Üyelik Girişi
Site Haritası
Önerilen Siteler

R. G. 20. Dokuzuncu Tecelli: İnsanın Sırrı: Ayan-ı Sabite ve Nefsi Natıka

20. DOKUZUNCU TECELLİ: İNSANIN SIRRI: AYAN-I SABİTE VE NEFSİ NATIKA

-      Ya Gavs-ı Azam,insan sırrımdır ve Ben onun sırrıyım! Eğer insan indimdeki menzile arif olsaydı, derdi ki; bütün nefislerdeki nefsim; bu anda mülk yoktur benden gayrı!

Ya Gavs-ı Azam… İnsanın, yemesi, içmesi, mekanı, hayatta duruşu, yayılışı, konuşuşu ve susuşu, yaptığı işi, teveccüh ettiği şey, gaib olduğu şey BENİM. Sekinesi, muharriki ve müsekkiniyim!...

İnsanın sırrı, onun ayan-ı sabitesi ve nefsi natıkasıdır. Ayan-ı sabite insanın İlmi Zatta (Zatı Nefisteki) ilmi hakikatidir. Bu hakikat uluhiyetin bir düzeni olup, Allah’ın ilahi isim ve sıfatlarının bir düzenlemesidir. Kaza ve Kader programı bu ilmi hakikattir. Hakk’ın Zatından-Zatına, Zatıyla, Zatça bir düzenlemesidir. Bu ilmi hakikat (ayan-ı sabite) Zat’ın insana dönük sırrıdır, insanında Zata dönük sırrıdır. Tamamen “Zati Nefs” kaynaklıdır. Bu nedenle insan, Hakkın sırrı; Hakk’ta insanın sırrıdır.

Allah bu sırrı açmak istediğinde, insana “Zati Nefs” in aynası “nefsi natıka” yı armağan etmiştir ki, bu kanalla kendisi bilinsin. Ayan-ı sabite ve nefsi natıka ile ilişkin bilgi makalenin sonunda ayrıntılı olarak verilmiştir. Nefsi natıkanın en kemalli zuhuru “Nefsi Muhammedi” dir. “Allah önce Benim nefsimi halketti” buyuran Hz. Resul nefsi natıkasıyla, Zatı Nefsin aynası ve tecelli ile aynısıdır. Nefsinde “Hu sırrı” ile O’nun hüviyeti taşımaktadır. “Abduhu ve resuluhu” sırrı bu hakikate dayanır. “Ben Allah’tanım müminlerde Benden” buyurarak nefsi natıka itibariyle Hakk’ın sırrı olduğunu ifade etmişlerdir. “Nefsinizden bir resul geldi” (Tevbe/128) ayeti bu sırrı açıklar.

Nefsi natıka Allah’ın tecelli mahallidir. İnsan, nefsindeki tecelliler ile O’nun hüviyetini tecelli anında ve tecelli oranında taşımaktadır. Bu ise “insanın sırrı” dır. Hakk’ın hüviyetini temsil ve tafsil etmedeki hakikattir.

Alemlerdeki her mevcuda, nefsi hüviyeti oranında O’nu temsil eder. Her mevcud taşıdığı isim ve sıfat oranında Zati Nefsin temsil edildiği “birimsel nefisler” dir. Alemlerdeki bu birimsel nefislerin temsil etti hüviyetin tümü “nefsi külli” olarak adlandırılır. İnsan nefsi natıkası itibariyle, alemlerdeki her nefsi taşımaktadır. “Ne var alemde o var Adem’de” lafzı bu sırrı açıklar. İnsan “Nefsini bilip Rabbini bildiğinde” nefsi natıkası itibariyle “nefsi külli” üzerinde halife olarak tasarruf yetkisine ulaşır tabiî ki Allah’ın izniyle…

“Eğer insan indimdeki menzile arif olsaydı” buyurulan sır, “nefsine arif olma sırrıdır”. Zira nefsi natıka hakikati itibariyle Allah’ın nurunu ve Kur’an’ın sırrını taşır. Alemleri içinden ve dışından saran Zati Nefsi (Nefsi Rahman) nefsi natıka aracılığıyla her nefste söz sahibi olur. “Bütün nefislerdeki nefsim” buyurulan insanın sırrı budur. Zira insanın nefsi natıkası kemal üzere Hakk’ın isimlerini ve sıfatlarını taşıdığında (Allah Ademi kendi suretinde yarattı sırrı), alemlerde zuhurda olan ilahi isim ve sıfatlarıda taşımış olmaktadır. Allah’ın izniyle (“biiznihi”) halife olarak alemlerin bütün nefislerinde tasarruf hakkı nefsi natıkasına verilir. Zira nefs Hakk’ın tecelli mahallidir. İnsan sırrı itibariyle bu tasarruf yetkisine “biizinihi” kavuşmuştur. Bu nedenle “Bu anda mülk yoktur benden gayrı” demesi, sırrı taşıması nedeniyledir. Bu sırrı taşıyan “insan-ı kamil” dir. Gavs ismiyle eşyada ve kalplerde tasarruf yetkisiyle O’nda zuhur eden Hakk’tır. “Mülk Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır” (Gafir/16). İnsana taşıdığı bu sır nedeniyle tasarruf yetkisini veren Allah’tır. Bu abduhu sırrı ve fakr sırrıdır. “Fakr tamalandığında O Allah’tır” buyurulan haldir. Bismillah sırrıyla her şeyde tasarruf eden O’dur. İnsan bu tasarrufun zuhur mahalli olmakla şereflenir.

Allah kudsi hadiste şöyle buyuruyor: “Kulum farzlarla yaklaştığı kadar hiçbir şeyle Bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşır. Onu severim. Onu sevince işiten kulağı, gören gözü, söyleyen dili, yürüyen ayağı olurum. Benimle işitir, Benimle görür, Benimle söyler, Benimle yürür vs…”

İnsan yemesi, içmesi ve benzer tüm fiilleri O olur. O’nun hüviyetine bürünerek “kul mertebesinde” O’nu temsil eder. Hakk-kul irtibatında “hüviyet beraberliği” içindedir. “Tecelli hüviyeti” içinde O’nu temsil ve tafsil eder. Fiilde de bu beraberlik devam eder. “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” (Enfal/17) ayeti insanın “hüve sırrı”nı taşıdığını ifade eder. Başka bir kudsi hadiste şöyle buyurulur: Resulullah  (SAV) Efendimiz Allahü Teala’dan naklen anlatıyor;

“Allahü Teala şöyle buyurdu:

-Ey Ademoğlu, hasta oldum; ziyaretime gelmedin.

Ademoğlu sordu:

-Ya Rabbi sen alemlerin Rabbisin... Seni nasıl ziyaret edeyim? Allahü Teala buyurdu.

-Bilmiyor musun? Falan kulum  hasta oldu.... Ama sen onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin Beni yanında bulacaktın... Allahü Teala devamla buyurdu:

-Ey Ademoğlu,  senden yemekle doyurulmamı istedim, ama sen Beni doyurmadın. Ademoğlu sordu:

-Ya Rabbi, seni yemekle nasıl doyurayım ? Sen alemlerin Rabbisin. Allahü Teala anlattı:

-Falanca kulum senden yemek istedi. Ama ona yedirmedin. Bilemedin mi? Ona yedirseydin beni yanında bulacaktın. Allahü Teala devamla buyurdu:

-Ey Ademoğlu, senden su istedim, ama vermedin.  Ademoğlu sordu:

-Ya Rabbi sana nasıl su vereyim? Sen Alemlerin Rabbisin. Allahü Teala anlattı:

-Falan kulum senden su istedi, vermedin. Ona su verseydin Beni yanında bulacaktın... Bunu da mı anlayamadın?”

Bu Kudsi bir Hadisi Şeriftir. Mana kapısını şu şekilde aralayabiliriz:

“Ey Ademoğlu...” şeklinde yapılan hitap ruhadır. Bu ruh ise kalptir. Bilhassa nefsani perde ile perdelenen kalp. Bu kalbe şöyle hitap edilmektedir:

“Ben, belli bir zuhur yerine tecelli ettim. Zuhura geldim orada. Yine belli bir taayyünle de aynı şekilde tecelli ettim; zuhur eyledim. Fakat, bu has zuhurla perdelendim, gizlendim... Özellikle mutlak hakikatimi müşahede edilmeden yana sakladım. Belli bir şekle girmekten ve bir kayda sığmaktan yana kendimi kapadım. Bütün bu işler, bu belli taayyünün özünde oldu. Gel gör ki sen bu taayyünü bilmedin. Ki O mutlak hakikatimin aynıdır.”

Burada “Ya Rabbi, sen alemlerin Rabbısın seni nasıl ziyaret edeyim?” cümlesi bir başka mana taşır. Onu da burada anlatmak icap eder. Şu demektir:

“Belli bir surette seni nasıl müşahede edebilirim? Bilhassa keyfiyeti ve şekli olan bir şeyde... Halbuki sen bu gözde görülen alemlerin suretine inhisar etmekten ve belli bir şekil almaktan yana münezzehsin.”

“Bilmiyor musun?... Kelimesi ile başlayan cümleye verilecek mana ise şu şekilde olur:

“Sen şöyle bir marifete sahip olmadın mı ki, mutlak varlığım her taayyünde, yani göze gelen her belli şeyde vardır. Sonra taayyün halini her mutlak olan mana taşır. Halbuki sen, anlatıldığı gibi, kendinde bir irfana sahip olmadın. Sonra bilmedin ki, o hasta kulun hakikati Hakikatimin aynıdır. Zira onda zahir olan Benim.”

Bu zuhurun belli bir mana şekli şöyle olabilir: İsmin isim verilene nisbeti gibi ki, bu, o hasta kulun ‘Hakikatime’ nisbeti babında bir misaldir, benzetmedir. Kaldi ki, isim, müsemmaya göre ayrı değil, aynıdır.

Yukarıdaki açıklama nazara alınarak, “Bilmiyor musun?” şeklinde gelen cümlenin devamı olan “Eğer onu ziyaret etseydin beni yanında bulacaktın...” cümlesine de bir başka mana vermek icap eder:

“Durum yukarıda anlatıdığı gibi olunca, anlayamadın ki Mutlak Varlığım onun izafi varlığında seyrini tamamlamaktadır. Onu zuhura getirmektedir.”

Yukarıda anlatılan manaların tümüne şu Ayeti Kerime işaret etmektedir:

“O küfredenlerin amelleri ise çöldeki serap gibidir ki susuz onu su zanneder:” (Nur/39).

Mevzuumuz olan Hadisi Şerifin hepsini burada açıklayamadık. Ama kendisi ile bir kıyas yapılacak kadarını açıkladık. Kaldı ki bir kıyas usulü de vardır.  Kalanı da buna göre kıyas eyle.

Hakk, kul mertebesinden kulun nefs düzeyinde tecelli halindedir. “Tecelli hüviyeti” ile kulileberaberdir. Bu sır “Nerede olursanız O (hüve) sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetinde belirtilmiştir. Hakk’ta fail olan Hakk’tır. Kulun “nefs hüviyeti” itibariyle zuhurdadır. Kulun içinde bulunduğu hal “tecelli hüviyeti” ne bürünmesidir. Batında Hakk, zahrde kul olarak. Hüviyet beraberliği içinde olan bu birliktelikte, idrak edilmesi gereken husus, bu birlikteliğin kulun nefs mertebesinden, tecelli hüviyetini taşıması sırrıdır. Bu nedenle Allah “Ben size şah damarınızdan yakınım” (Kaf/16) buyurmuştur. Bu genel hüviyet beraberliğin, özel beraberliğe dönüşebilmesi için nefsin tezkiye edilip marziye ve safiye mertebelerine yükselmesi gerekmektedir. Nefs arındığında hem genel hem özel “hüviyet beraberliği” gerçekleşir. Ozaman insan Hakk’ın sırrı, Hakkinsanın sırrı olur. Bu ise nefs irfanıdır.

Bu nedenle “Ya Gavs-ı Azam. İnsanın yemesi, içmesi, mekanı, yayılışı ve devamı BENİM” buyurur. Zira bu HÜVE sırrıdır. BİHİ ve BİHU sırrıdır. O’nun hüviyetinden başka VÜCUD yoktur (a vücude illa hu sırrı). Tek Vücud hüviyetinde seyreden, uluhiyet mertebelerini sergileyen HAKK vardır. Abduhu sırrıyla insan en kemalli zuhur mahalli olma sırrına sahiptir. İnsan-ı Kamil şöyle biyebilir: BÜTÜN NEFS’lerdeki NEFS’im BEN. Mülk BENİMDİR ve O mülk BENİM NEFSİMİN TAFSİLİDİR” “Zira O, Zati Nefsin mazharıdır”. Bu sır ise insanın ayan-ı sabitesinde ve nefsi natıkasında dürülmüştür. Bu konuda bilgiler aşağıda verilmiştir.

Ayan-ı Sabite Ve Nefsi Natıka İlişkileri

Ayan-ı Sabite, insan dahil alemlerdeki her zerre ve mevcudun Hakk’ın İlmi Zattaki ilmi hakikat programlarıdır. Bu ilmi hakikat programı Hakk’ın Zatında, Zatından Zatına, Zatıyla, Zatça bir düzenlemesidir. Bu düzenleme “İlmi Zat Mertebesi”nde gerçekleşir. İlim Zatı Nefisde dürülü olduğundan Hakkın Zati Nefsindeki İlmi programlarıdır ayan-ı sabite. Kısaca Zati Nefisteki uluhiyet düzenlemeleridir. Ayan-ı sabiteler Zatta, Zatıyla beraber olduğundan ve açığa çıkmadıklarından mahluk değildir. Zatın programları olarak Zatındadır. Bilgisayarı “Zatı Nefis” olarak farzedersek “Windows programı” Hakkın Zatı Nefsindeki İlmi Zat programıdır. Henüz açılmamış halde iken bu programın etkileri olmadığından mahluk değildir. Zatından Zatına, Zatıyla, Zatça düzenlemesidir. Ayan-ı sabiteler “Windows” programındaki henüz suretlenmemiş ve açılmamış “internet adresleri” gibidir. Zatın “Kendinden Kendine” dönen ve henüz zuhura çıkmamış Kendi Zati Nefsindeki programlardır. Açığa çıkan ve çıkacak olan her şeyin programı Zati Nefisdedir. Yani hakk’tadır. İşte “Allah” ismi camisi tüm bu programları da bünyesinde toplanan Zati ismidir Hakk’ın. Bu nedenle bu programlar “Uluhiyetin bir düzenidir” diye belirtilmiştir. Allah ismi tüm ilahi isim ve sıfatları bünyesinde bulundurduğundan ayan-ı sabiteler Hakk’ın ilahi isim ve sıfatlarından Zatın, ilahi isim ve sıfatları ile zuhura çıkmadan önceki konumlarıdır. Ayan-ı sabiteler ilahi isim ve sıfatlar ile “Allah’ın uluhiyetinin” Zattaki programıdır. Allah ise uluhiyetini (ilahlığını) Kur’an ile açığa çıkaracağından ayan-ı sabiteler “Kur’an’ın Zatça” düzenlenmeleridir. Tasavvuf ehli bu nedenle Kur’an’ı “Cemi esma ve sıfatı cami Zat” yani “tüm esma ve sıfatı toplayan Zat” olarak tanımlanmışlardır. İnsanın ayan-ı sabitesi bu nedenle Kur’an ile dürülü olarak programlanmıştır. Bu nedenle kudsi hadiste Allah “İnsan Benim sırrımdır, Ben insanın sırrıyım” buyurmuştur. Diğer tüm mevcutlar Kur’an’dan kendilerinin (nefislerinin) açığa çıkarabileceği istidatları kadar isim ve sıfatlarla düzenlenmiştir. Bu açıdan her mevcud Hakk’ı bilir ve Hakk’ın düzenine uyar ve uluhiyetini Hakkın istediği şekilde zuhura çıkarır. Bu her mevcudun Kur’an’da bahsedildiği tesbihidir. Yani Hakkın kendi programları doğrultusunda uluhiyetini kendilerinde açığa çıkışını biliş ve kabul ediştir. Her ayan-ı sabiteye varlık veren Nefesi Rahman’dır. Yani Zati Nefsin uluhiyetini ilan için onlara Zati Nurundan varlık vermesidir. Bu husus “Nefesi Rahman” makalemizde anlatıldı.

Nefesi (Nefsi) Rahman ayan-ı sabitelere varlık verdiğinde, Hakk’ta her mevcuda kendince bilecek bir özellikte kendi Zati Nefsine “ilahi ayna” olarak nefsini verdi. İnsana ise özel olarak “NEFSİ NATIKA” sını armağan etti. Nefsi natıkayı Allah’ın nuru ve Kur’an’ın sırrı ile dürerek, ayan-ı sabiteleri zuhura çıkarabilecek tarzda, taayyün mertebelerinden şehadet alemine beden kalıbıyla nüzul ettirdi. Nüzulundan önce elest denilen hadise ile bu idrak sahibi ve hayy olan cevhere “Ben sizin Rabbınız değilmiyim?” sorusunu yöneltip, “Evet Rabbımızsın” cevaplarına nefislerini şahit tuttu. Bu şehadetin yaşanıp idrak edilmesi için ayan-ı sabitelerindeki hakikatleri (NUR – İLAHİ ESMA – KURAN) açığa çıkarmak ve onlarla ahlaklanmak üzere şehadet alemine indirildi. İşte bu nedenle Allah “Ben Ademi kendi suretimde yarattım” ve “Ben Ademi Rahman suretinde yarattım” buyurmuştur. Nefsi natıkasını, Zati Nefse ilahi ayna olarak vermiş ve nefsinde ilahi isim ve sıfatları yaşayarak “kendinin bilinmesini” murat etmiştir. Bu nedenle “Nefse ve onu düzenleyene yemin ederim ki” buyurmuş ve “Nefsi düzenleyip ona ruhumdan nefh ettiğim (üflediğim) zaman” (Sad/72) ayetiyle bu düzenlemenin ne muhteşem bir şey olduğunu bize ifade etmiştir. İşte nefs, Allah’ın ruhu ve nuru nefh edilecek ayan-ı sabitesindeki, yani programında olan ilahi isim ve sıfatları yani Zati ilahiyi yansıtacak ayna olmuştur. Bu nedenle “kendi suretimde” ve “Rahman suretinde” yarattım diyerek insana muhteşem bir sırrı vermiştir. Kudsi hadiste belirtildiği gibi “Ey Ademoğlu! Seni Kendim için alemleri de senin için yarattım” buyurarak insanın Zatı için ne kadar keremli bir varlık olduğunu belirtmiştir. İlahi isim ve sıfatların suretlerini açığa çıkarmak demek onlarla “ahlaklanmak” demektir. Bu nedenle hadiste “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız ve Peygamber ahlakı ile ahlaklanınız” buyurmuşlardır. Peygamber Efendimiz (sav) in nefsi natıkası Hakka mutlak ilahi ayna olduğundan O’nun ayan-ı sabitesi en mükemmeli insanlık alemine örnek olmuştur. Bu nedenle O, “benim mucizem Kur’andır” ve “Ben gören Hakk’ı görmüştür” buyurmuştur. Ve her insanın hem ayan-ı sabitesi hem nefsi natıkası bu hakikatlerle dürülü olduğundan hadiste “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar” buyurarak bu hakikatlerin yaşanabileceğini ve bunun tüm insanlık için geçerli olduğunu belirtmiştir.

Bu hakikatlere örnek verecek olursak insanın her hücresi kromozomlarında DNA dediğimiz genetik şifreyi taşır. DNA şifrelerini ayan-ı sabiteye benzetirsek, DNA kanalıyla açığa çıkan etkiler ve sonuçlar hücrelerdeki tüm faaliyetlerin kaynağı ve yöneticisidir. Fonksiyonlar bu yönetim ile açığa çıkar. Zatının Zatındaki düzenlenmeleri olan ayan-ı sabiteler, nefsi natıkalarda açığa çıkacak faaliyetleri yöneten denetim merkezleridir. Ayan-ı sabiteler Zatın, Zatındaki düzenlemeleri olduğundan nefsi natıkayı idare edende Zat’tır. Ama tasarrufu ayan-ı sabiteye yani ilahi programa ve nefsin Hakka verdiği malum bilgi üzerindendir. İşte kaza ve kader konusu burayla çok ilgilidir. Kaza ve kaderi ortaya çıkışında hem insanın nefsi mertebesinin rolünün hem İlahi Zatın rolünün açıklanabileceği konudur. Mutlak ve Muallak kaderin açıklanmasıda bu konu ile yakından ilgilidir. Çok geniş olduğundan sadece değinerek geçtik. Bu konuyla yine DNA üzerinden örnek vererek devam edersek;

İnsan nefsiyle DNA’sına devamlı “malum bilgi” göndermektedir. Beslenmesi, sigara ve içki içmesi, yaşam tarzı, öfkeleri, sevinçleri, konuşması üzerinden DNA sına mesaj vermektedir. Olumlu veya olumsuz. Bu DNA ya yani her hücreye ulaşan malum bilgidir. Tasavvuf ve ilme göre “İlim maluma tabidir”. Sonuçlar malum bilgi üzerinden değerlendirilip, neticeleri de o bilgiye göre oluşacaktır. Örneğin sigara içen bir birey DNA sına bu malum bilgiyi gönderecektir. DNA’da bu malum bilgi üzerinden kendini düzenleyecek, bir süre kendini koruduktan sonra sınır aşıldığında hastalıklar (KOAH, kanser) açığa çıkacaktır. Verilen malum bilgi ile ilimde olan bir şey açığa çıkacaktır. İlim, sigara içenlerde böyle hastalıkların çok sıklıkla, içmeyenlere göre, ortaya çıktığını belirtmektedir. Bugün DNA’ların her türlü dış ve iç etkenlerle değiştiğini ilim bildirmektedir. Biz insanlarda stres faktörü olarak bu bulgunun farkındalığını yaşamaktayız. İşte bizde nefsimizdeki malum bilgilerle (ilim-ahlak, tecrübe, yaşantı vb.) ayan-ı sabitelerimize yani Zata böyle malum bilgiler vermekteyiz. Yani ayan-ı sabitelerimizden açığa çıkacak olan ilahi isim ve sıfat tercihi ve Kur’an’ın ilgili bölümlerinin açığa çıkış tercihlerini Hakka nefsimizdeki bilgilerle vermekteyiz. Bu hakikati ehlullah; “Suyun rengi kabının rengidir” diye belirtmiştir. Nefsimizdeki malum bilgi üzerinden Allah bizi değerlendirmekte ve bu bilgiye göre bize tecelli etmektedir. Biz ne kadar “Kur’an ahlakı” ile yaşarsak ahiret tercihimizi bugünden oluşturmaktayız.

Bu nedenle hadiste “99 esmayı ihsa etmeyen Cennete giremez” buyurmuşlardır. 99 esma ile özetlenen ayan-ı sabitemizde dürülü olan ilahi isim ve sıfatlardır. Nefsi natıkamızın bu ilahi isim ve sıfatlarla ahlaklanarak şehadet aleminden ahiret alemine gitmemiz istenir. Ayan-ı sabitemizde batın-evvel olarak bu 99 esma ile özetlenen ilahi isim ve sıfatlar dürülüdür. İşte zahir ve ahirimiz olan dünyada bunları yaşayarak ilahi hüviyetin aynası olarak evvel-ahir-zahir ve batınımızı bütünleştirerek ahirete gitmemiz istenmektedir. Hz. Mevlanın “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” cümlesindeki bir hakikat de budur.

Zira Allah ilahi hüviyetiyle zahirdir, batındır, evveldir, ahirdir. Kendi suretinde yarattığı insandan da bu özellikleri birleştirmesini istemektedir.

Nasıl ki DNA her hücrede vardır ve her hücrenin faaliyetlerini yürütür. Kendi hücresindeki faaliyetleri yürütürken Kendi faaliyetleri dışındaki genel faaliyet bilgileri DNA’larda dürülü iken zamanı gelince açığa çıkmaktadır, insanda da ilahi isimler böyle genel ve özel hallerde zamanı gelince açığa çıkarlar. Bu Allah’ın Dehr ismiyle ilahi isim ve sıfatları yaşamayı zamana yaymasından ibarettir. Ayan-ı sabitemiz ise bu hakikatleri bir bütün olarak taşımaktadır.

Bugün bilinen bir hakikate dikkat çekmek istiyorum. Bilgisayar programı 1 ve 0 tabanlı yani ikili bir sistem üzerine kuruludur. DNA programı ise dörtlü bir sistem üzerine kuruludur. Batınımız ise 99 esma ile özetlenen sonsuz bir programın sahibidir.

Ahiret aleminde batın halimiz, zahire; zahir halimiz batına dönecektir. Yani bizi ahiret alemin de en az 99 tabanlı bir zahir program beklemektedir. Bugün için bunun hayali bile mümkün değildir. Ancak mükemmelliği üzerinde vurgu yapmak için belirtilmiştir. İşte kişi nefsi natıkasını ne kadar tezkiye ederse ve kendisinden çıkardığı ilahi isim ve sıfatlar ne kadar çok olursa ahretteki yaşamı o kadar muhteşem olacaktır. Ya da tersi. Nefsi natıkamızı, ayan-ı sabitemize ulaştırırsak yani Zati programa ulaşırsak Zatında yerimizi almış oluruz. Hem de daha bugünden. “Ölmeden önce ölünüz” hadisi ve “İlim ile diri olan ebedi ölmez” hadisi bu gerçekleri anlatır. Tasavvuf ehli böyle hali “Künhü Zat Cenneti” olarak adlandırmış ve yaşamın amacının “geldiği gibi gitmek” olduğu vurgulamıştır. İslam fıtratında doğup, İslam olarak ölmek olduğunu vurgulamışlardır. Bunu belirten ayeti kerimede “Sakın ha ölmeyin, ancak Müslüman olarak ölün” (Bakara/132) diye vurgulanmıştır.

Nefsi natıka aslı nur ve Kur’an sırrı olduğundan, onu asli haline ve batın olan haline döndürmek ancak tevhid ve nefs mertebelerinin eğitimi ile olabilir. Nefs tezkiyesi ve mücahedesi bu yolda anahtardır. Bu yolda rehberler ise arifibillahlardır. Zira onlar bu yolu gidiş-dönüş olarak yaşayıp Hakk’ın halifesi, Resul’ün varisleri olmuşlardır. Kişinin kendi hakikatine ulaşmanın yolu budur. Ayan-ı sabite ile Zat aleminden nefsi natıkanın şehadet alemine iniş yolunu (nüzul) takip ederek; şehadet aleminde nefsi ile yeniden Zat alemine ulaşma (uruç) yoludur. Aslına ulaşmaktır. Kişinin miracını tamamlayarak “kelime-i şehadeti” idrakle söyleyerek Müslüman olma yolculuğudur. Bu da ancak “Nefsini bilen Rabbını bilir” hadisinin idrakle yaşanması ile mümkündür. Peygamber ve varisleri bu yolculuğun rehberleridir.

İnsanın Hakikati = Nefsi Natıka

İnsanın hakikati “BEN” dediği hakikatidir. İnsanın benliği; onun şahsiyetini, hüviyetini ve varlığını temsil eder. İnsanın şahsiyetini, hüviyetini kısaca benliğini temsil eden hakikati kişinin nefsi natıkasıdır. Nefs sahip olduğu vasıf ve ahlaklarla ile kişinin şahsiyetini ve hüviyetini belirler. Nefs taşıdığı vasıfları zahire çıkaracak etkilerini dünya adına verdiğimiz şehadet aleminde açığa çıkarır. bu nedenle şahsiyetimizi oluşturan nefsi anladığımız ve idrak edebileceğimiz ölçüde kedimizi biliriz. Bu nedenle “Nefsini bilen Rabbını bilir” buyurulmuştur. Nefs hakkında bazı bilgiler verecek, onun vasıfları ve nefsin kişiye ve Rabba bakan yüzlerini idrak edebiliriz.

“Nefse ve ona bir takım kabiliyetler vererek onu sevva edene (düzenleyene) yemin ederimki” (Şems/7) ayetiyle Allah nefs ve kendi üzerine yemin etmeyi bir ayette toplayarak “nefse” dikkat çekmiştir. Nefs, Hakk’ın düzenlediği batıni ve manevi bir cevherdir. Mahiyetinin bilinmesi ancak etkilerinin bilinmesi ile kısmen anlaşılabilir. Nefs nur olduğundan tam mahiyeti bilinemez. Zira bugünkü ilmimizle “nur” ile ilişkili bilgileri idraki etmeniz sınırlıdır. “Nur ilmi” açıldığı ölçüde “nefs” hakkındaki ilmimizde bununla beraber paralel olarak artacaktır. Nefse bir takım kabiliyetler verilmesi şu ayetle açıklanmıştır:

“Onu tesviye edip (kabiliyetlerle donatıp) ruhumdan nefh (üflediğim) ettiğim zaman…” (Sad/72)

“Ona ruhumdan nefh ettiğimde” (Hicr/29)

Nefsteki tüm kabiliyet ve istidatlar Allah’ın kendi Zati Nefsinin izdüşümü olan “nefsi natıka”mızda dürülmüştür. Bu bizim İlmi Zattaki (Zati Nefisteki) ilmi hakikatlerimizde (ayan-ı sabite) dürülü olan istidat ve kabiliyetlerdir. Bunlar ise uluhiyetin düzeni alan ilahi isim ve sıfatların açığa çıkacak şekilde programlanmasıdır. Bu bizim evvelimizi ve batınımızı oluşturan ilmi hakikatlerdir.

Kur’an “Cemi esma ve sıfatı cami Zat” yani tüm ilahi isim ve sıfatları toplayan Zat olduğundan ayan-ı sabitelerimiz “Kur’an’ın sırrını” taşır. Her ilahi isim ve sıfatta “Nuru ilahi” olduğundan ilmi hakikatlerimiz (ayan-ı sabite) “Allah’ın nuru”nu taşırlar. İlmi hakikatlerimizde Zatta Zatın düzenlemeleri ve programları olduğundan “Zati İlahi Nuru” taşırlar. Bunun kaynağı ise “Nefesi (Nefsi) Rahman” adını verdiğimiz Zatın hakikatimize “Nur ve Kur’an” olarak yönelmesinden ibarettir. Bunu belirten ayetlerde;

“Rahman. Kur’an’ı talim etti. İnsanı halketti. Beyanı öğretti” (Rahman/1-4)

Nefsi Rahman, hakikatlerimize Kur’an sırrını talim ederek “İnsan” olmamızı ve Kur’an ile beyanı ve yaşam sırrını vererek bizi halk etmiştir.

Nefsimiz işte bu kabiliyetler verilerek ilmi hakikatlerimizdeki (ayan-ı sabite) istidat ve kabiliyetlerimizin açığa çıkması için bizlere “emanet” olarak verilen hakikattir.

İşte nefsi natıkaya bu hakikatler yüklenerek, sorumluluk ta yüklenmiş olmaktadır. İşte Allah, “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” sorusunu bu hakikatlere sorarak, “Evet Rabbımızsın” cevaplarına ve sözlerine nefislerimizi şahid tutarak bizleri bu imanımızı şehadet aleminde “itaat ederek” yaşamımız için bizleri dünyaya indirmiştir. Bu hakikatin yerine getirilmesini de şu ayetlerle açıklar;

“Ey iman edenler, sözlerinizi yerine getirin” (Maide/1)

“Bana verdiğiniz sözü tutun” (Bakara/40)

İnsan bu sözü yerine getirip ahde vefa göstermesi için şehadet aleminde yerini alır. Şehadet alemine gelene kadar kendisinde “taayyün ve tecelli mertebeleri” nin hükümleri de oluşur. “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar” hadisi ile her insanın “İslam istidat ve kabiliyeti” donatısıyla şehadet aleminde yerini alır. Nefs dünya aleminde kendine ilişen ilim, ahlak, tecrübe ve sıfatlar ile ya aslını korur; ya da aslından uzaklaşır. İşte nefs tezkiyesi ve terbiyesi-mücahedesi işte aslından uzaklaşan nefsi natıkanın, kendi asli hakikatine ulaşma yoludur. Bu hakikate ulaşmayı sağlayan her şey nefs tezkiyesi yolunda kullanılacak yöntemlerdir.

Nefse “Ruh” nefh edilerek, nefs ruhu kabiliyet ve istidatları ölçüsünde yansıtacak vasıflara da bürünür. İşte insanı “halife-Adem” kılan bu nefh edilen bu ruhtur. Meleklerin secde ile emrolunduğu insanın hakikatinde dürülü olan “Allah ruhu”dur. İnsan bu ruhu yansıttığı oranda alemlere halife olmaktadır. Şimdi “ruh” hakkında bilgi vererek nefsimizin taşıdığı hakikati biraz daha açalım. İlk nefh edilen ruh, “Ruhul azam” olup Allah’ın Zatı sıfatlarının nefse taşıyabileceği istidatı oranında sunulmasıdır. Allah’ın Zati sıfatları “Vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, kaim bi nefsihi, Muhalefetülil havadis” tir. Nefsin bu sıfatların mazharı ve tecelligahı olma vasfını kazanmasıdır.

“Ruhul Kudus” ise Allah’ın “hayat, ilim, irade, kudret, sem, basar, kelam” sıfatlarının nefse nefh edilmesidir. Nefsin bu sıfatların tecelligahı ve mazharı olma vasfını kazanmasıdır. Nefsi natıka bu sıfatların ve sıfatların açılımı olan ilahi isimlerin tecelli mahalli olma vasfını kazanması ve bütün ilahi isim ve sıfatları yansıtacak “ilahi ayna” halini kazanmasıdır. İşte “nefh edilen ruh” ile nefs, ilahi vasıfları taşıyan özelliğe bürünür. “Adem’e tüm isimleri öğretti (talim etti)” (Bakara/31) ayetiyle insanın bu özelliği anlatılmıştır.

Nefsi natıka, ilahi isim ve sıfatları yansıtan ayna olmuştur. En kemalli nefsi natıka Peygamber Efendimizin nefsidir. Bu nedenle “Allah önce benim nurumu, nefsimi ve ruhumu halketti” buyurmuştur. “Nefsinizden bir peygamber geldi” (Tevbe/128) buyurarak Efendimizin nefsine benzer nefislerle açığa çıktığımız vurgulanmıştır. “Ben, Allah’tanım, müminlerde benden” buyuran Hz. Resul, bir açıdan bu özelliğini vurgulamıştır. Kudsi hadistede “Ben Ademi Kendi suretimde yarattım” ve “Ben Ademi Rahman suretinde yarattım” buyurarak bu özelliklerini vurgulamıştır. “Kendi suretimde” derken Zati özellikleri ile “Rahman suretinde” derken ilahi isim ve sıfatları kastetmektedir.

Nefs tezkiyesi bu vasıfları yansıtabilecek özelliği kazanmak için mutlak surette gereklidir. Zira bu vasıfları yansıtabilen nefsi natıka ancak ilahi vasıfları açığa çıkarabilecek mertebeye ulaştığında “arza halife” olur. “Ben Adem’i arza halife kıldım” buyuran Allah bu ilahi isim ve sıfatları gerçek hüviyetleri ile açığa çıkaran nefsi halige kıldığını ilan etmektedir. Diğer nefisler ise kendi mertebelerinin halifeleridir. “Alemlere halife” olan ise “Kendi suretinde yarattığı” insanlardır. Onlarda bu vasıfları ancak “nefs tezkiyesi” yolu ile kazanmışlardır. Bu nedenle nefs mertebelerinin tahsili gerekir.

Nefs mertebeleri;

1. Nefsi emmare:     Nefsi natıka bu mertebede “nefs” adını alır.
2. Nefsi levvame:     Nefsi natıka bu mertebede “ruh” adını alır.
3. Nefsi mülhime:     Nefsi natıka bu mertebede “kalp” adını alır.
4. Nefsi mutmainne: Nefsi natıka bu mertebede “akıl” adını alır.
5. Nefsi radiye:        Nefsi natıka bu mertebede “ sır” adını alır.
6. Nefsi mardiyye:    Nefsi natıka bu mertebede “hafi” adını alır.
7. Nefsi safiye:         Nefsi natıka bu mertebede “ahfa” adını alır.

Nefs mertebelerinin tahsil edilmesi nefs tezkiyesinin en önemli yoludur. İrfan yoluna çıkmak sonu miraç olan hakikate nefsi ulaştırmaktır.

Allah “Gökteki ve yerdekileri sizin emrinize verdi” (Casiye/13) buyurarak Adem’in halifeliğini ilan etmiştir. Allah kudsi hadisinde “Ey Ademoğlu! Seni Kendim için, alemleride senin için halkettim” buyurarak bu gerçeği ilan etmiştir. “Ben insanın sırrıyım, insan Benim sırrımdır” buyurarak yukarıdan beri anlattığımız hakikatleri açıklamıştır. İnsanın Kendi indindeki yerini gayet net belirtmiştir. İnsana düşen görev ise nefs tezkiyesi yoluna çıkarak, nefs mertebelerinin eğitimi ile kendi asli hali olan Allah’ın Nuru ve Kur’an’ın sırrına ulaşmak için gayet göstermesidir. Bunun sonu ise nefsi natıka’yı Kur’an-ı Natık kılmak ve Allah’ın nurunu “göz nuru” olarak müşahede etmektir. bu yolun başıda sonuda “Bismillahirrahmanirrahim” hakikatidir. Nefs tezkiyesi yoluna Besmele ile çıkılır. “Allah Adına” ve “Allah ile” yola çıktığının bilincine varmaktır. Sonu ise “Billahi” sırrıyla “fiili Besmele” olup Kur’an’ı yaşamaktır. Bu nedenle “İkra (oku)” emriyle Peygamber Efendimizden ve bizlerden istenen nefsi natıkamızda dürülü olan “Kur’an Sırrı”nı açığa çıkarmaktır. “Oku” emriyle istenen Kur’an’ın hem okunması hemde yaşama geçirilmesidir. Kur’anın ilk inen emri “İkra bismirabbikellezi halak” (Alak/1) “Yaradan Rabbinin adıyla oku” ayetidir. Rabbının adıyla derken, nefsimizde tecelli eden Allah kanalıyla, O’nun adına işlere başlamaktır. Her işe “besmele” ile başlama bu nedenle nefs tezkiyesinin ahahtarıdır. “Besmele” Kur’an’ın şifresi, özü ve anahtarı olduğundan, besmele ile her işe başlanmalıdır. “Bismillah her hayrın başıdır” hadisi bu konuda bize ışık tutar. Her işe, nefsi natıkamızın hakikati olan “NUR” ve “KURAN” ile başlamaktır. Aslına olan yolculuğun anahtarı bu nedenle besmeledir. Zira “nefsi natıka” beden kalıbına girdiğinde faaliyete geçerken “hayvani ruh” arada vasıtadır. Hayvani ruh için besmele söz konusu değildir. Nefsi natıkanın hem bedene hem hayvani ruha hakim olması için “BESMELE” faaliyeti Hakk’a ulaştıran özdür.

“Güzel söz O’na çıkar” (Fatır/10) ve “Salih amel O’na yükselir” (Fatır/10) ayetleri hayırlı amellerin ancak Besmele ile söz konusu olabileceğini açıklar. Besmelesiz her iş günlük kalır ve Hakk’ın huzuruna ulaşamaz. İnsani ruh denilen nefsi natıkamızın hayvani ruha hakim olması ancak “besmele” ve “nefs tezkiyesi” kanalıyladır. Zira bizdeki kötü ahlakların ana kaynağı “hayvani ruh” tur. Özellikle nefsi emmare ve nefsi levvame mertebelerinde hayvani ruh hakimdir. Diğer mertebelere yükselebilmenin yolu nefsi natıkayı güçlendirmek ve onu bilmek sayesinde mümkündür. Kişi başladığı yeri ve hedefini ve aradaki yoldaki yöntemleri bilirse hedefine ulaşması daha kolay ve zahmetsiz ve zevkli olacaktır. Bu nedenle “İlim kadın ve erkek her müslümana farzdır” buyurulmuştur.

Allah kendi suretinde yarattığı insana Zati (Kendi) Nefsini tanıtmak için Kur’an ve Resulünü vasıta kılmıştır. Kendi ve Resulünün vasıflarını bildirerek ve nefsi natıkasına bu programı yükleyerek insana irfan yolunu açık tutmuştur. “Muhammeden Resul Allah” hakikatini alemlerde “Muhammed=İnsan-ı Kamil” “İrsal edilen Kur’an” “Allah ismi camisi” olarak açmıştır.

İnsan anlatılan vasıflarla en kamil halifedir. Kur’an’ın ikiz kardeşidir. Hz. Resul bu hakikati “Benim mucizem Kur’an’dır” ve “İnsan ve Kur’an bir batında doğan ikiz kardeştir” hadisleriyle açmıştır. Allah Zati Hüviyetini alemlerde en kemalli olarak Kur’an ve İnsan ile açmıştır. Bu nedenle alemler fiili Kur’an, temsili Kur’an ve tafsili Kur’an’dır. Alemlerdeki her mevcut (şey) kendi mertebesinde Kur’an’ın hüviyetinin bir açılımıdır. “Kayıtlanmış” ve “sınırlanmış” hüviyetleri temsil eder. İnsan, zaman içinde Kur’an-ı Natık olarak, Allah’ın hüviyetini yansıtan ilahi ayna olarak alemlerdeki kerim ve şerefli yerini alır. Zati Nefsin aynası olan nefsi natıkasını Kur’an-ı Natık ve Nur haline getirebilen insan “Allah’ın halifesi” ve “Peygamber varisi” olma hüviyetine ve şahsiyetine ulaşır. Bu açıdan kendi Zati Nefsi hüviyetini alemlerde Kur’an ile açan Allah’ı hüviyetini (HÜVE) Kur’an ve Resul kanalıyla tanıyabiliriz. Kur’anda (HÜVE) ile belirtilen özellikler Allah’ın Zati Nefsi hüviyetini belirten ayetlerle açıklanmıştır: Hüvel evveli vel ahiri vezzahiri bel batın ve hüve külli şeyin alim” (Hadid/3) “O (İlahi hüviyetiyle) evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır ve O (ilahi hüviyetiyle) her şeyi bilicidir” “Ademi Kendi Suretinde yaratan” Allah, nefsi natıkaya da tecelli ederek bu isim ve sıfatlarla nefsi donatmıştır. Yani her insan tecelli oranında ve tecelli zamanında “sınırlanmış” ve “kayıtlanmış” olarak ilahi hüviyetin birer temsilcisi olmaktadır. Tabi ki temsil ettiği isim ve sıfatların düzeyi ve kalitesi oranında. Bu o kişinin “genel kulluğu”dur. Hakk kendine “özel kul-halife” seçtikleri üzerinden ise “özel hüküm”lerini yürütür. Bu kişiler (özel seçilmiş kullar) ilahi isim ve sıfatları gerçek ve hakiki hüviyetleri ile açığa çıkaran kullardır. Bu nedenle “Beni gören Hakk’ı görür” buyuran Resul’ün varisleridirler. Her kişi istidadı oranında gayretle bu ilahi vasıflara nefs tezkiyesi ve irfan yoluyla ulaşabilecek şekilde halkedilmişlerdir.

İnsanın nefs tezkiyesine başlarken bilincinde olması gereken diğer husus ise “Allah ile” her an, her durumda, her halde olan doğrudan ilişkisidir. “Ben size şah damarınızdan yakınım” (Kaf/16) ve “Nerede olursanız O (İlahi hüviyetiyle) sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetleriyle her insan Allah ile “hüviyet beraberliği” içindedir. Nefsine yüklenen ilahi isim ve sıfatlar kanalıyla İlahi Zatla daim bir beraberlik içindedir. O (ilahi hüviyetiyle) işitici, bilici, görücü, şahid, gözetleyici vb… dir. İnsanda nefsine yüklenen bu isim ve sıfatlarla bu özellikleri taşır. Yani bu özellikleri “Allah” vasıtasıyladır. “Allah” sayesindedir.

Nefsindeki yüklenen bu özellikler ve nefsiyle daim olarak “Allah ile” billahi sırrıyla birliktedir. Kişi yaşamı içerisinde bu beraberliği ne kadar yaşarsa nefsi o derece tezkiye olur. Bu bilinç süresi ne kadar çoğalırsa nefs tezkiyesi kolaylaşır ve irfan yolunun kat edilmesi çabuklaşır. Zira hadiste şöyle buyurulmuştur: “İman nerede olursan ol Allah’ın seninle olduğunu bilmendir”.

Besmele ile başlanan her işte “Allah ile” olduğunun idraki kişiyi uçakla bir yerden bir yere seyahat etme çabukluğunda “Allah” idrakine ulaştırır. Bu bilinç ve idrak süresi ve yaşama sokuluşu kişiyi hedefine ulaştıran en etkili yöntemlerdir. Bu iki unsur olmadan nefs tezkiyesi yoluna çıkmak zahmetli ve uzun süre olan yöntemleri içerir. Diğer etmen ise ilimdir. “O (ilahi hüviyetiyle) her şeye alimdir” (Hadid/3) ayeti bizim nefsimizi ilim ile donatmamız gerektiğinin en önemli delilidir. Bu nedenle “İlim öğrenmek kadın erkek her müslümana farzdır”; “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz”, “İlim müminin yitik malıdır, nerde bulsa almalıdır” hadisleri buyurulmuş ve bizlere nefs tezkiyesi yolu açılmıştır. Zira nefs tezkiyesi cehalet karanlığından ilim-irfan aydınlığına yapılan yolculuktur. İlim olmadan bu hakikatin gerçekleşmesi çok zor ve zahmetlidir. İlim; zahirde ve batında olsa bir bütünlük içersinde bizi nefsimizin hakikatine götüren nurdur. İlim ile amel ve ihlaslı niyet bu nuru kalıcı kılan ana unsurdur. İlim-niyet-ihlas-amel dörtlüsü nefs tezkiyesinin sağlıklı olmasındaki ana etmenlerdir. Zahir-batın-evvel-ahir birleştirerek bu gerçeklere ulaşılır.

Allah’ın Adem’e bütün isimleri öğretmesi ilimden en büyük hissenin verilmesi demektir. Allah isimleri ile bütün hakikatlerini açığa çıkarır. nefsi natıka ilim tecellisininde merkezidir. Nefsi natıka ile ilgili biraz daha bilgi verelim.

Nefsin (Nefs-i Natıka’nın) Hakikati

Nefs kelimesi bir şeyin zatı, kendisi, öz varlığı manalarına gelmektedir. Nefs-i natıka insan nefsi için isim terkibi olarak verilen isimdir. Nefs-i natıka bir hakikat olup, sıfatlarının değişmesi ve bulunduğu mertebeleri temsil edecek surette nefs, ruh, kalp, akıl, sır, hafi, ahfa isimlerini alır. Nefsi natıka bir ve vahid olup sıfatlarının değişmesi ile aldığı isimler değişir. Bu sıfatlar nefs mertebelerinde açıklanmıştır.

Nefs-i Natıka’nın tarifi şöyledir: “En nefsün natıkatün kaimûn bizatihi, la eyne, nurun min envarillahi teala minellahi meşrikuha ve magribuha”

Nefs-i natıka Allah’ın Nur’larından bir nurdur. Zatıyla kaimdir, mekanı yoktur. Allah’tan geldi, Allah’a gidecektir.

Nefs-i natıka Allah’û Tealanın Zat’ının, muhabbetinin, nurunun, gölgesinin mazharıdır. Nefis mukaddem ve ezelidir. Allah’ın Zatına mahsus sıfatların mazharıdır.

Allahû Tealanın Zatına has sıfatları altı tanedir:

1. Vücud:               Allah vardır, tüm mevcutların varlığı O’ndandır.
2. Kıdem:               Varlığının evveli yoktur.
3. Beka:                 Varlığının sonu yoktur.
4. Vahdaniyet:        Varlığı bir ve Tek’tir. Başka varlık yoktur.
5. Kıyam binefsihi:   Varlığı kendindendir. Nefsiyle kaimdir.
6. Muhalefetül lil havadis   : Yaratılmışlara benzemekten, onlar gibi olmaktan münezzeh ve müstagnidir.

İşte kısaca belirttiğimiz bu altı sıfatın mazharıdır. Mazharı demek, bu sıfatlar nefsi natıkada da vardır demektir. Ancak bilkülliye mazharı demek değildir, bu sıfatların zıllı yani gölgesi mesabesindedir. Tam mazharı değil, tecelli anında ve tecelli oranında, nispetinde belki kısmen aynısıdır. Bireysel nefsi natıka tüm tecelliyi kaldıramaz. Tecelli oranında hakikatini idrakte elde ettiklerini kullanır, bu vasıta ile bu 6 sıfatı idrak yolunda yol alır.

Gölge sahibinin varlığı ile gölgenin varlığı arasında nasıl büyük fark var ise ve gölge, gölge sahibi ile varlığını devam ettiriyorsa, nefisde varlığını, Mutlak Zat olan Allah’ın varlığı ile devam ettirir. İlahi Zat’ın Varlığının sonu yok ve ebedi olduğuna göre, nefisde tecelli gölgesi olarak varlığını devam ettirir. Gölge, sahibinin aynısı değildir, sahibinden başkasıda değildir. Nefisde Hakk’ın varlığının aynı değil fakat gayrısıda değildir. Ciddi ve dikkatli düşünmelidir. HÜVEL HAKK değildir, fakat bihasebis sıfat, MİNEL HAKK ve MEAL HAKK’dır. Nefsi natıka aynı zamanda Kur’an’ın sırrı makamıdır.

İnsanın hakikati olan nefsi natıka, taayyün mertebelerinden geçerek, bir süreç içerisinde şehadet ve kesafet aleminde ortaya çıkar. İnsanın zatını temsil eden nefsin bu varoluşu nüzul (iniş) diye ifade edilir. Nüzul, nefsin sadece kesafet (madde) ve şehadet aleminde ortaya çıkması değil, aynı zamanda mücerretlik ve ezeli zati ilim aleminde bilmiş olduğu şeylerin örtülmesi anlamınada gelmektedir. Başka bir ifadeyle nüzul, madde ve çokluğun insan ile Zati İlminin arasına girmesi demektir. Bundan dolayı çokluk (kesret) alemi karanlık, zulmet, cehalet içinde kalması nasıl bir vetirede (süreçte) gerçekleşiyorsa, bu bilgiyede ulaşması da aynı şekilde bir süreçte gerçekleşir. Bu ilim süreci tasavvufta irfan yolu yani seyr-i süluktur. Bu ikinci süreç, örtülen ezeli ilmin birincinin mukabili olarak “uruç” (yükseliş) diye isimlendirilir. Bu süreçte nefis, madde ve kesafet (şehadet) alemine ulaştığı iniş yolunu takip ederek, ilk ezeli ilim mertebesindeki hakikatine ulaşmaya çalışır. Bu yol, kitabımızında konusu olan tasavvufta irfan yoludur. 

Nefsin kemale erdirilmesi ve tasavvuf ehlinin tespit ettikleri Kur’an ve Sünnet yöntemleri ile, örtülmüş olan nefsin hakikatinin, madde aleminin kirlerinden arındırılması, nefsin tezkiye edilmesi, nefs ile ilahi ilmin arasındaki münasebetin bilfiil hale getirilmesinin yegane yoludur. Süreç kemale erdiğinde artık insan ile Hakk arasındaki münasebet bilkuvvelikten bilfiil hale gelir. Yani seyri süluk ile nefsin, dünya hayatında var olmadan önceki haline döndüğü ve nüzul arasında geçirdiği başkalaşma ve değişimleri asli haline yani nefsin hakikatine dönüştürerek Zat-ı Mutlak’ın özelliklerini kazandığı sürecin adıdır. Her mevcudda Hakk ile ilişkisini ve Hakk’ı bilmesini mümkün kılacak bir yön vardır. Her mevcudun Rabb-ı hassı mevcudun Hakk ve alem ile ilişkisini sağlar, tevhid eder. Bu da nefsler halk edildiğinde “Ben sizin Rabbınız değilmiyim?” hitabına “Evet Rabbımızsın” cevaplarına her bireyin kendi nefsinin şahid tutulma gerçeğidir. Bu da tevhidin gereğidir.

Ehlullah, tevhidi insanın zuhura çıkmadan önceki haline dönmesi, yani nefsin ezeli hakikatine, ezeli ilimdeki hakiki haline dönmesi ve bu suretle Hakkı bilmesidir diye ifade etmişlerdir. Bu nedenle “Men Arefe nefsehu, fekad arefe Rabbehu” (Nefsini bilen Rabbını bilir) hadisi şerifi söylenmiş ve Zat-ı Mutlak’ı anlamamız için yol açılmıştır.

İnsanın iki yönü vardır. Birincisi, beşeri ve maddi yönü; ikinci yönü nefsine ilham edilen bilgilerle yaşamını sürdürdüğü ilahi yönüdür. Bu yönü ehlullah, insani kamil görüşü ile açıklamış ve HÜVE HÜVE diye isimlendirmiştir. Bu ilahi yön ile insan, Allah’ın emanetini kabul ehliyetini kazanır ve insanı kamil haline gelir. İnsanın bu ilahi yönü, onun Hakk’ın ilmindeki sabit hakikati, onun Hakk’ın ilminde ezeli ve ebedi olarak bir tek süreçte bilinmesinin suretidir.

Tasavvuf ehli, nefsin bir cevher olduğunda görüş birliğindedirler, mevcudiyetinin bilinmesinin güç olmadığını ancak mahiyetinin bilinmesinin güç olduğunu ifade etmişlerdir. Beşeri birimsel nefs, herkesin ”ben” diye işaret ettiği şeydir. Bu insan için en açık şeydir ve ispatıda kesin bir delile ihtiyaç duymaz; çünkü bunun bilinmesi fıtridir. Nefsin ilahi yönünün, yani nefsin hakikatinin mahiyetinin bilinmesi güç olan yönüdür. Ehlullah nefsin hakikatinin, Allah’ın Nur’undan ve Kur’an’ın sırrı makamından olduğunu ifade etmişlerdir. Bunun mahiyetinin anlaşılıp, idrak edilmesi tasavvufi irfan yolu ile nefs mertebelerini irfan ile anlayıp, bunları yaşayarak yakîn olarak idrak edilmesi ile anlaşılır. Yinede tam mahiyetine ulaşılamaz. Zira nefsi natıka Allah’ın nurundandır. Bugünkü bilgilerimizle nurun hakikatini bilmek imkansızdır. İbnül Arabi, nefsin külliliğinin hakikati cihetinden söz konusu olduğunu ifade etmiştir. Nefsin külliliği asli ve gerçek haline dönmesi ve ulaşması demektir. Konevi bu süreci şöyle anlatır: Nefis tümeller ile birleşerek mertebe mertebe yükselir, her yükselişten bir istidat, nur ve basiret elde eder. Böylece Akl-ı Evvel’e ulaşır. Akl-ı evvel ile birleşerek İlahi hüviyeti müşahedeyi sağlayan istidat kazanır. İbnül Arabi’de, insanın vücud ve taayyün mertebelerini bilebilmesi için, söz konusu mertebelere girmesi gerektiğinden, bunu yaparkende terkibinin bilinmesinden, kendi ifadesiyle “tahlil miracı” ndan söz eder. Çünkü her mertebe, mertebeye giren kimseden nefsine münasip şeyi talep eder. Yani nefis birlik (vahdet) ve Zat aleminden, çokluk (kesret) ve madde (kesafet) alemine inerken nefsine eklenen özelikleri terakki ve uruç ederken tek tek anlar, idrak eder; gerekeni alır, gerekmeyeni bırakır. Bu alıp bırakma ise, inişte (nüzul) uğradığı mertebelerin, çıkışta (uruç) nefsine verdiklerini alması ve talep etmesiyle gerçekleşir.

Bu durumda Zat ve birlikten (vahdetten) çokluk (kesret) ve şehadet alemine inerken oluşan bilgisizlik ve karanlık; uruç sırasında Zati İlahi nur sayesinde ilim ve aydınlanma ile, karanlıktan (zulmet ve cehalet) birlik ve zat alemine doğru yükselerek tevhide ulaşır. Böylece nefs, miraç sayesinde ilahi hüviyetini ve eşyanın bütün hakikatlerini müşahede edeceği şeyler ile arasındaki engeller (perdeler) kalkarak, aynı hükme sahip olmalarını temin eden münasebet sağlanır. Ancak Hz. Peygamber (sav) ın buyurduğu gibi “Künhü Zatını idrak edemedik” diyerek aczimizi ve fakrımızı da itiraf etmeliyiz.

Nefsin birlik, tevhid hakikatini idrak hali, ilahi tecelliyi kabul istidadı kazandığı haldir. Nefsin çokluk (kesret) hali, niyet düzeyinde, niyetinin farklı ilgilere dağılması, ilahi tecelli karşısındaki konumu, ilahi isimlere muhatap olması anlamına gelir. Bütün mevcudların vechini (zatını) birleştiren, tevhid eden, mevcudlara varlıklarını hibe eden “genel vücud tecellisi” olan “tecelli-i vahid” dir. Bu mevcudlara “varlık, vücud nuru” vermesidir. Bilki “Kur’an Cemi esma ve sıfatı cami Zat” olduğundan nefislerin hakikatine Kur’an vaz edilmiş ve mevcudların hakikatlerine sunulan bu İlmi Zatı temsil eden Kur’andan, ayan-ı sabitlerin istidatlarına göre aldıkları bölümler, onların Kur’andan temsil ettikleri bölümleri şehadet aleminde zuhura çıkarmışlardır. Bu “KÜN” (ol) emri ile tecelli-i vahid ile sağlanmıştır. “Kün” emri aynı zamanda “genel vücud tecellisini” temsil eden kelamdır. İbnül Arabi Şeceretül Kevn eserinde “KÜN” emri ile zuhura çıkan istidatları açıklamaktadır. Ortaya çıkan istidatlarda ayan-ı sabitelerin Kur’andan (İlmi Zatın temsili, tafsili) aldığı özellikleri, yönleri dolayısıyla ilahi isimlerinden aldıkları yetenekleri doğrultusunda zuhura çıkaracaklardır. Her mevcudun Rabbı hass-ı olan ilahi isim doğrultusunda Kur’anı fiile ve zuhura çıkaracaktır. Buna bir delilde “Ben sizin Rabbınız değilmiyim?” sorusuna tüm nefisler şahid tutularak “Evet Rabbımızsın” cevapları tâ elestte, zuhura çıkmadan önce verilmesidir. Peygamber Efendimiz (sav) “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar…” buyurarak bu gerçeği başka bir yönüyle açıklamıştır. Nefsi natıkanın Kur’an sırrından olmasıda bu gerçeği yansıtmaktadır. Kur’an sırrı makamını temsil eden Zati Nefsi, alemleride fiili Kur’an olarak zuhura çıkarmıştır. Alemlerin içindeki her mevcutta bu yönüyle Kur’an’ın sırrındandır. Önemli olan Kur’an’ın nerelerini, hangi bölümlerini temsil ettiğimizdir. Nefsimizin içinde olduğu durumda, ahlak düzeyide Kur’andan temsil ettiğimiz yönü belirlemektedir. Bu açıdan bakıldığında, “Nefsini bilen Rabbını bilir” hadisi şerifi her an gelişmesi ve bilinmesi gereken Kur’an bilgisini bize sunmaktadır. Çünkü nefis, her an terakkide, gelişmede ve ahlaken yücelmede olmalıdır. Bu ise yüce Peygamber (sav) “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” ve “İki günü eşit olan ziyandadır” buyurarak nefsimizin gelişmesi için her an nefs terbiye ve tezkiyesi yolunda olmamız gerektiğini vurgulamaktadır. Bu yol, her an nefsimizi bilmemizi, dolayısıyla Rabbimizi bilmemizi, O’na arif oluşumuzu arttıracak bir yoldur. Buda Kur’an ve Sünnet yolundan geçmektedir. İrfan yolcusu, süluk yöntemiyle, nefsindeki tefrika (çokluk) halindeki ilgilerini tevhid ederek birliğe dönüştürerek ilahi ilimdeki bilgileri almak için istidat kazanır.

Tasavvufta bunu anlatmak için ayna misali örnek gösterilir. Nefs, ayna mesabesinde olup, kesretle ilgisi oranında buğulanır, kirlenir, paslanır. Tevhide, Hakka yöneldikçe ayna parlatılır, cilalanır. Seyri süluk ile Tevhid özelliğini tekrar kazanan ayna, Hakkın karşısında bulunur. Artık ilahi tecelliler ve ilimler aynanın temizliğine veya hiçbir şekilde kirlenmeyen ezeli istidadına göre nefsine yansır. Nefs aynası parlatılarak ilahi tecelliyi kabul ve idrak edecek hale geldiği gibi, bütün alem için bir ayna veya alem aynası için cila mesabesindeki insan-ı kamil sayesinde alem Hakkın tecellisini kabul edebilir. Alemlerdeki ayna, insan-ı kamil-Hakikat-i Muhammedi’dir. Mutlak Birliği, ilahi Zatı yansıtır.

         Her iki cihanda her şey Hakk ile kaim

         Mirat-ı Muhammedden Allah görünür daim

 dizeleri bu irfaniyeti anlatmaktadır.

Nefs aynasının parlatılıp cilalanması, mevcutların çokluğunun ilahi birliğe, tevhide kavuşması, birliğin (vahdetin), çokluğa (kesret) egemen olması, özellikle nefsin, vahdetin aynı kesret, Kesretin aynı vahdet olduğu “Muhammedi Şuhud” mertebesine ulaşması sayesinde gerçekleşir.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri, nefsin gerçek tevhide ulaşmasını tasvir ederken şöyle der: “Kendin ile şahidinden gaip olmayasın, şahidinde senin ile senden gaip olmaya… Böylece olmadan önce olduğun gibi olursun. Ardından kendi ferdaniyetinle tevahhud edersin; vahdaniyetin sayesinde teyit edilmiş olursun.”

Arifler nefsi şöyle tarif ettiler:

- Nefs ancak o şeyin zatıdır.

- Nefs mertebesi, cisim mertebesinden daha yücedir.

- Bir nefski, bizzat alemin ilmi ile doludur.

- Bütün mevcudatın baskısına sahip bulunan ilahi nur için “nefsi külli” tabiri kullanılır.

- Akl-ı kül ile nefsi küllin birleşmesinden bu alemler meydana gelmiştir.

- Akl-ı küllin sembolü Âdem, nefsi küllün sembolü Havva’dır.

- Allah-ü Teala Resulullah efendimizi kendi zatından halketti, nefsinide kendi nefsinden halketti.

- Âdem (as) min nefsini, Resulullah (sav) efendimizin nefsinden bir suret olarak halketti.

- Adem’in zatı ise Rububiyet zatından meydana getirilmiştir.

- Allah’ın Zatı kendi nefsinden ibarettir. Öyleki Yüce Allah Onunla vardır. Zira O nefsi ile kaimdir (kaimi bi nefsihi)

- Nefisden murat varlıktır, vücuttur. Kendi varlığı ve zuhuru olan alemin varlığı

- Nefs uçsuz bucaksız bir şeydir, bütünüyle kozmozdur. Çünkü onun kopyasıdır. Alemde bulunan her şey nefste mevcuttur; aynı şekilde nefste bulunan her şeyde alemde mevcuttur. Şu halde nefsinin efendisi olan tüm alemin efendisi olmuştur. Keza nefsinin kölesi olan tüm alemin kölesi olmuştur.

- Nefs-i külli insanı kamilin nefsidir. Diğer insanların nefisleri ise cüzi nefislerdir.

Suret-i insaniye ve hakikati insaniye odur ki, Peygamber Efendimiz o suretin ve hakikatin ruhu ve nefsi natıkasıdır. Nefsi natıka, ayan-ı sabitenin zuhura kabiliyetli ve varlığındaki istidatları açığa çıkarabilecek fonksiyonları taşıyan cevherdir. Ayan-ı sabitenin zuhurlanmış suretidir. Nefsi natıka, ayan-ı sabitedeki istidat ve kabiliyetleri zuhura çıkarma kabiliyetindeki Allah’ın tecelli mahallidir. Ayan-ı sabite ise, insanın ve mevcudların Allah’ın ezeli ilmindeki hakikatini temsil eder. Tüm ayan-ı sabiteler “İlmi Zat” mertebesinde ilim olarak mevcuttur. Zuhura çıkmamışlardır. İnsandaki nefsi natıka, ayan-ı sabitelerdeki istidat ve kabiliyetleri zuhura çıkarmak için insana hibe edilmiştir. “Kur’an, Allah’ın tüm esma ve sıfatlarını cami” ilahi Zatı temsil etmektedir. Kur’an Allah’ın Zati ilmini taşıyan kelamdır. Bu nedenle insanın hakikatini oluşturan ayan-ı sabite Kur’andan teşekkül etmiştir. Kur’anın sırrını taşımaktadır. Nefsi natıkayada bu özelliklerin yansıması dolayısıyla, nefsi natıka Kur’anı zuhura çıkarma gücünü ve kabiliyetini taşır. Peygamber Efendimiz (sav) bu özellikleri belirten hadislerinde: “Benim mucizem Kur’andır” buyurarak kendi nefsi natıkasının Kur’andan ibaret olduğunu ifade etmektedir. Aynı zamanda “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar” buyurarak bu vasıf ve özelliklerin tüm insanlığa ait olduğunu vurgulamıştır.

Kişinin her zuhura çıkarttığı fiil Kur’andır, Kur’andandır. Ancak kişiye düşen görev Kur’andan temsil ettiği yeri tespit edip, bu özelliklerini değiştirip geliştirmek ve Kur’anı natık ve yaşayan Kur’an özelliğini kazanmaktır. Kişi Kur’andaki özellikleri inceleyerek; mümin, münafık, kafir, salih vb. vasıflara bakıp, hangi vasıf ve özellikleri taşıdığını titizlikle araştırmalıdır. Bu kişinin kendine yapacağı en büyük iyiliktir. Kendini tanıma yolunda atılacak en büyük adımdır. Çünkü taşıdığı vasıfları değiştirip geliştirmek özelliği, ilim ve irfan yolu ile nefsi natıkaya verilmiştir. İş, bu yola girip bu yolda yürümektedir. Bunu belirten hadisi şerifte Hz. Resul (sav) buyurur ki: “Nefsini en iyi bileniniz, Allah’ı en iyi bileninizdir” Yani arif kişi, Hakkın nefsini kendi nefsi yoluyla tanır. Hakkın Zati Nefsini bilmek Allah’ı bilmek, O’na arif olmaktır. Hakkın Zati Nefsi nefs-i vahidedir. Tek nefistir.

Nefs-i natıka “rahmani kelime” ismi ile müsemma olan maddeden soyutlanmış bir cevherdir. Sırf nurdur. Allah’ın Zati Nurundandır. Kur’anın sırrını taşır. Nefsi natıkanın bedenle ilişkilenmesindeki sebepde, taşıdığı kemalatı bedenle zuhura çıkarabilmesidir. Nefs-i natıkanın bedenle birleşmesi ancak “hayvani ruh” vasıtasıyladır. Nefs-i natıka sırf nur, beden ise zulmani ve kesiftir. Bu yüzden nur ve zulmet arasında münasebet yoktur. Bundan dolayı ilahi cömertlik, nefs-i natıkanın kemalatını şehadet aleminde zuhura çıkarmak için, nefs-i natıka ve beden arasında hayvani ruhu vasıta kılmıştır. Ayeti kerimede bu hakikat “Nefisler bedenlerle birleştirildiğinde” (Tekvir/7) olarak buyurulmuştur. Hayvani ruh vasıtası ile hem nefs-i natıkanın letafetiyle hem de bedenin suret ve eşkalini kabul kabiliyetiyle uygun düşmüştür. Zira hayvani ruh vasıtasıyla azalarda his ve hareket husule gelmiştir. Sonra nefsi natıka, hayvani ruha öyle bir kuvvet vermiştir. Nefs-i natıkadan hayvani ruha yansıyan bu kuvvet bedenin her zerresine sirayet etmiştir. Bu kuvvet vasıtasıyla bedenden uzva layık bir şekilde bu kuvvet yayılarak nefsi natıka bedene olan menfaatlerini bu suretle tamamlamış ve kemale erdirmiştir. Bütün bunlar aziz ve alim olan Allah’ın takdiri iledir.

Nefs-i natıka sırf insana mahsus olan ruhtur. İnsana ilgisi olan ruhtur. Nefs-i natıka öyle bir kıymetli cevherdir ki; hayydır, idrak sahibidir. Bazı gayb bilgilerine şuuru vardır. İstikbalde olacak şeylere istikrarlı şekilde alimdir. Kendini halk edene karşı marifeti tamdır.

Bu nedenle nefsi natıkayı zuhura çıkarmak, onun bu özelliklerinden faydalanmak için hayvani ruh sıfatlarından nefsi natıkayı kurtarmak, aslı olan insani vasıflarla donatmak gerekir. Bu da ancak irfan yolu kanalıyla nefs mücahedesi, terbiyesi ve tezkiyesi yoluyla mümkündür. Bu yol insanın kendi aslına ulaşması, insani ahlakla yaşamasını temin eden yoldur.

“Ben gizli hazineydim. Bilinmekliliğimi sevdim. Halkı zuhura getirdim (yarattım). Ta ki Beni bilsinler” kudsi hadisi ile bizim üzerimize farz olan Allah’ı bilmektir. Allah’ı bilmekte nefsi bilmekle mümkündür. Şimdi nefsi bilmek için yedi şeyi bilmek lazımdır.

1. Zat-ı nefis nedir?
2. Halk edilmesi ne itibarladır?
3. Nereden geldin?
4. Ne hizmete geldin?
5. Dönüşün nereyedir?
6. Saadetin nedir ve ne ameldedir?
7. Şekavetin nedir ve şekavet ameli nedir?

Özetle belirtilecek olursa:

1. Zat-ı nefis, nefes-i rahmandan zuhur eden muhabbetullah nurudur. Senin nefsi natıkandır.
2. Nefsin halkedilmesi sıfatlarla sıfatlanıp elest hitabında belâ (evet) diyerek ubudiyeti (kulluğu) itiraftır.
3. Nefs-i natıka Vuslat aleminden, şehadet aleminde kendinde olan kuvvetlerle açığa çıkmak üzere Allah’ın Zati Nurundandır, Kur’anın sırrını taşır.
4. Nefsi natıka Allah’ın marifeti, Allah muhabbeti için şehadet alemine nüzul etmiştir. Marifeti, Allah’ın Zatının sıfatlarını, isimlerini fiillerini bilmektir. Muhabbeti ise Allah’ın sırf Zatını sevmektir.
5. Dönüşü yine Hakk’adır. Ahiret alemine bakan yüzüdür.
6. Saadeti ise; nefsi natıkanın hayvani ruha hakim olması, nurlanıp nefs, ruh, cesedle birlikte vücudun isbatıdır. Hakkın huzuruna marifetullah ile vuslattır.
7. Şekaveti ise; nefs-i natıka sultanlığını bilmeyip, hayvani sıfat ve ahlaklarla asli vatanından uzak kalarak ateşe girmesidir.

Nefsi natıkayı bilmek, ondaki özellikleri zuhura çıkarmak tasavvufta irfan yolunun hedefidir. Bu yolla Hakk ile olup, Hakk’ça yaşamaktır. Rabbani latife olan nefs-i natıka emanetini sahibine teslim edip Müslüman olmaktır.

Hayvani ruhun ilk kemali, nefsi natıkanın vasıflarıyla boyanmasıdır. Cüz-i nefsi natıkanın ilk kemali ise şeriatı Muhammedi de teslimiyet ve “teslimiyetle fail” olmaktır. Teslimiyet ile tahakkuk etmektir.

Nefsi natıkanın orta kemali ise, nefsi küllinin vasfı ile zuhuru ve tahakkuku ile nefsi külli mertebesinden aklı külli ve ruhu külli mertebesine gerektirecek şekilde onun hükümlerini elde etmesidir.

Nefsi natıkanın son kemali ise, Hakkın mertebesi ile birleşmek, Hakk’lık (hakkiyet) hükmünün, halklık (halkiyet) hükmüne galip gelmesi ve imkan ve takyit (kayıtlanmış) hükümlerinin Mutlaklık (vücub) hükümleri ile ortadan kalkıp Vahid ve Kahhar olan Hakkın hükmünün başkasına izafe edilen bütün hüküm ve vasıflara baskın olmasıyla bu mertebede silinmesidir (fena). Dolayısıyla Hakkın tam fenada olan nefsi natıkaya tecelliside “beka” üzerine olacaktır. Nefsi natıkanın tam kemalli zuhuruda Peygamber Efendimiz (sav) in nefsi natıkasıdır. Bu nedenle “Benim mucizem Kur’andır” buyurarak, bekanın Kur’an ahlakı ile kazanılacağını ve nefsi natıkanın kemalinin Kur’an ile gerçekleşebileceğini vurgulamıştır.  

Nefisler, esasta ulvi-külli ruhlardan çıkmışlardır. Bu külli ruhlar, akıllar olarakta isimlendirilir. Bunun için beşeri nefisler, bu ruhlara çeşitli açılardan güçlü şekilde benzerler. Nefisler, adeta kendilerinden ortaya çıktıkları yüce ruhlar gibidir. Halbuki nefisler perdelenip, bu ruhların derecelerinden aşağı düşüp, bedeni idare ve yönetmekten müstağni kalamadıkları için bu konuda kendilerinden ortaya çıktıkları ruhların özelliklerine sahip değillerdir. Nefisler, bedenler ile birleşip, tesir etmek için mizaç hükümleri ile boyanınca, bedenlerle sınırlanır ve beden ile olan beraberliklerinde de bu sınırlılık artar. Hakk nefislere kendi katından kuvvet ve nur vererek onlara yardım etmiştir. Bu nur ile nefisler, Allah’ın kudsi mertebesi ve yüce sırlarından kendilerine bildirmek istediği şeylere muttaki olurlar. Böylece bu mukaddes mertebeye arzuları yansır ve onunla birleşirler. Böylece, onların tedbirleri, herhangi bir suret ile sınırlanmaksızın mutlak olarak gerçekleşir, hatta bu nefisler, sınırlanma ve bağımlılık olmaksızın aynı anda çeşitli suretleri idare edebilecekleri kemal ve kuvvet elde ederler. Bazen ilahi yardım, bu nefislere bir kuvvet, izzet giydirir, bu kuvvet ile ulvi ruhların mertebelerinde durabilirler ve adeta onlar gibi olurlar. Bu kendileri ile onları halk eden Rableri arasında açılan özel vecih açısından kendilerine tecelli edenin güzelliğini ve bu yönden Rablerinden kazandıkları nimetleri gördükleri vakit gerçekleşir.

Nefislerin elde ettikleri nimetin bereketinden, bedenleri idare etmekle sınırlanmış olan suretlerine kuvvet ve nurlar sirayet eder. Bu kuvvet ve nurlar, ulvi ve sufli varlıklara geçme ve sirayet etme özelliğine sahiptirler. Bu kuvvet ve nurlar, ahadiyet-i cem (çokluğun birliği) özellikleriyle, bedeni yönetmekle sınırlanmış olan bu suret cihetinden varlıklarda suret, mana, ruh ve misal olarak gerçekleşmiş olurlar.

Nefisler, kendilerini asli suretlerinden, hakikatlerinden çıkartan, perdeleyen, uzaklaştıran çokluk ve kesret özelliklerinden kurtuldukları irfan yolu (seyri süluk) neticesinde suretlerine de sirayet eden nur ve kuvvetler elde ederler. Aslında bu nur ve kuvvet daha öncede nefislerde bulunmaktaydı. Sülukun ve manevi ilerlemenin gayesi, tüm nefislerde bilkuvve (potansiyel) olan bu durumu bilfiil (kinetik) hale getirmektir. İrfan yolu eğitimi nefislerdeki bu yüce potansiyeli açığa çıkaran yöntemdir. “Nefsini bilen Rabbını bilir” hadisiyle Peygamber Efendimiz bu yolu aktif hale getirmiştir. Ancak kemali tahsil etmekle de nefsteki bu nur ve kuvvetler bilfiil olarak zuhur eder.  

Arifibillah Bekir Sıdkı Visali Hz., nefsin marifeti hakkında şu bilgiyi şiir formunda vermiştir:

MARİFET-İ NEFİS KASİDESİ

«Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu» buyurdu mahbubu Hüda
Nefsini bilmek Rabbını bilmektir dâim anla
Cevher, nefsi nurdan min enverillahi taâlâ
Dâimen bizatihi min Allah'ı meşrigiha ve minellahi mağrıbiha
Bu âlemler yok iken nefsin aslı varidi
Zatullah ilimde tecelli gaybî ve ilimi ile ihya ile
Zuhura geldi rabbiha ile beraber ervahına
Bela âleminde sıfatları aldı ve devri daima
On sekiz bin âlemde hissesi var ezvakına
Ve vücudunda bul bu cevheri meydana çıkar sülükina
Hz. Muhammed Kur'an-ı Kerimle tebliğ etti hitabına
320 yerinde nefsinin kıymetini bil ol agâh
Kalbinde, nokta-i sevdada çalışmanla kemâline
Acebul zenbi tohumu eridemez hiç bir kuvvet kıyametine
Bu dünyada şeriat, tarikat, hakikat, marifetine
İhya et aslını bul hem zatullah müşahedetine
Anasır-ı zulmetini nûrânî yap nefsinle birleştir hem
Toprak çürütmesin nur yap cesedini ta mahşerine
Ruhi bu sözler sanadır intibah al nefsini
Yârenlerine ne söylersen kendinedir bil ata

Bu bilgilerden sonra ayeti kerimede: “lekad caeküm rasulün min enfusikum azizun” (Tevbe/128). Mealen: “Andolsun ki, size içinizden, nefsinizden aziz bir resul geldi” ifadesinde, Resulullah efendimizin nefsi ile biz insanların nefsi arasında önemli bir ilişki olduğu belirtilmiştir. Ayrıca hadis-i şerifte “Evvelü ma halakallahu akli vennefsi” denilerek “Allah evvela benim aklımı ve nefsimi halketti” buyurmuşlardır. Böylece bütün mertebelerin öncesi ve öncüsü olan Efendimiz (sav), nefs mertebesininde öncüsü olmuştur. Bizlere örnek ve ayna olmaktadırlar. Bu öncülük nefsin hakikati yönünden olup, bu özelliği ile nefsi bilen, Rabbını’da bilmiş olacaktır. Arif olunan nefsin sadece emmarelik yönü değil, bütün mertebeleriyle birlikte hakikati itibariyle bilinen “nefs” tir. Ayrıca ayeti kerimede “inneküm zalemtüm enfûsekûm” (Bakara/54). Mealan; “muhakkak sizler nefislerinize zulm ettiniz” denilen kısmı işte bu nefsin hakikatini temsil eden yönüdür. Nefsimizi gerçek manada tanıyıp, ona göre muamele edemediğimiz için nefsimize zulm etmiş oldunuz denmektedir.

Efendimiz (sav) zaman zaman sözlerinin başında şu ifadeyi kullanmıştır: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki…”. İşte bu ifade ile nefsin öncüsü olan Peygamber Efendimizin (sav) dolayısıyla tüm nefislerin Allah’ın kudret elinde olduğunu, Allah’ın nefsi dilediği şekilde yönetebileceğini vurgulamıştır. Nefsi Allah’ın kudret eli altında olan Hz. Muhammed (sav) efendimiz nefsi yaşantısı olan Şeriat-ı ve Sünneti Muhammedi’yi şu hadisle özetlemiştir:

Eşşeriati akvali, ettarikati efali, el marifeti etvari, el hakikati esrari.

Şeriat sözlerimdir, tarikat fiillerimdir, marifet tavırlarımdır, hakikat sırlarımdır.

Şeriat: kavil, sözler Tarikat: Fiiller, işler, ameller muhabbetler Marifet: tavırlar, hal ve hareketler, davranışlar Hakikat: sırlar, gizlenen-bilinmeyen şeyler, dir.

Şeriat-ı Muhammedi ve Sünnet-i Muhammedi, bu tarifte belirtilen, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet mertebelerinin hepsini kapsamına almıştır. Bu kitapta Şeriat-ı Muhammedi ve Sünnet-i Muhammedi belirtildiğinde bu 4 mertebeden (şeriat, tarikat, hakikat, marifet) bahsedilmektedir. Sadece zahiri şeriat hükümleri değil, zahiri hükümlerin batınınıda oluşturan bu 4 mertebeden de söz edilmektedir. Zira gerçek İslam ve Sünneti Muhammediye bu dört mertebenin yaşanmasıyla anlam kazanır. Tasavvufta irfan yolcusu, seyri sülukunda tüm bu mertebeleri nefs mücahedesi ile geçip, miraç olan hedefine ulaşması için sonsuz bir gayret ve çaba içinde olmalıdır.

Bir kimse kendi cisminde, bedeninde tasarrufu olan cûzi ruhunun varlığını idrak ederse, nefs mücahedesi ve tezkiyesi yapma yolunda karar vermelidir. Ki bu cûz-i ruha “Nefs-i natıka” yani konuşan nefis derler.

Vahdet ehli katında; nefs, ruh, kalb, akıl, sır, hafi, ahfa hepsi tektir. Ancak sıfatı değiştikçe birer itibari suret ve isim alır, derler.

Nefs-i natıka cisim ve cismen mensup arazdan değildir. Cesedin dahilinde ve haricinde tasarruf eder. Mekansız ve nişansızdır. Vücudun belirli bir yerinde yerleşmiş olmayıp, her nereye parmak bassan tümü orada mevcuttur.

Parçalanma ve bölünmesi dahi mümkün olmayıp, şahsın elinde tutan, gözünde gören, dilinde söyleyen, kulağında işiten ve ayağında yürüyen velhasıl bütün organlarında tasarruf eyleyen odur. Bedenin bütün parçalarının her bir cüzünde zatıyla ve tümüyle mevcuttur. Bütün bedeni kuşatmış bir halde ve her şeyden ötedir. Eğer bedenin parmağı, eli, ayağı kesilse ona hiçbir eksiklik veya son bulma ulaşmaz. Hatta bütün bedene son gelse, nefs-i natıkaya fena ve zeval gelmez. Nefs-i natıka yine eskiden olduğu gibi merkezinde daim ve kaimdir. 

İşte nefs-i natıkanın hakikatinin iyice anlaşılması için nefs mertebelerinin tahsili gerekir.

Allah’ın tüm irfan yolcusu saliklere bu hususta yardımcı olması dua ve niyazıyla… Amin

            Gayret bizden, Tevfik Allah’tandır.



önceki sayfa               sonraki sayfa

Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam8
Toplam Ziyaret887800
Hava Durumu
Saat
Takvim