Üyelik Girişi
Site Haritası
Önerilen Siteler

R. G. 34. Yirmiüçüncü Tecelli: Fakr Ehli ve Kün=Ol Emri

34. YİRMİÜÇÜNCÜ TECELLİ: FAKR EHLİ VE KÜN=OL EMRİ

Ve dedi ki bana:

-      Ya Gavs-ı Azam… Benim indimde fakir, hiçbir şeyi olmayan değildir. Bilki fakirler onlardır ki, emirleri her şeyde geçer. Bir şeye “OL” derlerse,  o şey olur.

Fakr, tecellinin Hakk’a ait olduğunu idraktir. İnsanın nefsindeki tecelliler ile mevcut olduğunu ve “tecelli anında” ve “tecelli oranında” nefsin Hakk’ın hüviyeti içine girdiğini müşahede etmektir. Bu nedenle Efendimiz; “Fakr iftiharımdır” buyurmuştur. Fakr, fiil-esma-sıfat ve Zat tecellilerinin Hakk’a ait olduğunu idraktir. Bu idrak ve müşahedenin mertebeleri “tevhid-i efal”, “tevhid-i esma”, tevhidi sıfat” ve “tevhid-i Zat” mertebelerinin ilmel, aynel ve hakkel yakın olarak yaşanma olarak belirtilebilir. Kişinin nefsindeki bu tecelliler ile O’nun hüviyetine büründüğünü idrak etmeside “hüviyet tevhidi” olarak ifade edilir. Kişinin nefsini ve nefsinde tecellileri Hakk’a vermesi “fenafillah” olarak ifade edilir. Nefsi natıka Allah’ın Nuru ve Kur’an’ın sırrı makamı olarak zaten Allah’a aittir. İnsana emanet ve armağan edilen nefsi natıkanın veriliş amacı, Hakk’ın bilinmesi ve marifetullahtır. Nefs bu nedenle Hakk’ın tecelli mahallidir. Nefs, esma tecellisi içinde iken “esma-i hüviyet”e, sıfat tecellisi içinde iken “sıfatı hüviyet” e ve Zat tecellisi içinde ikende “Zati hüviyet” e bürünür. Bu hüviyetler “tecelli oranında” ve “tecelli zamanında” dır. “O her an bir tecellidedir” (Rahman/29) ayetince bu tecelliler her an insanda mevcuttur. Nefs kendine Hakk’ın tecellisi sayesinde “hüviyet tecellisi” içine girer. Zira esma, sıfat ve Zat bir bütünün itibarlarıdır. Bu üçlünün tek hüviyetle ortaya çıkması fiilleri oluşturur. Bu nedenle esma, sıfat ve Zat her fiili oluşturan hakikatlerdir. Fiilerde bu mertebeler gizlidir. Her fiilde kişinin nefs mertebesinin sıfatları ile açığa çıkar. Hakk, tecelli mahallinin özellikleri ile o mertebede görünür. Bu nedenle Kur’an’da yedi nefs mertebesi belirtilmiştir. 

Ehlullah’ta tecelli esnasında nefsin vasıflarının önemini “Suyun rengi kabının rengidir” kelamıyla açıklamıştır. Kab (nefs) hangi özellikleri taşıyorsa, tecelli o vasıflara bürünerek açığa çıkar ve “tecelli hüviyeti” nefsin vasıflarında belirir. Nefs safiye mertebesinde olduğunda, şeffaf bir kab gibidir. Hakk’tan gelen tecelli nasılsa ve hangi renkte (esma-sıfat-zat) ise zahirde o tecelli görünür. Yani nefsi safiye, Hakkani vasıflarla zuhura çıkar. “Hüviyet tecellisi” dediğimiz hakikat budur. “Tecelli hüviyeti” nefsin taşıdığı vasıf ve renklerle belirmesidir. Hüviyet tecellisi (esma-sıfat- Zat bütünlüğü içinde) içinde olan nefs “Hakk ile Hakk” olarak fiilleri açığa çıkarır. Bu ise “bekabillah” olarak ismlendirilir. “Attığın zaman Sen atmadın Allah attı” (Enfal/17) ayeti Hakk hüviyetiyle batından gelen tecellinin, kişiden zahire Hakkani vasıflarla açığa çıkması ve fiile yansımasıdır.

Fakr sırrı, bu nedenle fena ve beka sırrını içinde taşır. Bu nedenle hadiste “Fakr tamamlandığında O Allah’tır” buyurulmuştur. Teslim edilen tüm varlığın (nefs+tecelliler) Hakk’a ait olduğunun ifadesidir. Kişi bu hakikati idrakinde irfanla yaşar. Kendi varlığı halen mevcuttur. Değişen sadece irfandır. Kendi İzafi hüviyetinin, Hakkani hüviyet ile zuhurda olduğunu idraktir. Fakr denilen hakikat ve sır budur. Kişinin vücudunda (varlığında) bir değişme olmaksızın, idrak ve irfanı değişir. Nefsini bilmiş ve Rabbını (nefsindeki tecellilerle) bilmiş olur. Arada “gayr” kalmaz. Tek vücud Hüviyetiyle, farklı hüviyet mertebelerinde (nefs) Hakk zuhura çıkmış olur. “La ene illallah”, “la ene illa hu”, “la veche ilah hu” ve “la vücude illa hu” zikirleriyle ulaşılacak olan sırda budur. Bu nedenle Efendimiz “Vücudun kadar büyük günah olamaz” buyurmuşlardır. Kendinde varlık ve ayrı bir hüviyet iddiasında olan kişi şirk içindedir. Şirkten arınma ise mutlak tevhiddir. Bu uluhiyet ve hüviyet tevhidinin birleştirilmesi ile mümkündür. Fakr sırrı, miraç ve tevhidin yaşanmasıdır. Bu nedenle “Fakr iki cihanda yüz karasıdır”buyurulmuştur. Zira karanlık (ama) Hakk’ın zuhur etmediği mertebedir. Gizli hazineyi temsil eder. Fakr içindeki kişide fena hali ile, henüz zuhura çıkmadığı ayan-ı sabite halinde Zattaki yerini bulmuş ve bu hakikati idrak etmiştir. zuhur devam ettiğinden kişi “Bekabillah” ile Hakk’ın kendi varlığında ve hüviyetinde seyrettiğinin farkına varır. Emanet (nefs ve tecelliler) ehline (Allah’a) teslim edilerek “hakiki Müslüman” olunarak “ölmeden önce ölünüz” sırrına ulaşır. Erişilen marifet ilede “İlim ile diri olan ebeden ölmez”hadisinin hakikatine ulaşır. Fakr halini yaşamadan bu hakikatler idrak edilemez. “Allah gani ve hamiddir, sizler Allah’a muhtaçsınız” (Fatır/15) ayeti bu hali belirtmektedir.

Hakk’ın her varlıkta (mevcutta) alemlerde her nefs mertebesinde “tecelli hüviyetinde” olduğunun idraki gelişir. Bu idrak ile her mevcude kendi nefs mertebesinde değer verilir. TEK VÜCUD HÜVİYETİYLE Hakk her mevcudun mertebesinden, o mevcudla isim, sıfat ve Zatıyla hüviyet beraberliği içindedir. Bunu açıklayan kudsi hadiste:

Resulullah  (SAV) Efendimiz Allahü Teala’dan naklen anlatıyor;

“Allahü Teala şöyle buyurdu:

-Ey Ademoğlu, hasta oldum; ziyaretime gelmedin.

Ademoğlu sordu:

-Ya Rabbi sen alemlerin Rabbisin... Seni nasıl ziyaret edeyim? Allahü Teala buyurdu.

-Bilmiyor musun? Falan kulum  hasta oldu.... Ama sen onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin Beni yanında bulacaktın... Allahü Teala devamla buyurdu:

-Ey Ademoğlu,  senden yemekle doyurulmamı istedim, ama sen Beni doyurmadın. Ademoğlu sordu:

-Ya Rabbi, seni yemekle nasıl doyurayım ? Sen alemlerin Rabbisin. Allahü Teala anlattı:

-Falanca kulum senden yemek istedi. Ama ona yedirmedin. Bilemedin mi? Ona yedirseydin beni yanında bulacaktın. Allahü Teala devamla buyurdu:

-Ey Ademoğlu, senden su istedim, ama vermedin.  Ademoğlu sordu:

-Ya Rabbi sana nasıl su vereyim? Sen Alemlerin Rabbisin. Allahü Teala anlattı:

-Falan kulum senden su istedi, vermedin. Ona su verseydin Beni yanında bulacaktın... Bunu da mı anlayamadın?”

Bu Kudsi bir Hadisi Şeriftir. Mana kapısını şu şekilde aralayabiliriz:

“Ey Ademoğlu...” şeklinde yapılan hitap ruhadır. Bu ruh ise kalptir. Bilhassa nefsani perde ile perdelenen kalp. Bu kalbe şöyle hitap edilmektedir:

“Ben, belli bir zuhur yerine tecelli ettim. Zuhura geldim orada. Yine belli bir taayyünle de aynı şekilde tecelli ettim; zuhur eyledim. Fakat, bu has zuhurla perdelendim, gizlendim... Özellikle mutlak hakikatimi müşahede edilmeden yana sakladım. Belli bir şekle girmekten ve bir kayda sığmaktan yana kendimi kapadım. Bütün bu işler, bu belli taayyünün özünde oldu. Gel gör ki sen bu taayyünü bilmedin. Ki O mutlak hakikatimin aynıdır.”

Burada “Ya Rabbi, sen alemlerin Rabbısın seni nasıl ziyaret edeyim?” cümlesi bir başka mana taşır. Onu da burada anlatmak icap eder. Şu demektir:

“Belli bir surette seni nasıl müşahede edebilirim? Bilhassa keyfiyeti ve şekli olan bir şeyde... Halbuki sen bu gözde görülen alemlerin suretine inhisar etmekten ve belli bir şekil almaktan yana münezzehsin.”

“Bilmiyor musun?... Kelimesi ile başlayan cümleye verilecek mana ise şu şekilde olur:

“Sen şöyle bir marifete sahip olmadın mı ki, mutlak varlığım her taayyünde, yani göze gelen her belli şeyde vardır. Sonra taayyün halini her mutlak olan mana taşır. Halbuki sen, anlatıldığı gibi, kendinde bir irfana sahip olmadın. Sonra bilmedin ki, o hasta kulun hakikati Hakikatimin aynıdır. Zira onda zahir olan Benim.”

Bu zuhurun belli bir mana şekli şöyle olabilir: İsmin isim verilene nisbeti gibi ki, bu, o hasta kulun ‘Hakikatime’ nisbeti babında bir misaldir, benzetmedir. Kaldi ki, isim, müsemmaya göre ayrı değil, aynıdır.

Yukarıdaki açıklama nazara alınarak, “Bilmiyor musun?” şeklinde gelen cümlenin devamı olan “Eğer onu ziyaret etseydin beni yanında bulacaktın...” cümlesine de bir başka mana vermek icap eder:

“Durum yukarıda anlatıdığı gibi olunca, anlayamadın ki Mutlak Varlığım onun izafi varlığında seyrini tamamlamaktadır. Onu zuhura getirmektedir.”

Yukarıda anlatılan manaların tümüne şu Ayeti Kerime işaret etmektedir:

“O küfredenlerin amelleri ise çöldeki serap gibidir ki susuz onu su zanneder:” (Nur Suresi, Ayet-39).

Mevzuumuz olan Hadisi Şerifin hepsini burada açıklayamadık. Ama kendisi ile bir kıyas yapılacak kadarını açıkladık. Kaldı ki bir kıyas usulü de vardır.  Kalanı da buna göre kıyas eyle.

Hakk, mertebelerde seyretmektedir. Taayyün kisvesiyle her mevcudla ilişki içindedir. Fakr, haline ulaşanda ise “Hakk” zuhurdadır. Bu nedenle Efendimiz “Fakr, iftiharımdır” ve “Beni gören Hakk’ı görür” buyurmuştur.

Fakr içindek kişide “hüviyet tecellisi” ile Hakk zuhurdadır. Bu nedenle fakr içindeki kişinin yemesi, içmesi vb. fiilleri Hakk’a aittir. Bu hakikati ifade eden ayet belirtildiği gibi “Attığın zaman sen atmasın Allah attı” (Enfal/17). Atmak bir fiildir. Hakkani fiildir. Yeme ve içme gibi.

Hakk TEK VÜCUD HÜVİYETİN de fakr içindeki kişiyle “hüviyet beraberliği” içinde olduğunu belirtmektedir. “Nerede olursanız O (hüve) sizinle beraberdir” (Hadid/4) hükmüyle hermertebede ve mevcuda kendi nefs mertebesi üzerinden tecelli ilişkisinde olan Hakk’tır. Fakr, hali bu tecellinin zirvesidir. Fena-beka hakikatinin yaşanmasıdır. Kıyas usulü mevcuttur. Yeme ve içme ile belirtilen fiillere, diğer fiilleride eklersen hakikati ve sırrıidrak edersin.

Fakr’ın bekayı gerektirdiği ve beka ile neticelendiği şukudsi hadisle belirtilir:

Resulullah (SAV) Efendimiz Rabbından naklen anlatıyor:

“Allahü Teala, şöyle buyurdu:

-Ben, uğrumda kalpleri kırık olanların yanındayım...”

Görüldüğü gibi bu da bir Kudsi Hadisi Şeriftir. Manasına gelince, şöyle demek icap eder:

“Bizzat Ben, esma ve sıfatla, zatından, sıfatından ve efalinden geçip fena haline yıkılıp gelene tecelli edenim. Böylece, onu beka makamında tahakkuk edebilmesi için bir gözetici, müşahid olurum. Bir bakıma onun kefili olurum... Çünkü o fena haline geçmiştir. Fena haline geçen ise her şeyi bir yana atar, dağınık olur, toparlanamaz. Beka makamına çıkamaz, fena denizinde boğulur... Orada fena olur. O kadar ki, istidadının zafiyeti icabı sahile de dönemez... Meczublar sınıfına girer. Bir türlü beka makamına çıkamaz.”

Şimdi, “Uğrumda” kelimesini biraz açalım. Bu “Bende beka bulmak...” manasına alınmalıdır. Sebebine gelince, bizzat fena, aranan bir şey değildir. Esasen matlup olan beka makamıdır...

Bir irfan sahibi, bu manaya, şu şiir ile işaret eder:

Bir köşe vuslat köşesi olamaz heyhat;

Sadık dahi olsan... ki sende varsa hayat.

Fakr hali “nefsi hüviyeti”ni Hakk’a teslim ederek fenafillah halinin yaşanması halidir. Hakk bu hali yaşayana diyet olarak “ZATİ NEFSİ” ile beka verir ve “billahi” sırrıyla “bekabillah” haline alır. Bu haldeki kişinin “nefsi hüviyeti” itibariyle aynısı olmuştur (HU SIRRI). Tecelli Zatından Zatınadır (BİHU BİHU SIRRI). Artık O kişide faili hakiki Hakk’tır. “Bir şeyi irade ettiğinde O’nun hükmü ona KÜN=OL demektir. O şey hemen olur” (Yasin/82).

Bu hal fakr halinden sonra yaşanır. Bu hal şu kudsi hadiste belirtilmektedir. “Bir kul Bana nafilelerle yaklaşır. Ben O’nun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benimle görür, Benimle işitir, Benimle söyler, Benimle tutar, Benimle yürür. O kulum bir şey istediğinde istediğini veriririm”

İşte böyle bir kul (abduhu sırrı) Hakkani sıfat ve isimlerle donanır. Hakk ile Hakk olur (ALLAH BİLLAH SIRRI). Abduhu sırrı fiili besmele olmaktadır. Besmele ise KÜN=OL emrini içerir. Nefsi natıka Kur’an-ı Natık olmuş, Kur’an sırrı zahir olmuştur (B Sırrı).

Böyle bir kişiden Kün=Ol lafzını söyleyen Hakk’tır kul fiilin zuhur mahallidir. Batında Hakk zahirde kul mertebesi fiildedir. Kulun (abduhu) nefsi hüviyetinde “Zati Nefis” zahir olmuştur (NOKTANIN SIRRI). Bu hakikati açıklayan ayeti kerimede; “Attığın zaman sen atmadın Allah attı” (Enfal/17) buyurulmuştur. Kul söylediğinde de “OL” emrini veren Allah’tır. “Fakr tamamlandığında O Allah’tır” hadisi yaşanıp, idrak ve müşahede edilmiş olur.






önceki sayfa               sonraki sayfa

Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi10
Bugün Toplam19
Toplam Ziyaret887811
Hava Durumu
Saat
Takvim