Ve daha dedi ki:
- Ya Gavs-ı Azam. İttihad öyle bir haldir ki, onu lisan anlatamaz. Kim ona iman ederse, kabul olur; ve kim reddederse o hali küfretmiş olur. Kim vüsulden sonra ibadeti beşeriyetiyle irade ederse, Allah’a şirk koşmuş olur.
“ittihad” genel anlamıyla, iki ayrı şeyin bir olması şeklinde kullanılır. Tasavvufta kişinin kendi “nefsi hüviyetini” idrakle Rabbiyle “BİR” olması şeklinde anlaşılır. Kişinin nefsini hakikat yönüyle ve tecelli mahalli olarak bilmesidir.
“Nefse ve onu yaratana yemin olsun ki” (Şems/6) ayeti nefsi ve halkedeni bir olarak zikretmektedir. “Sizi tek nefisten yarattık” (Nisa/1) ayeti insanın Zati Nefsine ayna olarak nefsi natıkası itibariyle “BİR” hakikatten oluştuğunu ifade etmektedir. Nefs tecelli mahallidir. Nefste tecelli eden ise ilahi isim, sıfat ve Zatıyla Hakk’tır. Hakk’ın tam tecellisini defaten hiçbir mahluk kaldıramaz. Nefs, Zatı Nefsi Hüviyet’ten meydana gelen tecellilerle “nefsi hüviyete” kavuşur. Nefsinde tecelli eden isim ve sıfatlar ve Zati hüviyet oranında ve tecelli anında “Zati hüviyeti” taşır. Nefs ve tecelli “hüviyet beraberliği” içine girer. Zaten ayrı değildir. Ama insan bu hakikati irfan ile idrak ettiğinde, iki ayrı şey olmadığını,”tecelli hüviyeti” ve “nefsi hüviyeti” oranında O’nun sırrını taşıdını anlar. Bir örnek verecek olursak; Zati Hüviyet “ilim” sıfatına haizdir. Nefse ilim sıfatı ile tecelli ettiğinde, kişi “tecelli hüviyeti” ile tecelli oranında ve zamanında istidatı ve kabiliyeti kadar ilim sıfatını taşır. Taşıdığı ilim kadar “nefsi hüviyeti” vardır. Ahmet’in ilmi, Mehmet’in ilminden farklıdır. İkisi arasındaki fark nefsilerinde taşıdıkları “ilim” kadardır. Farkı yaratan “tecelli” ve “nefs” farkındandır. Bu nedenle “tecelli hüviyeti” ve “nefsi hüviyet” her bireyde farklılaşır. İnsan-ı kamil en kemalli tecelliyi taşıyandır. O da tecelli ile Hakk’ın hüviyetini taşır. Tecelli anında zahir olan isim ve sıfatlar “tecelli hüviyetini” oluşturur. İnsanda tecelli etmeyen isim ve sıfatlar batındadır ve potansiyel olarak nefs bunları bulundurur. Yani “nefsi hüviyet” ilahi isim ve sıfatları zahir-batın bütünlüğü içinde potansiyel olarak taşır. Hakk her insana kaldırabileceği kadar “tecelli” eder. Bu nefisteki istidat ve kabiliyeti oluşturur. Her tecelli nefste bir iz ve nur bırakır. Tecrübe denilen hakikat budur. Tecelli hüviyeti, nefsi hüviyetin zahiridir. Batında kalan Zati hüviyettir. Zati Hüviyet ne oranda tecelli ederse nefs zahiren, o hüviyete bürünür. “O (hüve) evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır” (Hadid/3) İlahi Hüviyet bu itibarlarla, nefste bulunur. İnsan-ı kamil bu vasıfları taşıyan, kendisinden her halde tüm ilahi isim ve sıfatların kemali zuhurları zaman içinde çıktığından “nefsi hüviyeti” (nefsi natıka) itibariyle Zati Nefsi hüviyetin mazharıdır.
Bu nedenle insan-ı kamilden görünen Hakk’ın Zatı Hüviyeti’dir. Bu hakikate binaen Efendimiz “Beni gören Hakk’ı görür” buyurmuşlardır.
İttihad, kişinin “nefsi hüviyetinin” tecelli ile Hakk’ın Zati hüviyetine büründüğünü idrak etmesidir. Tek hakikat ve hüviyet kul-nefs mertebesinden, kendi düzeyinden zuhurdadır. “Tecelli hüviyeti” kişinin, Hakk’ın hüviyetini taşıdığının ifadesidir. Ancak tümünü değil, tecelli anında ve tecelli oranında. İşte benliğin ve ikiliğin kalktığı ve kişinin kul olarak Hakk ile nefsi mertebesi itibariyle “hüviyet beraberliği” içinde olduğunu idrak etmesi ittihaddır. Yunus Emre’nin “Bir ben vardır benden içeru” dediği haldir. Tecelli Kaynağı Zattır, tecelli edilen kendi nefsinin aynası kuldur. “Tecelli hüviyeti” bu tek hakikati birleştirendir. “Nefsi Hüviyet” ise Hakk’ın temsili ve tafsili olarak hüviyeti ile zuhurda olmasıdır.
Bu “Mutlak hüviyetin, izafi (nefsi) hüviyet ile zuhurda olmasıdır” diye ifade edilebilir. Her nefs kendi mertebesinde O’nun hüviyetini temsil ve tafsil eder, fakat mutlak anlamda O değildir. Ancak O’ndan ayrı ve gayrıda değildir. “Tecelli hüviyeti” oranında O’nu temisl ve tafsil eder. Bu nedenle “nefsin hüviyeti” itibariyle Kur’an’ın bir cüzüdür.
Çünkü irfan yolu eğitimi ile anlar ki, bilir ve görürki, evvelce ayrı sandığı iki varlık yokmuş. Var olan nefsteki ilahi hüviyet imiş. Yani “nefsi hüviyeti” itibariyle O’nun isim, sıfat ve Zati tecellilerinin mazharı imiş. İşte kişinin kendi zannında oluşturduğu ikinci varlık (benliği) O’ndan ayrı değilmiş. İşte kişinin varlığında, benliğinde (ene) Hakk’ı bulması “ittihad” olarak adlandırılır. Bu idrake ise ancak “irfan yolu” ile ulaşılabilir.
“Kim ona iman ederse kabul olur” ifadesi kişinin hüviyet beraberliğini fark etmesi ve benliğini Hakk ile tevhid etmesidir (Hüviyet tevhidi). Bu gerçekleşirse şu hadis gerçek ifadesini kazanmış olur: “İman, nerede olursan ol Allah’ın seninle olduğunu bilmendir”. Kendi benliğinde, varlığında ve alemlerdeki her mevcudda Hakk’ın hüviyetini müşahede eden “hakiki imana” ulaşmış ve hüviyet tevhidine mazhar olmuş demektir. Bu hakikat şöye ifade edilebilir: HÜVİYET TEK VE BİR, MERTEBELERİ VE DÜZEYLERİ (nefisleri itibariyle) ÇOKTUR. DÜZEYLERE ve MERTEBELERE UYMAK ŞARTTIR. UYMANIN HÜKÜMLERİNİ ŞERİAT-I MUHAMMEDİ AÇIKLAR.
“Kim bunu reddederse, küfretmişolur” ifadesi yukarıdaki hakiatin farkında olmamaktır. Küfür kafir “Hakk’ı ve hakikati örten” anlamını taşır. Bu hakikati inkar eden, tevhide ulaşamamış demektir. Nefsi hakikatine ulaşamamış, nefsine ve Rabbine arif olamamış demektir.
“Kim vüsulden sonra ibadeti beşeretiyle irade ederse, Allah’a şirk koşmuş olur” ifadesi, “hüviyet beraberliği”, “nefsi hüviyet” ve “tecelli hüviyeti” ifadelerinde anlatılmak istenen hakikate ulaşıp Hakk’ın Zatı Hüviyetine mazhar olduğunu idrak edip “vüsul” hakikatine ererse, artık O’nda tecelli eden Hakk’tır. O kişinin kendine mal edeceği bir varlığı yoktur. Kim “hüviyet tevhdine” ulaştıktan sonra, ayrı bir benlik (hüviyet) iddiasında bulunursa bu ŞİRK’tir. TEK VÜCUD HÜVİYETİ vardır. O’da Hakk’tır. Bu idrake erişen kişinin ibadeti “nefsi hüviyet”i ile Zati Mutlak Hüviyet’e yönelmektir. O’nda tecelli eden Hakk’tır. Hakkani hüviyet ile ibadet eden ubudiyettedir. Ubudiyet Hakk’ın fiilidir. Kulda fail olan Hakk’tır. O’nda söyleyen, irade eden, kudret gösteren, gören, işiten Hakk’tır. Kişinin beşeriyetine dönüp, ayrı bir benlik varmış gibi ibadeti bu nedenle ŞİRKtir.
Kulda işleyen O’dur. Bu hakikat şu ayette zikredilmiştir:
“Attığın zaman sen atmadın Allah attı” (Enfal/17)
Bu ayet yukarıda anlattıklarımızın özetidir. Böyle bir idrak hemen oluşamaz, irfan yolu eğitimi ile yaşantısı uzun bir sürede olur. Kamil insanların hali böyledir. Onların ibadeti Hakk’ın kul mertebesinden (abduhu sırrı), Hakk’ın Mutlak Zatına’dır. İbadet bir mertebeden diğer mertebeye geçiştir. Fiil Hakk’a aittir. Hakk’ın farklı mertebelerden kulda zuhurudur. “Tecelli hüviyeti”nin zaman-oran farlılıklarıyla insanın Hakk’ı bilmesidir. Bununda sonu yoktur. Bu nedenle “hüviyet beraberliği” içinde ibadetinde sonu yoktur. Bu baraberlik ahiret boyutunda da devam eder. Hemde en güzel ve kemalli bir şekilde…