.
Yunus Emre
Allah’ın Zatının imam olduğunu, gönülün cemaat haline geldiğini vurgulamıştır. Gönül kabesini ziyaret eden ilahi isimlerin ve sıfatların hakikatleriyle cemaat olduğunu vurgulamıştır. “Kıblemiz dost yüzü” diyerek bu ilahi isim ve sıfatların her zaman her yerde zuhurda olduğunu ve “Nerede dönerseniz Allah’ın vechi (Yüzü-Zatı) oradadır” (Bakara/115) ayetini açıklamıştır. Her gördüğünde zatıyla, isim ve sıfatlarıyla Hakkla olduğunu vurgulayarak bunun “daim salat”, “daim namaz” hükmünde olduğunu ifade ederek çok büyük bir irfanı açıklamıştır.
“Allah sizin dış görüşünüze bakmaz, kalbinize ve amellerinize bakar” hadisi kalpteki miraç mertebelerini bir yönüyle ifade etmektedir. Kalpte dürülü nefsi natıkanın hangi mertebeden açığa çıktığıyla ilgilenilmektedir.
Kişi namazda ve namaz dışında Hakkla olduğunun bilinciyle Kur’an ve Sünnet üzere amellerini gerçekleştiriyorsa ve isimlerin hakkını veriyorsa “daim namaz” dadır (salatün daimün). Böyle bir namazda “Selam” ismiyle her an namazını korur. Hakk’la daim ilişki ile namazını korur, bu ise “korunmuş namaz” hükmünü taşır. Kişi “Nerede olursanız O sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetinin hükmünü idrak etmiştir.
Namazdaki kişi Kur’an okurken tüm taayyün ve tecelli mertebeleri ile irtibat ve münasebet içindedir. Kur’an’ın her harfi (örneğin mim) şehadet alemini aşarak misal alemine ulaşır. Her kelimesi ile melekut alemine yol alınır. Her ayet ise ceberut alemi menzilindedir. Okuduğu her sure ile lahut (zat) alemine ulaşır. Bu nedenle Kur’an okuyan kişi her mertebede Hakkladır. Allah kudsi hadisinde şöyle buyurur:
“O mümin ki insanlar arasına girer ve onların eziyetlerine sabreder; bu o, müminden hayırlıdır ki, insanlar arasına giremez ve eziyetlerine sabredemez”
Kamil insan namazdan sonra, halkın arasına karışarak Hakk’la halkın arasında yaşaması “daim namaz” hükmü altına girmektedir. Hakk’la olan ise halktan zuhura gelen eziyetlere katlanabilir. Bu halkta Hakkı görme mertebesidir. Her zuhura Kur’an ve Sünnet ile muamele ederek, halka Hakkın hakkını vermesidir. Kamil olmayan insan ise bu manaya ulaşamadığından halktan gelene sabredemez. Zuhurlara Hakkça muamele edemez.