Ve bana dedi ki:
- Ya Gavs-ı Azam. Fakr ateşiyle yanan ve ihtiyaç ateşiyle münkesir birini görürsen yaklaş ona; şüphesiz ki Benimle O’nun arasında perde yoktur.
Fakr, tecellnin Hakk’a ait olduğunu idraktir. İnsanın nefsindeki tecelliler ile mevcut olduğunu ve “tecelli anında” ve “tecelli oranında” nefsin Hakk’ın hüviyeti içine girdiğini müşahede etmektir. Bu nedenle Efendimiz; “Fakr iftiharımdır” buyurmuştur. Fakr, fiil-esma-sıfat ve Zat tecellilerinin Hakk’a ait olduğunu idraktir. Bu idrak ve müşahedenin mertebeleri “tevhid-i efal”, “tevhid-i esma”, tevhidi sıfat” ve “tevhid-i Zat” mertebelerinin ilmel, aynel ve hakkel yakın olarak yaşanması olarak belirtilebilir. Kişinin nefsindeki bu tecelliler ile O’nun hüviyetine büründüğünü idrak etmeside “hüviyet tevhidi” olarak ifade edilir. Kişinin nefsini ve nefsinde tecellileri Hakk’a vermesi “fenafillah” olarak ifade edilir. Nefsi natıka Allah’ın Nuru ve Kur’an’ın sırrı makamı olarak zaten Allah’a aittir. İnsana emanet ve armağan edilen nefsi natıkanın veriliş amacı, Hakk’ın bilinmesi ve marifetullahtır. Nefs bu nedenle Hakk’ın tecelli mahallidir. Nefs, esma tecellisi içinde iken “esma-i hüviyet”e, sıfat tecellisi içinde iken “sıfatı hüviyet” e ve Zat tecellisi içinde ikende “Zati hüviyet” e bürünür. Bu hüviyetler “tecelli oranında” ve “tecelli zamanında” dır. “O her an bir tecellidedir” (Rahman/29) ayetince bu tecelliler her an insanda mevcuttur. Nefs kendine Hakk’ın tecellisi sayesinde “hüviyet tecellisi” içine girer. Zira esma, sıfat ve Zat bir bütünün itibarlarıdır. Bu üçlünün tek hüviyetle ortaya çıkması fiilleri oluşturur. Bu nedenle esma, sıfat ve Zat her fiili oluşturan hakikatlerdir. Fiilerde bu mertebeler gizlidir. Her fiilde kişinin nefs mertebesinin sıfatları ile açığa çıkar. Hakk, tecelli mahallinin özellikleri ile o mertebede görünür. Bu nedenle Kur’an’da yedinefs mertebesi belirtilmiştir.
Ehlullah’ta tecelli esnasında nefsin vasıflarının önemini “Suyun rengi kabının rengidir” kelamıyla açıklamıştır. Kab (nefs) hangi özellikleri taşıyorsa, tecelli o vasıflara bürünerek açığa çıkar ve “tecelli hüviyeti” nefsin vasıflarında belirir. Nefs safiye mertebesinde olduğunda, şeffaf bir kab gibidir. Hakk’tan gelen tecelli nasılsa ve hangi renkte (esma-sıfat-zat) ise zahirde o tecelli görünür. Yani nefsi safiye, Hakkani vasıflarla zuhura çıkar. “Hüviyet tecellisi” dediğimiz hakikat budur. “Tecelli hüviyeti” nefsin taşıdığı vasıf ve renklerle belirmesidir. Hüviyet tecellisi (esma-sıfat- Zat bütünlüğü içinde) içinde olan nefs “Hakk ile Hakk” olarak fiilleri açığa çıkarır. Bu ise “bekabillah” olarak ismlendirilir. “Attığın zaman Sen atmadın Allah attı” (Enfal/17) ayeti Hakk hüviyetiyle batından gelen tecellinin, kişiden zahire Hakkani vasıflarla açığa çıkması ve fiile yansımasıdır.
Fakr sırrı, bu nedenle fena ve beka sırrını içinde taşır. Bu nedenle hadiste “Fakr tamamlandığında O Allah’tır” buyurulmuştur. Teslim edilen tüm varlığın (nefs+tecelliler) Hakk’a ait olduğunun ifadesidir. Kişi bu hakikati idrakinde irfanla yaşar. Kendi varlığı halen mevcuttur. Değişen sadece irfandır. Kendi İzafi hüviyetinin, Hakkani hüviyet ile zuhurda olduğunu idraktir. Fakr denilen hakikat ve sır budur. Kişinin vücudunda (varlığında) bir değişme olmaksızın, idrak ve irfanı değişir. Nefsini bilmiş ve Rabbını (nefsindeki tecellilerle) bilmiş ve olur. Arada “gayr” kalmaz. Tek vücud Hüviyetiyle, farklı hüviyet mertebelerinde (nefs) Hakk zuhura çıkmış olur. “La ene illallah”, “la ene illa hu”, “la veche ilah hu” ve “la vücude illa hu” zikirleriyle ulaşılacak olan sırda budur. Bu nedenle Efendimiz “Vücudun kadar büyük günah olamaz” buyurmuşlardır. Kendinde varlık ve ayrı bir hüviyet iddiasında olan kişi şirk içindedir. Şirkten arınma ise mutlak tevhiddir. Bu uluhiyet ve hüviyet tevhidinin birleştirilmesi ile mümkündür. Fakr sırrı, miraç ve tevhidin yaşanmasıdır. Bu nedenle “Fakr iki cihanda yüz karasıdır”buyurulmuştur. Zira karanlık (ama) Hakk’ın zuhur etmediği mertebedir. Gizli hazineyi temsil eder. Fakr içindeki kişide fena hali ile, henüz zuhura çıkmadığı ayan-ı sabite halinde Zattaki yerini bulmuş ve bu hakikati idrak etmiştir. zuhur devam ettiğinden kişi “Bekabillah” ile Hakk’ın kendi varlığında ve hüviyetinde seyrettiğinin farkına varır. Emanet (nefs ve tecelliler) ehline (Allah’a) teslim edilerek “hakiki Müslüman” olunarak “ölmeden önce ölünüz” sırrına ulaşır. Erişilen marifet ilede “İlim ile diri olan ebeden ölmez”hadisinin hakikatine ulaşır. Fakr halini yaşamadan bu hakikatler idrak edilemez. “Allah gani ve hamidir, sizler Allah’a muhtaçsınız” (Fatır/15) ayeti bu hali belirtmektedir.
Hakk’ın her varlıkta (mevcutta) alemlerde her nefs mertebesinde “tecelli hüviyetinde” olduğunun idraki gelişir. Bu idrak ile her mevcuda kendi nefs mertebesinde değer verilir. TEK VÜCUD HÜVİYETİYLE Hakk her mevcudun mertebesinden, o mevcudla isim, sıfat ve Zatıyla hüviyet beraberliği içindedir. Bunu açıklayan kudsi hadiste:
Resulullah (SAV) Efendimiz Allahü Teala’dan naklen anlatıyor;
“Allahü Teala şöyle buyurdu:
-Ey Ademoğlu, hasta oldum; ziyaretime gelmedin.
Ademoğlu sordu:
-Ya Rabbi sen alemlerin Rabbisin... Seni nasıl ziyaret edeyim? Allahü Teala buyurdu.
-Bilmiyor musun? Falan kulum hasta oldu.... Ama sen onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin Beni yanında bulacaktın... Allahü Teala devamla buyurdu:
-Ey Ademoğlu, senden yemekle doyurulmamı istedim, ama sen Beni doyurmadın. Ademoğlu sordu:
-Ya Rabbi, seni yemekle nasıl doyurayım ? Sen alemlerin Rabbisin. Allahü Teala anlattı:
-Falanca kulum senden yemek istedi. Ama ona yedirmedin. Bilemedin mi? Ona yedirseydin beni yanında bulacaktın. Allahü Teala devamla buyurdu:
-Ey Ademoğlu, senden su istedim, ama vermedin. Ademoğlu sordu:
-Ya Rabbi sana nasıl su vereyim? Sen Alemlerin Rabbisin. Allahü Teala anlattı:
-Falan kulum senden su istedi, vermedin. Ona su verseydin Beni yanında bulacaktın... Bunu da mı anlayamadın?”
Bu Kudsi bir Hadisi Şeriftir. Mana kapısını şu şekilde aralayabiliriz:
“Ey Ademoğlu...” şeklinde yapılan hitap ruhadır. Bu ruh ise kalptir. Bilhassa nefsani perde ile perdelenen kalp. Bu kalbe şöyle hitap edilmektedir:
“Ben, belli bir zuhur yerine tecelli ettim. Zuhura geldim orada. Yine belli bir taayyünle de aynı şekilde tecelli ettim; zuhur eyledim. Fakat, bu has zuhurla perdelendim, gizlendim... Özellikle mutlak hakikatimi müşahede edilmeden yana sakladım. Belli bir şekle girmekten ve bir kayda sığmaktan yana kendimi kapadım. Bütün bu işler, bu belli taayyünün özünde oldu. Gel gör ki sen bu taayyünü bilmedin. Ki O mutlak hakikatimin aynıdır.”
Burada “Ya Rabbi, sen alemlerin Rabbısın seni nasıl ziyaret edeyim?” cümlesi bir başka mana taşır. Onu da burada anlatmak icap eder. Şu demektir:
“Belli bir surette seni nasıl müşahede edebilirim? Bilhassa keyfiyeti ve şekli olan bir şeyde... Halbuki sen bu gözde görülen alemlerin suretine inhisar etmekten ve belli bir şekil almaktan yana münezzehsin.”
“Bilmiyor musun?... Kelimesi ile başlayan cümleye verilecek mana ise şu şekilde olur:
“Sen şöyle bir marifete sahip olmadın mı ki, mutlak varlığım her taayyünde, yani göze gelen her belli şeyde vardır. Sonra taayyün halini her mutlak olan mana taşır. Halbuki sen, anlatıldığı gibi, kendinde bir irfana sahip olmadın. Sonra bilmedin ki, o hasta kulun hakikati Hakikatimin aynıdır. Zira onda zahir olan Benim.”
Bu zuhurun belli bir mana şekli şöyle olabilir: İsmin isim verilene nisbeti gibi ki, bu, o hasta kulun ‘Hakikatime’ nisbeti babında bir misaldir, benzetmedir. Kaldi ki, isim, müsemmaya göre ayrı değil, aynıdır.
Yukarıdaki açıklama nazara alınarak, “Bilmiyor musun?” şeklinde gelen cümlenin devamı olan “Eğer onu ziyaret etseydin beni yanında bulacaktın...” cümlesine de bir başka mana vermek icap eder:
“Durum yukarıda anlatıdığı gibi olunca, anlayamadın ki Mutlak Varlığım onun izafi varlığında seyrini tamamlamaktadır. Onu zuhura getirmektedir.”
Yukarıda anlatılan manaların tümüne şu Ayeti Kerime işaret etmektedir:
“O küfredenlerin amelleri ise çöldeki serap gibidir ki susuz onu su zanneder:” (Nur Suresi, Ayet-39).
Mevzuumuz olan Hadisi Şerifin hepsini burada açıklayamadık. Ama kendisi ile bir kıyas yapılacak kadarını açıkladık. Kaldı ki bir kıyas usulü de vardır. Kalanı da buna göre kıyas eyle.
Hakk, mertebelerde seyretmektedir. Taayyün kisvesiyle her mevcudla ilişki içindedir. Fakr, haline ulaşanda ise “Hakk” zuhurdadır. Bu nedenle Efendimiz “Fakr, iftiharımdır” ve “Beni gören Hakk’ı görür” buyurmuştur.
Fakr içindek kişide “hüviyet tecellisi” ile Hakk zuhurdadır. Bu nedenle fakr içindeki kişinin yemesi, içmesi vb. fiilleri Hakk’a aittir. Bu hakikati ifade eden ayet belirtildiği gibi “Attığın zaman sen atmasın Allah attı” (Enfal/17). Atmak bir fiildir. Hakkani fiildir. Yeme ve içme gibi.
Hakk TEK VÜCUD HÜVİYETİN de fakr içindeki kişiyle “hüviyet beraberliği” içinde olduğunu belirtmektedir. “Nerede olursanız O (hüve) sizinle beraberdir” (Hadid/4) hükmüyle hermertebede ve mevcuda kendi nefs mertebesi üzerinden tecelli ilişkisinde olan Hakk’tır. Fakr, hali bu tecellinin zirvesidir. Fena-beka hakikatinin yaşanmasıdır. Kıyas usulü mevcuttur. Yeme ve içme ile belirtilen fiillere, diğer fiilleride eklersen hakikati ve sırrıidrak edersin.
Fakr’ın bekayı gerektirdiği ve beka ile neticelendiği şukudsi hadisle belirtilir:
Resulullah (SAV) Efendimiz Rabbından naklen anlatıyor:
“Allahü Teala, şöyle buyurdu:
-Ben, uğrumda kalpleri kırık olanların yanındayım...”
Görüldüğü gibi bu da bir Kudsi Hadisi Şeriftir. Manasına gelince, şöyle demek icap eder:
“Bizzat Ben, esma ve sıfatla, zatından, sıfatından ve efalinden geçip fena haline yıkılıp gelene tecelli edenim. Böylece, onu beka makamında tahakkuk edebilmesi için bir gözetici, müşahid olurum. Bir bakıma onun kefili olurum... Çünkü o fena haline geçmiştir. Fena haline geçen ise her şeyi bir yana atar, dağınık olur, toparlanamaz. Beka makamına çıkamaz, fena denizinde boğulur... Orada fena olur. O kadar ki, istidadının zafiyeti icabı sahile de dönemez... Meczublar sınıfına girer. Bir türlü beka makamına çıkamaz.”
Şimdi, “Uğrumda” kelimesini biraz açalım. Bu “Bende beka bulmak...” manasına alınmalıdır. Sebebine gelince, bizzat fena, aranan bir şey değildir. Esasen matlup olan beka makamıdır...
Bir irfan sahibi, bu manaya, şu şiir ile işaret eder:
Bir köşe vuslat köşesi olamaz heyhat;
Sadık dahi olsan... ki sende varsa hayat.
“Fakr ateşi” Zati Muhabbet’tir. Sadece zata duyulan sevgi ve aşktır. Zati Muhabbet nuru, insanın nefsi natıkasında dürülüdür ve fakr sırrı açığa çıktığında bu nur ilahi muhabbetin mazharı olur. Zira nefs hakikati Hakk’a teslim edilmiş ve “Muhabbet nuru” baki kalmıştır. Kenan Rıfai Hz.leri bu hakikati “AŞK ATEŞTİR” diye ifade etmişlerdir.
“ihtiyaç ateşi” Zati Muhabbet’ten doğan tecelliyeolan muhtaçlıktır. Zira fakr ehli bilirki Hakk’ın tecellisi bir an kesilse, varlığı sona erer. Bu nedenle Fakr ehli “tecelli”ye muhtaçtır. İhtiyacı olan tek şey vardır. O da Zattır. Nefsini ve nefsindeki tecellileri O’na ait bilir. Zattan “hayır” dışında bir şey gelmeyeceğini bildiğinden zikiri “Hasbunallahu ve nimel vekil” olur. Fakr hakikati, tecellinin insan olma vasfını sağladığınıda idrak ettirir. Zira fakr ehli “benliğini-varlığını” Hakk’ teslim etmiştir. Zira bilirki “Benlik” bir iddia ve şirktir. Benlik (vücud varlığı) Hakk’a teslim edildiğinde arada perde kalmaz. Benlik ortadan kalkınca, neftse tecelli eden Hakk kalır. Bu kişinin nefsindeki “tecelli hüviyeti” dir. İrfan yolundaki “la ene illallah” ve “la ene illa hu” zikirleri buhakikati yaşamak için telin edilir. Kişi benliğinde (ene) Hakk’ı ve tecellilerini (isim-sıfat-Zat) bulur. “Tecelli hüviyeti” ile Hakk’a ayna olur. Bu ise uluhiyet ve hüviyet tevhidi ile yaşanır. Bu nedenle ayan-ı sabite ve nefsi natıka hakikatleri iyi anlaşılmalı ve tahsil edilmelidir. İrfan yolu tahsil edilmeden “benlik şirkinden” yani perdelerden urtulmak imkansızdır. Hakk’ın zulmet ve nurdan perdeleri vardır diye belirtilir. Bu perdeler ancak irdan ile açılır. Kişi nefsi bilip Hu olduğunda varlığı NUR olur. Nur perdeleri ancak bundan sonra o nur ile aşılır. Bunedenle Efendimiz “Vücudundan daha bütük günah olamaz” diyerek benlik şirki kaybolduğunda, bütün şirklerde kaybolur. Kişinin kendsinde bir deişiklik olmaz, tek değişiklik “İRFAN” dır. MARİFET tir. Kişinin kendi benliğini HAKK ile HAKK’ça görmesidir. Varlığının “tecelli hüviyeti” ile Hakk’a air olduğunu idrak etmesidir. Bu isemarifetullahın anahtarıdır. Yoksa benden bir değişiklik olmaz. Kendini “Ahmet” bilirken ve benlik iddiasında bulunurken, varlığında Hakk’ı hüviyetiyle bulmak, tecelliler ile ve nefsin ile Hakk’ın mazharı olduğunu idrak etmendir. Yine Ahmet’sin, ancak idrakin ve marifetin başka olur. Bu sırra ise fakr hali yaşanarak ulaşılır ki, böyle bir Zatta Hakk tecellidedir. Hakher haliyle O’ndan görünür. O’na yaklaşmak Hakk’a yaklaşmak demektir. Zira Hakk insanda zuhur etmektedir. Efendimiz’in “Beni gören Hakk’ı görür” buyurduğu ve Yunus Emre’nin “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” dedikleri makamdır. Böyle bir kişiden Hakk zuhurdadır. Hakk ile perdeler kalkmış, fakr halindeki kişinin nefsinden tecelli eden Hakk olmuştur. Bunedenle O’na yaklaşmak Hakk’ı yaşamak ve idrak etmek iin en önemli vasıtadır. O zat kendindeki hakikatleri taliplere talim ettirerek, onlanda Hakk’a ulaştırmaya vesiledir. Böyle kişilerle karşılaşmayı dilemek ve Hakk’tan talep etmek ve bulunduğunda da O’na uymak Hakk’a yaklaştırır. Zira onlar Efendimiz’in varisleridir. “Allah ve Resulüne itaat edin” (Enfal/20) ayetinin mazharı olmuşlardır. Verasetle Efendimizin temsilcileridir. Onalr “ene razı ente razı” diyerek Hakk’ın rızasını kazananlardır.
Metin madde ve mana fakrını da içermektedir. Maddi ve manevi fakr ve ihtiyaç içinde olnalarla birlikte olunduğunda Hakk ile beraberlik içinde olunacağını şu kudsi hadis belirtmekteidr:
Resulullah (SAV) Efendimiz Allahü Teala’dan naklen anlatıyor;
“Allahü Teala şöyle buyurdu:
-Ey Ademoğlu, hasta oldum; ziyaretime gelmedin.
Ademoğlu sordu:
-Ya Rabbi sen alemlerin Rabbisin... Seni nasıl ziyaret edeyim? Allahü Teala buyurdu.
-Bilmiyor musun? Falan kulum hasta oldu.... Ama sen onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin Beni yanında bulacaktın... Allahü Teala devamla buyurdu:
-Ey Ademoğlu, senden yemekle doyurulmamı istedim, ama sen Beni doyurmadın. Ademoğlu sordu:
-Ya Rabbi, seni yemekle nasıl doyurayım ? Sen alemlerin Rabbisin. Allahü Teala anlattı:
-Falanca kulum senden yemek istedi. Ama ona yedirmedin. Bilemedin mi? Ona yedirseydin beni yanında bulacaktın. Allahü Teala devamla buyurdu:
-Ey Ademoğlu, senden su istedim, ama vermedin. Ademoğlu sordu:
-Ya Rabbi sana nasıl su vereyim? Sen Alemlerin Rabbisin. Allahü Teala anlattı:
-Falan kulum senden su istedi, vermedin. Ona su verseydin Beni yanında bulacaktın... Bunu da mı anlayamadın?”
Bu Kudsi bir Hadisi Şeriftir. Mana kapısını şu şekilde aralayabiliriz:
“Ey Ademoğlu...” şeklinde yapılan hitap ruhadır. Bu ruh ise kalptir. Bilhassa nefsani perde ile perdelenen kalp. Bu kalbe şöyle hitap edilmektedir:
“Ben, belli bir zuhur yerine tecelli ettim. Zuhura geldim orada. Yine belli bir taayyünle de aynı şekilde tecelli ettim; zuhur eyledim. Fakat, bu has zuhurla perdelendim, gizlendim... Özellikle mutlak hakikatimi müşahede edilmeden yana sakladım. Belli bir şekle girmekten ve bir kayda sığmaktan yana kendimi kapadım. Bütün bu işler, bu belli taayyünün özünde oldu. Gel gör ki sen bu taayyünü bilmedin. Ki O mutlak hakikatimin aynıdır.”
Burada “Ya Rabbi, sen alemlerin Rabbısın seni nasıl ziyaret edeyim?” cümlesi bir başka mana taşır. Onu da burada anlatmak icap eder. Şu demektir:
“Belli bir surette seni nasıl müşahede edebilirim? Bilhassa keyfiyeti ve şekli olan bir şeyde... Halbuki sen bu gözde görülen alemlerin suretine inhisar etmekten ve belli bir şekil almaktan yana münezzehsin.”
“Bilmiyor musun?... Kelimesi ile başlayan cümleye verilecek mana ise şu şekilde olur:
“Sen şöyle bir marifete sahip olmadın mı ki, mutlak varlığım her taayyünde, yani göze gelen her belli şeyde vardır. Sonra taayyün halini her mutlak olan mana taşır. Halbuki sen, anlatıldığı gibi, kendinde bir irfana sahip olmadın. Sonra bilmedin ki, o hasta kulun hakikati Hakikatimin aynıdır. Zira onda zahir olan Benim.”
Bu zuhurun belli bir mana şekli şöyle olabilir: İsmin isim verilene nisbeti gibi ki, bu, o hasta kulun ‘Hakikatime’ nisbeti babında bir misaldir, benzetmedir. Kaldi ki, isim, müsemmaya göre ayrı değil, aynıdır.
Yukarıdaki açıklama nazara alınarak, “Bilmiyor musun?” şeklinde gelen cümlenin devamı olan “Eğer onu ziyaret etseydin beni yanında bulacaktın...” cümlesine de bir başka mana vermek icap eder:
“Durum yukarıda anlatıdığı gibi olunca, anlayamadın ki Mutlak Varlığım onun izafi varlığında seyrini tamamlamaktadır. Onu zuhura getirmektedir.”
Yukarıda anlatılan manaların tümüne şu Ayeti Kerime işaret etmektedir:
“O küfredenlerin amelleri ise çöldeki serap gibidir ki susuz onu su zanneder:” (Nur Suresi, Ayet-39).
Mevzuumuz olan Hadisi Şerifin hepsini burada açıklayamadık. Ama kendisi ile bir kıyas yapılacak kadarını açıkladık. Kaldı ki bir kıyas usulü de vardır. Kalanı da buna göre kıyas eyle.
Fakr içinde yaşanan nefsinde Hakikat-i İlahiyeyi ve Hakikat-i Muhammediye’yi taşımaktır. Bu nedenle onlara yaklaşmak Hakk’a yaklaşmak demektir. Buhakikate ulaşmak için nefsin hakikatini idraketmek ve nefs mertebelerinin ve tevhidin irfanla yaşanması gerekir. Nefsin hakikatinde dürülü olan buhakikatler nedenyle hadiste şöyle belirtilmiştir;
“Din kardeşinin maddi ve manevi ihtiyacını karşılayan hac ve umre sevabı kazanır” seninle ihtiyacı karşılayacak olanda HAKK’tır. Kendini O’ndan ayrı gayrı sanma.