Sonra sordum Rabbime, dedim ki:
- Hiç mekanın olur mu?
Dedi ki:
- Ya Gav-ı Azam Ben mekanın mekanıyım! Benim mekanım olmaz! Ben insanın sırrıyım.
Mekan diye ifade edilen hakikat Hak’ın “zahir” ismiyle görünmesidir. “Zahir” olarak ifade edilen hüküm Hakk’ın hüviyetinin bir yüzüdür. Hakk İlahi hüviyetini şöyle ifade ediyor:
“O (hüve) evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır” (Hadid/3)
“Zahir hüviyet” alemler ile açılmıştır. Hakk alemlerde her mevcutta “zahir” ismiyle açıldığında, mevcutta “kayıtlanmış” ve “sınırlanmış” olur. Mekan denilen, maddi beden ve mevcut O’nu sınırlayamaz. Ancak her şey “Zati Nefsi ile kaimdir” (Kaim binefsihi). Yani alemlerdeki mekanların batınında, evvelinde ve ahirinde de Hakk hüviyeti ile mevcuttur. Bu nedenle “Ben mekanın mekanıyım” buyurmuştur.
O’nu bir mekan ile kayıtlamak ve sınırlamak “teşbih” hükümlerini açığa çıkarmak demektir. O mevcutta “ZAHİR” hüviyetiyle mevcut olduğunu ifade etmek “teşbih” olup, O’na mekan ve sınır çizmemekte “tenzih” tir. Tevhid ise tenzih ve teşbihi birleştirmektir. Hakk’a mekan tayin etmek tevhide aykırıdır. Hakk; evvel, ahir, zahir ve batın olarak “gizli hazineden” (Amaiyet) açılmış ve zuhur etmiştir. Batından zahire olan bu zuhura “taayyün” adı verilir. Taayyün ve tecelli eden batındaki, gizli hazinede dürülü olan ilahi isim ve sıfatlardır. Alemler ilahi isim ve sıfatların suretleridir. Mekan, intisabı uyandıranda bu isim ve sıfatların “zahir” ismiyle suretlenmesidir. Hakk Alemlerden gani ve müstağnidir. Bunu belirten ayetlerde: “Allah alemlerden Ganidir” (Ali-İmran/97), “Allah alemlerden müstagnidir” (Ankebut/6). Hakk’a mekan tayin eden ve O’nu sınırlandıran kendi hakikatinide sınırlamış olur.
İnsanın hakikati nefsi natıkasıdır. Nefsi natıka Zati Sıfatları, isim ve sıfatları taşıyan gizli hazine hükmündedir. “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı” kudsi hadisiyle belirtilen hakikat, insanın tüm taayyün ve tecelli mertebeleri ile Hakk’ın ilahi isim ve sıfatlarını ve hüviyetini taşımasıdır. Bu nedenle insanın hüviyetininde evvel, ahir, zahir ve batın yönleri ve yüzleri mevcuttur. Bu nedenle nefsi natıka sadece bedende değil, alemlerde de Allah’ın izniyle tasarruf gücüne sahiptir. İnsanı halife kılan da bu Hakk’ın hüviyetiyle açığa çıkmasıdır. “Ben insanın sırrıyım” ifadesi “Hakk hüviyetiyle” zuhur da olan insanı açıklar. Ancak insan bedeniyle zahirdir. O’nu üstün ve keremli kılan sadece bu yönü değil; aynı zamanda batın, evvel ve ahir yönleridir. Evveli ile insan İlmi Zatta ayan-ı sabiteler ile mevcuttur. Bu ilmi hakikat Allah’ın isim ve sıfatlarının bir düzenlemesidir.
Bu açıdan ayan-ı sabite Hakk’ın Zatından-Zatına, Zatıyla yaptığı uluhiyeti sergileyen bir düzenlemedir. Hakk’ı sınırlamayan ve insanı diğer mevcutlardan üstün kılanda bu sırdır. Ayan-ı sabite Halik vasıflı olup, mahluk değildir. Zatın ilahi bir düzenlemesidir. Bu ilmi hakikat, nefsi natıka kanalıyla taayyün kisvesine bürünmüş beden (zahir) elbisesiyle açığa çıkmıştır. Bu nedenle Allah şöyle buyuruyor: “Ben insanın sırrıyım. İnsansa Benim sırrımdır”. Bu hakikat müminin kalbini “beytullah” “arşullah”, “hazinetullah” ve “miratullah” yapar. Bu sır nedeniyle Hakk, “yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım” buyurmaktadır. Bu sırra miraçta ulaşan Efendimiz, bu sırrı “Beni gören Hakk’ı görür” hadisiyle insanlığa sunmuş ve armağan etmiştir. Bunun irfanı için ise “Nefsini bilen Rabbını bilir” ifadesini kullanmıştır.
O, alemlerde her an isim ve sıfatlarıyla tecellidedir. “O (hüve) her an bir tecellidedir” (Rahamn/29) ayeti bunu açıklar. Her an evvel, ahir, zahir ve batın olarak tecellide olan Hakk’ı mekanla sınırlamak mümkün değidir. Ancak bu sırrı taşıyan müminin kalbi, bu sırrı alemlere sunar. Bu nedenle kutsi hadiste “Ey Ademoğlu! Seni kendim için, alemleride senin için yarattım” buyurulmuştur. Bu sırra ulaşmak için kişinin nefsine arif olması gerekir ki, Hakk’a vasıl olabilsin. O’na tecelligah olabilsin. Bu sırrı taşıyanlar ise, nefsinde esma, sıfat ve Zat tecelllerini yaşayanlardır. Nefsine arif olmayan ise bu tecellilerin farkında olmaz, tecelli olsa bile bunun hakikatine arif olamaz. İnsan taşıdığı sırrı bir bilebilse… Bu sır, noktanın sırrı, Hüve Sırrı ve Allah Billah sırrını taşımasıdır. Bu sırlara ise ancak “Mutlak Tevhid” ile ulaşılabilir.
Mutlak Tevhid ise uluhiyet ve hüviyet tevhidinin birleştirilmesiyle idrak edilebilir. Bu ise “Miraçta” gerçekleşir. Yunus Emre bu hakikatleri idrak ederek şu dizeyi bize armağan etmiştir:
Ete kemipe büründüm
Yunus diye göründüm
Et ve kemik beden itibariyle “zahir” yönü şehadet alemindeki mekan ifadesidir. Evvel, ahir, ve batın yönleriyle alemlerde ve tüm taayyün mertebelerinde seyretmesi ise “O’nun hüviyetine” bürünerek görünmesidir. Bu ise nokta ve HÜVE SIRRI’dır. Bu nedenle Mutlak Tevhid şöyle ifade edilebilir: “Allah, TEK VÜCUD HÜVİYETİ ile alemlerin her zerresinde Zatıyla kaim ve batın, Vücuduyla mevcud, sıfatlarıyla muhit ve tecelli, esmasıyla tecelli ve malum, kudretiyle fail, fiiliyle zahir, eserleriyle meşhud, Batıni ile sır olarak uluhiyetini sergileyendir”. Böyle bir idrak Hakk’ı kayıtlayamaz ve sınırlayamaz.