lâ ilahe illallah, lâ ilahe illa Hu
Allah’tan başka ilah yoktur. Tek ve bir olan ilah ancak O’dur. Hüviyeti Mutlakası ile ilahi hüviyeti ile tek ilahtır.
“İlahınız tek bir ilahtır” (Enbiya/108)
Zerreden alemlere kadar, zahirde, batında, evvelde, ahirde uluhiyetini ilan etmektedir. Zatıyla, sıfatları, isimleri ve fiilleriyle ile ilahlığını her mertebede sürdürmektedir. Uluhiyeti yeni boyutlarla ahirettede süreklidir. İlahi hüviyet, taayyün mertebelerinde tenezzül ederek sıfat, isim ve fiilleri ile her iki cihanda hakimiyetini göstermektedir.
Allah’ın uluhiyeti, zatında teklik üzerine bina olunmuştur. Ancak bu teklikte Zat, irade (zatın iradesi), söz (zatın kelamı) KÜN (ol) emri söz konusudur. Bu üçlemeyi içinde barındıran ferdiyetten (teklik) ibadet olan ilahi hüviyetten alemler mevcud oldu. O mertebede ilahi Zat sıfatları ve isimleri ile taayyün edici olur. İrade ve söz uluhiyet zatının sıfatları ve bağıntılarıdır. Şu halde Zat, irade ve söz üç şeydir; bunların bir arada oluşundan ferdiyet yani teklik hasıl olmuştur. Bu KÜN (ol) emri ile ilk oluşun Hakikat-i Muhammedi’dir. Hakk Teala bir şeye “KÜN” sözüyle emrettiğinde, o şey kendi nefsini mevcud kılar. Ve “şey” in ferdiyetide ilk olarak onun ilahi ilimde sabit olan şeyidir, yani ayan-ı sabitesidir. İkinci olarak hayatiyetiyle “KÜN” sözünü işitmesidir. Üçüncü olarak kendi vücudunu icadında var edicisi (Halık) tarafından olan emre uymasıdır.
İlahi Zatın iki yönü vardır. Birisi “hüviyet yönü” diğeri “enaniyet yani benlik yönü” dür.
Ahadiyeti Zat bu iki yönü birleştirmiştir.
Birinci yönüne (hüviyet yönü) göre Hakk ile aramızda ayrıcalık yoktur. İkinci yöne göre ayrıcalık oluşur ve ubudiyetle yani kul oluş ile rububiyet yani Rab oluş açığa çıkar. Ve Hakkın enaniyeti açığa çıkması için O’nun kendi Zatıyla bir benliği vardır. Bundan dolayı O’nun benliği kendi Zatıyladır. “Ben, ben” dediğim benim nur taayyünüm, O’nun Mutlak Vücudunun bu elbise yani ben dediğim varlıkla kayıtlanarak açığa çıkmasıdır. Eğer O Zati Benliğini açığa çıkarsa, eşya fani ve gayri denilenler yok olur. Sonuç olarak bazı akıl ehlinin zannettikleri gibi O’nun bizden ayrı benliği ve taayyünü yoktur. Belki O’nun Benliği tüm alemlerin zuhur mertebelerini ve fazlasını kapsar. Bu zannedişin kökeni O’nun bizim benliğimizde gizlenmiş olmasındadır. Bu nedenle kudsi hadiste; “Ben insanın sırrıyım, insanda Benim sırrımdır” buyrulmuştur.
Hakkın hakikati insan-ı kamilde açığa çıkmıştır. O bizim suretimize ve renklerimize göre bizim ile açığa çıkıp taayyün etti. Bizim zatımızı ve benliğimizi şekillendiren nefsimizde, nefsimizin vasıflarıyla, özellikleriyle mertebelerine ve düzeylerine göre zuhura çıkmaktadır. Çünkü nefislerimizde, Mutlak Zat, Zatı Nefsi ile kaimdir.
Allah Zatını Kur’anda ihlas suresi ile açıklamıştır. Hakk’ın Vücudu, kendisinin zatı yönüyle Ahad’dır. Allah gayrıdan ganidir. Allah Sameddir yani ihtiyaç duyulandır ve isim itibariyle hakkın Vücudu Vahid’dir ve isimlerden gani değildir. Çünkü Samed’in manası, kendisine ihtiyaç duyulandır, kendisine ihtiyaç duyulan, ihtiyaç duyanın vücudu ile tahakkuk eder. Bundan dolayı Hakk’ın Vücudu ahadiyeti yönüyle gayrıden gani olmakla beraber, sıfat ve isimler yönüyle gani değildir. Bu özellikler Allah’ın Zati sıfatlarından Vücud – Vahdaniyet – Kaim binefsihi sıfatlarını bize açıklar.
Ve Hakk doğurmadı yani zorunlu olan “hüviyeti” bizim imkan dahilinde olan hüviyetimize yakınlaşarak çocuk makamında olarak üçüncü bir vücud doğmadıki, Hakk onun doğurtanı olsun. Bu imkan dahilinde vücud, ancak O’nun vücuduna bağlı itibari bir vücuddur. Yoksa iki vücudun birbirine yakınlaşmasından peyda olan bir netice değildir. Ve Hakk kimseden doğmadı, yani iki vücud yok idi ki, onlar birbirine yakın olmakta Hakk onların neticesi olsun. Bu özellikler Zati sıfatlardan Kıdem ve Beka sıfatlarını bize anlatır. Ve Hakkın vücuduna benzer ve mukabil, misil ve muadi olarak diğer bir vücud yoktur ki, kendine arkadaş olsun, benzeri olsun. Bütün mertebelerde Vücud ancak Kendisinindir (Buhar – bulut – su – buz ve bilgisayar örneği). Bu Allah’ın Zati sıfatlarından “Muhafetül lil havadis” sıfatını bize açıklar.
Hakk Teala Allahû Ahad sözüyle Zatının ferd olup çokluktan münezzeh olduğunu beyan etti. Bu münezzeh oluş Hakkın ahadiyet niteliği dolayısıyladır. Ancak Hakk’tan kaldırıp bizim vasıflandığımız bilinen nitelikler dolayısıyla, bizim indimizde çokluk ortaya çıktı. Çünkü biz doğururuz, doğanız ve vücudumuzda ve sıfatımızda Hakk’a dayanırız ve birbirimize benzer ve muadil oluruz. İşte Hakk’tan kaldırdığımız bu nitelikler ile bizler vasıflanmış oluruz. Bu sebeple bizim indimizde çokluk ortaya çıkar. Bir olan Hakk, ahadiyet Zatı ve bir olan aynı itibariyle bunlardan münezzehtir ve ganidir. Ve Zatıyla gani oluşu itibariyle bu ihlas suresinden başka Hakk’ın bir sıfatı yoktur. Bu mübarek sure ahadiyet zatından çokluğun ve hükümlerinin ve niteliklerinin kaldırılmasına mahsustur. Ve ahadiyet çokluğun kalkmasıdır. İşte ihlasın manası budur. Onun için Hz. Ali (kv) Efendimiz; “O’nun için İhlasın kemali, O’ndan sıfatın kalkmasıdır” buyurdular. (Ahadiyetül ayn)
İlahi ahadiyet iki türlüdür. Birisi eserlerini bizde açığa çıkarmak için bize talip olan isimleri yönünden olan ahadiyetidir ki, “çokluk ahadiyeti (ahadiyetül kesret)” derler. Çünkü birçok isimler ile isimlenen şey ancak bir zattır ve bu çokluk ancak akıl mertebesinde olan bağıntısal çokluktur. Örneğin insan ahad bir zat olduğu halde, gülen, ağlayan, okuyan, yazan, seven, gören vb. birtakım bağıntıları vardır. Bunların çoğalması ile zatının çoğalması gerekmez. Bu çokluk akıl mertebesindedir. Bu çokluk ahadiyetidir.
İkincisi: Allah’ın isimlerinin eserleri olan bizlerden ve isimlerinden gani oluşu yönünden olan ahadiyetidir. Burada “Ahadiyetül ayn” adı verilir. Yani “zati ahadiyet” derler. Çünkü Zat, zat olmak için mutlaka isimlerine ve eserlerine muhtaç değildir. İsimleri olsada olmasada yine Zat’tır. Örneğin insanın isimlerinden soyut olarak bir ahadiyeti vardırki, zatı yönündendir. Bundan dolayı okuyucu, yazıcı, sevici vb. özelliği olmasada, insan yine insandır. Ve bu bağıntılardan ganidir. İnsanın zatının bunlara ihtiyacı yoktur.
İşte bu iki ahadiyetede “AHAD” ismi verilir. Fakat zata nispet edilen ahadiyet başka, isimlere nispet edilen ahadiyet başkadır.
Uluhiyet yani “vahdet” mertebesi, kendisinde isim ve resim olmayan “ahadiyet” mertebesi ile, isimler ve sıfatlar mertebesi olan “vahidiyet” arasında vasıta olan bir mertebedir. Ve bu uluhiyet mertebesi mutlak rububiyeti icab eder. Bundan dolayı “Allah” Rabbülalemindir. O’nun alemler üzerindeki Rubbubiyeti mutlak Rububiyettir ve geneldir. Ve her mevcudun bu “uluhiyet” mertebesinden aldığı hisse ve nasip, ancak kendisinin Rabb-ı hass’ı olan ilahi isimdir. Ve bu ismin rububiyeti has ve kayıtlı rububiyettir. Bundan dolayı her bir mevcut rububiyetini külden, yani bütün isimleri toplamış olan uluhiyet mertebesinden almış olur. Bu aldığı has rububiyette onun kabiliyet ve istidadına uygun olup, görünme yeri olduğu has isme mahsus olur. Ahadiyet mertebesinde isimler arasında fark gözetilmez. Uluhiyet mertebesinde ise isimler kendi özellikleri ile zuhura çıkarlar. Ahadiyet mertebesinde Muiz ve Muzill isimleri arasında zuhur olmadığından fark yoktur. Muiz ismi Muzill isminin aynıdır. Ahadiyet mertebesinde biri diğerinin aynıdır. Fakat uluhiyet mertebesinde kendi nefisleri ve hakikatleri itibariyle başka başkadır. Tecelligahlarda zuhura çıkış hükümleride farklılaşır.
“bi” takısı bürünme içindir. Örneğin biibadihi dendiğinde Allah’ın kullarının taayyün kisvesine bürünüp açığa çıkması anlaşılır. Bundan dolayı bütün sıfatlarda O’na izafe olunur. “Bihi” zatından tek bir ilahi hüviyetle nüzulu, “Bihu” ise tekrar urucunu ifade eder.
Kişinin itikadı nefsindeki hayali ilaha göredir. O kimsenin ilahı nefsinde suret giydirdiği ilahi ilahtan ibaret olmuş olur. Böyle olunca bu nevi itikadı olanlar Hakk’ı değil, kendi nefislerini ve nefislerinde icad eylemiş oldukları ilahı kabul ederler. Arifler ise nefislerini ve Rablarını bilmişler; bu yolla da gerçek ilah olan Allah’ı bilmişler; her yüzde O’nu müşahede etmişlerdir. Bu suretle “Nereye dönerseniz Allah’ın vechi (zatı) oradadır” (Bakara/115) hükmüyle her vechin hakikatinde olduğunu bildirerek tek bir yüzle kayıtlanmamak gerektiğini bizlere bildirmişlerdir. O yüzlerdeki hakikatler ve hüviyet yoluyla ilahi Zata ulaşmamızı ve gerçek ilah olan Allah’ı O’nun hüviyetini idrak etmemizi murad etmiştir. “Lâ ilahe illallah” mübarek kelimesini tam ve kamil olarak bilmek için ilim lazımdır. İlim olmazsa tasdik olmaz. “Lâ ilahe illallah” sade söz olmaktan soyutlanıp ilim ile desteklenirse ahiret hükmünde faydalı olur. Yok eğer “Lâ ilahe illallah” ilimsiz olarak sade sözde kalırsa ahirette faydası olmaz.
Bu hakikatleri idrak için insanın kendini ve varoluş amacını bilmesi gerekir. İnsan, taayyün ile ilahi – Mutlak Gayb’den farklılaşan taraftan var olmuştur. İnsan, Hakk açısından “külli vech” ile var olmuştur. Amâ mertebesinin dairesinde, her mevcudun kendi özel vechi açısından ise Amâ mertebesine nispeti açısından kendine has mertebede var olmuştur. Söz konusu halkediliş insan için ez-Zahir, en-Nur, el-Halik gibi külli isimler yönüyle gerçekleşir. İnsan, ilk varlık suretini zaman ve mekanın olmadığı yerde kabul etmiş; bu kabul, nispet ve izafet ile Hakkın ezeli – ilmi mertebesindeki taayyünü ile kendisini ilmi varlık mertebesinden (ayan-ı sabite) harici varlığa çıkartan ayrılma ve manevi intikal alidir. Bu intikal ve değişimler, insanın ilahi gayb ve mevcut mertebesinden ve ilahi – zati ilim makamından süluk ve miracıdır. Bu süluk ve miracın gayesi ise, insanın ehil kılındığı ve ayan-ı sabite mertebesinin “külli istidat” ile gerektiği kemali elde etmektir.
İnsanı, batının zahirine tecellisi açısından Hakk halketmiştir. Bu tecellinin sebebi Hakkı’ın Zatının tecellilerinin taayyünleridir. Bu taayyünler açısından çoğalan Hakkın Tek Vücudu ile zuhur etmişlerdir. Bütün bunlar iradeye bağlı “ilahi muhabbet” amili ve “genel vücud tecellisi” ile birleştirici nispet ile gerçekleşir.
İnsan, zuhura ve sırayete bağlı kemal ile “tahakkuk” etmek için var olmuştur. “İnsan mertebesi” açısından insandan amaçlanan şey, kemalin gerektirdiği bir takım şartlar ve bütün makam, neşet ve mertebelerde kendisi için zorunlu ve sabit olan özel ve genel haklar ile birlikteki kemaldir. Her vakitte amaçlanan şey ise, kendisi ile kendi üzerinde zuhur eden haller, fiiller ve gerçekleştirdiği tarzda ondan sudur eden şeylerdir. İnsan ile insan üzerinde gerçekleşen ve sadır olan şey, mutlak kemal mertebesinden insan için gerçekleşen ve belirlenen kemalin ve halin hükmüdür. Bu kemalin ve halin hükmüdür. Bu kemalin gerçekleşmesi ve belirlenmesi ise, ilahi isimlerin nispetine göredir. İnsan taayyünü ile, o ilahi ismin zuhura çıkartıcısı, izhar edicisi haline gelmiştir. İnsana bütün bu hedefler için nefsi natıkası emanet olarak verilmiştir. Hedef ise Allah’ı kemali ile idrak etmektir.
İlahi nefsin, nefesi Rahmaninin bilgisini isteyen kimse, alemi bilmesi gerekir. Çünkü nefsini bilen kimse, alemde açığa çıkan Rabbını, Rabbülalemini bilir. Yani alem o Rahmani Nefes’te açığa çıktı ki, Allah Teala o Rahmani Nefesle isimlerinde müşahede ettiği nimet, sıkıntı ve izdırabı o isimlerden nefeslendirdi. Çünkü ilahi isimler Ahadiyeti Zatta kendi eserlerinin açığa çıkamayaşından ve Zatta mahpus kaldıklarından dolayı ızdırap içinde ve izafi yokluk içinde idiler. Rahmani Nefes isimlerin eserlerinin açığa, zuhura çıkmasının sebebi oldu. Nefesi Rahman “Kün” emri oldu. Allah isimlerinin suretlerinden ibaret olan alemleri kendi rahmani nefesinde icad etmekle, kendi nefsine ihsan eyledi. Nefesi Rahmani ile her surette nefsini zuhura çıkarmış oldu. Tecellisinide kendi Zati Nefsine yapmış oldu. Allah Teala kendi nefesinde icad etmekle, kendi nefsine, Zatına ihsan etti” anlamına gelmiş oldu. Nefesi iken nefsi manasına döndü. Kendi Zati Nefsine ihsanda bulundu. Zati Nefsinden nefesi Rahman ile birimsel nefisler halk edilmiş oldu. Yani tecellisi “Kendinden Kendine”, “Zatından Zatına Zatıyla, Zatı için” olmuş oldu. Ve Allah alemin suretlerini kendi nefsinde, zatında icad ve halk etmiş oldu. Zatındaki “gizli hazineyi” kendi Zati nefsinden zuhura çıkarmış oldu. Zahir ismiyle müşahede edilir oldu.
“Ayetlerimizi afakta ve enfüste onlara göstereceğiz. O’nun Hakk olduğu onlara açıkça belli olsun diye” (Fussilet/53)
Rahmani Nefes, Mutlak Zat’ın aynıdır. Bundan dolayı alem suretlerinin hepsi hakikatleri ve batınları yönünden Hakk’tır. Ancak mertebelere ve düzeylere riayet şarttır. Bu nedenle alemlerin hepsi hüviyeti itibariyle fiili Kur’an, temsili Kur’an, tafsili Kur’andır. Her şey Kur’andan temsil ettiği bölümü okur ve fiile getirir.
Musa (as)’a ağaçtan “inni enallahu” (Kasas/30) yani “Ben Allah’ım” diye hitap buyurdu. Musa (as) ateş gördü. Aslı ise nur idi. Nefesi Rahmani ile açığa çıkan tecellide “genel vücud nuru” tecellisini temsil ediyordu. Zahiri ateş, batını nur idi. Senin vücudunda Rahmani Nefeste zahir ve taayyün etmiş bir nefsi surettir. Zahir olarak taayyün sureti, batının ile Hakk’sın. Ancak her nefsi kendi temsil mertebesi ve düzeyinde Hakk’ı yansıtır. Sen kendi nefsini kendinle bilirsin. Hakk’ın Zati Nefsinde olan her şeyi bilemezsin. Temsil ettiğin oranda Hakk’sın. Ama Mutlak manada Zatı değilsin. Bu nedenle Hz. Resul (sav) “Künhü Zatını idrak edemedik” buyurarak, “Allah’ı en çok bileninizim, ama en çok korkanınızda benim” açıklamasıyla bu bilme yolunda kendine bağlı olduğunu kibarca ifade etmiştir.
Bu açıdan Hz. İsa (as)’da: “Sen benim nefsimde olanı bilirsin ve ben Senin Zatı Nefsinde olanı bilmem” (Maide/116) buyurmuştur.
Sen benim nefsimde olanı bilirsin; çünkü, senin hüviyetinin zuhur mahalliyim ve nefsimin batını ve hüviyeti Sen olduğun için ben nefsimde olanı hakkıyla bilemem. Çünkü “hüviyetini” gerçek ve hakiki manada ancak Sen bilirsin ve Sen’in hüviyetini ve Zatı Nefsinde olanı ben bilemem. Çünkü o hüviyet gaybında gaybıdır ve batınların batınıdır. İsa, Hakkın nefsidir ve Hakk’ın nefsinde olan her şeyi Hakk’tan gayrı kimse bilemez. Ancak Hakk’ın nefsine bildirdiği şeyi bilebilir. O bildirmezse bilemez. “Muhakkak gaybleri bilen Sen’sin Sen” (Maide/116) buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Böylece Hakk hüviyetiyle; zahiri, batını, evveli ve ahiri ile tevhid edilmiş olur. Uluhiyeti ile alemlerde tasarruf ettiğini ilan eder. Bu da “la ilahe illallah” tevhididir.
“Ben onlara ancak bana emrettiğin (bildirdiğin) şeyi dedim” (Maide/117) buyurarak Hakk’ın nefsi hüviyetine bildirdiğini açıkladığını ifade etti. Bilgiyi kendi nefsine mal etmedi. Hakka karşı edebini korumuş oldu.
“Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz” (Maide/117) buyurarakta tüm nefislere kendi mertebelerinde Hakkın tecellide bulunduğunu açıklamış oldu. Nefsinin emirler karşısında Hakk’ın memuru olduğunu yani abd-kul olduğunu açıklamış oldu. Rab ismiyle Hakkın nefsinde tasarrufta bulunduğunu, emirler ile de nefsinin bu emirlere riayette memur olduğunu açıkladı. “Namaz kılın” (Bakara/43) emrine memur olmuş olur; Kul olarak Rabbine, “Ya Rab beni mağfiret et” (Araf/151) diyerek Hakk’ın amirliğine müracaat eder. Hakk af ile tecelli ettiğinde, kul amir, Hakk memur olmuş olur. Hakk talep edileni yerine getirmiş olur. Bu nedenle emirlere icabet, kulluğunu ifa etmek gerekir ki icabet edene, icabet edilir. Bunu açıklayan kudsi hadiste “Bana itaat edene itaat ediciyim” buyurmuştur. Allah “Abd” hüviyetin gereklerini, emirlerini başkalarına iletip onlarda zuhura çıkartılmasına vesile olduğu nispetle de “resuluhu” sıfatlarıyla sıfatlanmış olur. Yani nefsi hüviyeti, ilahi hüviyetin aynası olmuş olur. Bu açıdan hakiki manda “abduhu ve resuluhu” mutlak zuhur mahalli Peygamber Efendimiz’dir. Bu nedenle Makam-ı Mahmud O’na aittir. Makam-ı Mahmud’da yer alma açısından müminlerin yeri, nefslerinin ilahi hüviyetten aldıkları pay kadardır. Yani “Allah’ın ve Resulünün ahlakıyla ahlaklanma” daki rolü kadardır.
“enibudullahe” (Maide/117) yani “Allah’a ibadet ediniz” emrine riayet ederek bu vasıflarla vasıflanmış ve ilahi hüviyet ile tahakkuk etmiş olur.
“Sen her şeye şahitsin. Eğer onlara azap edersen artık muhakkak ki onlar Senin kullarındır. Ve eğer onları bağışlarsan o takdirde muhakkak ki Sen Aziz’sin Hakim’sin” (Maide/117) buyurarak her zaman, her yerde Hakkın Vücudunun, Mutlak Zatının, Hüviyet Gaybının, tüm nefisler üzerindeki hakimiyet ve tasarrufunu açıklamış ve vurgulamıştır. “lâ ilahe illallah” ve “lâ ilahe illa hu” bu sırları içeren tevhid kelimeleri olmuştur. Farzlar ve nafileler ile Allah’a yaklaşmanın sırlarıda bu hakikatlerle vurgulanmaktadır. “Allah’a ibadet ediniz” buyurarak Allah ismi ile tüm ilahi isimleri içeren onlara cami olan Allah ismine davet ederek “Rabb-ı has” olan isimle Rububiyetten, Uluhiyete yöneltmiş daveti genelleştirmiştir. “Benim ve Sizin Rabbiniz” diyerek “Rabb-ı has” ları ayırmış, ancak “Allah’a ibadet ediniz” buyurarak tüm nefisleri Allah ismine davet ederek, daveti umumileştirmiştir. Nefsinin memuriyetini, Allah’ın amirliği ve uluhiyetini açıklamış olmaktadır.
Hz. Peygamber (sav): “Ben Senin övgünü yapamam. Sen, nefsini övdüğün gibisin” Hz. Ebubekir’de (ra) “İdrake ulaşmaktan acizlik, bir idraktir” buyurmuşlardır. Başka bir ifade ile “hüviyet gaybı” ile O’nun bilinemeyen olduğu öğrenildiğinde, bu durum Allah’ı bilmektir. Bu durumda Allah’ı bilmenin delili, O’nu hüviyet gaybı ve la taayyün mertebesi itibariyle bilmemektir.
Allah bize “Birliğini” ve “uluhiyetini” bilmeyi emretmiş, Zatını bilmeyi emretmemiştir. Bilakis “Allah sizi kendisinden sakındırır” (Ali İmran/28) ayetiyle bunu yasaklamıştır. Benzeri olmayanın Zatının bilgisine nasıl ulaşabiliriz? Allah birliğini ve uluhiyetini öğrenmeyi emrederek şöyle buyurur: “Allah’tan başka ilah olmadığını bil” (Muhammed/19) İlah olması bakımından Allah’ı bilmek ve halkedilenlerden farklılaştığı özellikleri bilmek din tarafından emredilmiş bir marifettir. Böylece “Allah’ı ancak Allah bilebilir” hükmüne ulaşılır.
Ahediyetül cem makamı Bekabillah’ın sonudur. Bu makam Makam-ı Muhammed’dir. Mukayyet vücuddan kaydın kaldırıldığı yerdir. Mutlak ve mukayyed Vücudun “BİR VÜCUD” (Vahdet-i Vücud) olduğu makamdır. Hüviyet gaybına imanın, hakiki müşahedeli imanın son mertebesidir. Ötesi “Künhü Zatını idrak edemedik” hadisi ile belirtilmiştir. Bundan sonra makam yoktur. Hz. Muhammed (sav)’in makamıdır. O’nun makamı ahadiyettir. Vahdetin aynı kesret, kesretin aynı vahdet, kesret ile vahdetin aynı olması şuhududur. “Ev edna” makamıdır. Kur’an-ı Kerimde “Attığın zaman sen atmadın. Allah attı” (Efal/17) ayeti bu makamın zevkini gösteren delildir. Bu makamda Hakkel yakin müşahedeli hakiki iman hasıl olur. Bu mertebenin şuhuduna “Muhammedi şuhud” denir. Burası Nokta’nın zevk edildiği yerdir. Nokta harflerin aslı olduğu gibi Ahadiyetül Cem’de bütün makamların aslı ve özüdür. Burası Makam-ı Mahmud’dur. Besmelede bâ’nın altındaki nokta, Nokta-i Rahmaniyye olup, ahadiyet-i Zatın sırrını, künhü zatın sırrını ve hüviyet gaybını temsil etmektedir. Zat noktasıda denmektedir. Her mevcudda “vahdet nurunun” zuhuru bu noktadandır. Nefesi Rahmani ile “genel vücud-i nuri tecellisi” ile nokta “Nokta-i Nuraniyye” adını alır. Hz. Ali’nin “İlim bir noktadır” buyurmasıyla bu noktanın “ilim noktası” olup, tüm tafsil bu noktadan zuhuru gerçekleşir. Noktanın, nefes-i rahmani ile ilk zuhuru Elif harfidir. Elif de tüm harflerin kaynağıdır. Ana kaynak “Nokta” olup, Hz. Ali’nin buyurduğu gibi, “Dört kitabın özeti Kur’andadır. Kur’anın özeti Fatiha’da, Fatiha’nın özeti Besmelede, Besmelenin özeti “Bâ” harfinde, onunda özeti altındaki noktadadır. O noktada benim” buyurmuştur.
Nokta-i Nuraniyye, Nokta-i Rahmaniyyenin aynasıdır. İlim noktasıdır. Bu gerçeği Peygamber Efendimiz (sav) “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır” hadisiyle belirtmiştir. “Ali ile Ben bir nuruz” hadisiyle de Nokta’nın aslı olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle “Benim mucizem Kur’andır” buyurarak, Ahadiyet-i Zatın ilk taayyününün Nefs-i Muhammedi olduğu ve tüm taayyünlerin Kur’an ile vasıflı olduğunu belirterek ilmin şehri olduğunu belirtmiş olmaktadır. Tüm Kur’anı bünyesinde cem etmiştir. Hakikati insaniye noktasıda denir. İlk taayyün olması itibariyle tüm mevcutları bünyesinde bulundurur. Diğer mevcudlar ise özelliklerine göre Kur’andan harfler, kelimeler, ayetler, sureler olmaktadır. Yani alemler fiili Kur’an, temsili Kur’an ve tafsili Kur’an olup, ilk taayyün olan Nefsi Muhammedinin cüzleridir. Bu nedenle Hz. Resul (sav) “Ben Allah’ın nurundanım, müminlerde benim nurumdandır” buyurmuşlardır. Nefsi Muhammedi Kur’anın sırrını taşıdığından alemlerdeki hakikatte Hakikati Muhammedidir. Noktanın yeryüzündeki temsili Kabe’dir. Noktanın insandaki hakikati kalpteki nokta-i süveydadır. Gönül Kabesini temsil eder.
Bâ’nın altındaki Nokta-i Nuraniyye, Nur-u Muhammediyi, ruh-u Muhammediyi, nefs-i Muhammediyi, Hakikati Muhammediyi, akl-ı Muhammediyi ifade etmekte, ilk taayyünü oluşturmaktadır. Ruh, nefs, akıl, nur aynı Hakikatin farklı itibarlarıdır. Bu nedenle Peygamber Efendimiz (sav): “Allah önce benim aklımı ve nefsimi halketti”; “Allah önce benim nurumu ve ruhumu halketti” buyurmuşlardır.
Nur-u Muhammedi noktası, ilahi hüviyetin aynası olup, evveli, ahiri, zahiri, batını bünyesinde potansiyel, bilkuvve bulundurmaktadır. Tüm zuhurlar ve varoluşlar bu noktadan açığa çıkmışlar, alemleri oluşturmuşlardır. Bunu belirten hadisinde Peygamber Efendimiz (sav): “Allah benim nurumu halketti, her şeyide benim nurumdan halketti” buyurmuşlardır. Bu nedenle “ilmin şehri” olmuştur. Tüm taayyünlerin kaynağıdır ve özüdür. İnsanda da bu nokta gönülde olup, nokta-i süveyda olarak adlandırılır. Gönül Kabesi denilen hakikat bu noktadır. Bu noktada Hakkın tecelli mahallidir. Nefs-i natıka bu noktayı teşkil eder. Bu nur noktası, günahlarla karartılıp cehaletle var olursa en şerli yer olur. Ancak nefsi natıka aslı olan nura ulaşıp, ilim ve techiz olursa bütün hayırların kaynağı olur. Ahadiyet-i Zat (amâ) mertebesinin tecelli mahalli olur ki, Zati tecellinin ulaştığı mahal olur. Gönüldeki bu nokta-i süveydadan, siyah nur içine doğan nurun müşahede edildiği ehline malumdur. Ahadiyeti Zatın mertebesinden bu nur, insan-ı hakikatin aslıdır. Nuru Muhammediden gönül kabesine bir yansımadır. Bâ’nın altındaki noktanın gönüldeki zuhurudur. İnsanı kur’anı natık yapanda bu hakikattir. Zira Bâ’nın altındaki Kur’anın özü ve özetidir. İnsan bu hakikat ile Kuran ile ikiz kardeş olmuştur. Bu hakikate işaret eden Peygamber Efendimiz (sav) “Kur’an ve insan ikiz kardeştir” buyurmuştur. Gönülde zuhura çıkan bu nur, zahirde kişinin alnından da (iki kaş arası) zuhura çıkarki, nefsi natıkanın nurunun alemlere yayılmasıdır. Tüm peygamberler alınlarında bu nuru yansıtmışlardır. Bu nuru Nur-u Muhammedi’den almışlardır. Varisleride bu nuru taşırki, alemlere feyz bu nur ile Peygamber Efendimizden, Nuru Muhammedi’den yansır. Nabız gibi atan bu nur vasıtasıyla ve Hakikat-i Muhammedi ile Kur’an ile Allah uluhiyetini insan-ı kamil kanalıyla alemlerde hükmünü yürütür.
Allah kalplere celal ve cemal tecellisi yapar. Vahdet hakikatinde celal ve cemal; Zat’ın aynıdır ve bir nurun tecellisidir. Bütün varlıklar dahi taayyünat suretleriyle renk ve imkaniyet ile o “vahid nur” un zahir olan tecellisidir. Varlıkları, vücudları Hakk iledir. Gerçekte varlıkları yoktur. Asla O’ndan başka vücud yoktur. Yalnızca perdesiz, örtüsüz Hakk’ın cemalidir. İki cihanda Allah’tan başkası yoktur. Baktığın ve gördüğün her şey Hakk’tan başka bir şey değildir. Ancak mertebelere riayet şarttır.
Ne zamanki ahadiyet nuru kahr yönünden tecelli kılıp “Küllü men aleyha fan” (yeryüzündekilerin hepsi fanidir) (Rahman/26) sırrı zahir olsa buna “celal” derler.
Eğer o nur-u mutlak “külli şeyin hâlikun illa vechehu” (Allah’ın vechinden başka her şey helaktedir) (Kasas/88) latif yüzünden cemal arzedip “Feeynema tuvellu fesemme vechullah” (nereye dönerseniz Allah’ın vechi (zatı) ordadır) (Bakara/115) sırrı tecelli kılsa buna “cemal” derler. Ve müşahede ile idrak edilir ki, bütün yüzler vech-i uluhiyettir. Her mertebede bir yüz göstermektedir. Ve Hz. Resul (sav) gibi “Rabbımı Rabbımla bildim” diyebilir.
Eğer bütün izafetler, ilgiler, bağıntılar kesilip anlaşılmaz ve akıl ermez ve münezzeh olarak tecelli kılsa “Leyse kemislihi şey’ün” (Şura/11) (O’nun benzeri gibi bir şey yoktur) sırrı açılsa buna “Zat” denir.
Bundan sonra Hazreti Resulün (sav) pak ruhu, nefsi tecelli eder ki, ahadiyet zatının aynısıdır. Zat tecellisi O’nun mübarek nefsinden, ruhundan erişir.
Zat, Hakk Teala’nın uluhiyetinden, hüviyetinden ve ruhaniyetinden, Zatı Nefsinden ibarettir; eşi ve benzeri yoktur. Sonu olmamakla tanınmış ve sonsuzlukla vasıflandırılmıştır. Başlangıcı olmayan evveldir, sonu olmayan ahirdir; Zahirdir ayansız, Batındır nihansız. “Hüvel evveli vel ahiri vezzahirü vel batın ve hüve külli şeyin alim” (Hadid/3). Bütün her şeyi kuşatmıştır. Zat tecellisinin alametleri şudur ki, bütün renkler ve nakışlar götürülür, zaman ve mekan kalkar, salike miraç hasıl olur. Miracın hakikati Zatı idraktir. Manevi yükselmeden, uruçtan ibarettir. Nefsi hakikatinin Zati Nefste fani ve O’nunla baki olduğunu idraktir. Bu alemde zaman ve mekandan eser ve nişan görünmez. Salik kendini O’nunla var bilir. Varlığı O’ndandır, O’nunladır, O’dur.
Hakk Zatının nuru; yeri, zamanı ve belirtisi olmaksızın ortaya çıkar ki buna tecelli-i berki adı verilir. O anda alemler, zaman, mekan bütün sıfatlar ve isimler “tek nokta” da toplanır, dürülür. O “noktanın” açılmasıyla tekrar mekan zaman, sıfatlar ve isimler mevcut olur. Zat tecellisi her şeyi bir “nokta” da, bir “an” da toplar. O da Zat tecellisinin sırrıdır. Bu noktada ve anda sen, alemlerin ve zamanın aynısı olursun. Burada sonsuz bir gidiş başlar. Bütün perdeler kalkar. Münezzeh olarak Hakk ortaya çıkar. Tek bir söz kalır. “Künhü Zatını idrak edemedik”. Kendini yine kendisi görür. Burada ne mekan kalır, ne zaman, ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem kalır. Hepsini o nişansız ve kuşatıcı nur yok eder. Bir tek “nefesi rahman tecellisi” kalır. O da sahibinindir. Zat-i Uluhiyet bununla zuhura çıkar. Bütün taayyün ve menziller geçilir. Burada seyr-i fillah (Allah’tan gidiş) ve seyri maallah (Allah’la gidiş) söz konusudur. Eğer halka dönülürse “anillah billah” yeri olur ki Allah’la Allah’ta halka seyr’dir.
Bunlar gönül aleminde miracı tamamlayanlardır. Gönlünü “hüviyet” ünsü kaplamış, Hakk Teala’nın sevk ve muhabbetinin deryasında yüzmektedirler. Teveccüh aleminden her gece ona “kadir” ve her gün ona “bayram” her yer ona “Tur dağı” olmuştur. Bu makam hakkından söz söylemek güçtür; tadan-yaşayan bilir.
Nefs-i natıkası ilahi hüviyetle dirilir. Nefsinide O bilir. Zira Maide Suresi 116. Ayette “Ey İsa, insanlara beni ananı iki Tanrı bilin diye sen mi söyledin” diyerek “Ente kulte” Sen mi söyledin sözüyle kelamı kula nispet etti. Yani kul mütekellimdir. İsa (as) “Ta’lemu mafi nefsi” dedi. Yani benim nefsim Senin hüviyetindir ve sen onu bilirsin. Benim hüviyetim sensin, Senin hüviyetinden gayrı değildir. İsa’nın mazharında onun lisanı Hakk’ın lisanıdır. Konuşan Hakk olduğu halde “Fa’lemu” sözüyle cem makamından hitap eder. Mütekellim kendi nefsinde olan şeyi bilir. Tıpkı “Fa’lem ennehu lâ ilahe illallah”, “Muhakkak bilki Allah’dan başka ilah yoktur” (Muhammed/19) ayetinde olduğu gibi. Hz. İsa (as), “sen benim nefsimdekini bilirsin, ben Senin Zati Nefsindekini bilmem” demiştir. “Şehidallahu ennehu lâ ilahe illa hu” (Ali-İmran/18), “Allah ilahi hüviyetiyle şahiddir ki, hüviyetinden başka ilah yoktur” ayetiyle de Allah hüviyet gaybı ile şehadet alemindeki tüm izafi hüviyetleri bilmektedir. “Hüve külli şeyin alim” (Hadid/3) “İlahi hüviyetiyle her şeyi bilicidir” diyerek bu gerçeği ifade etmektedir.
Bir kimse “Hakkın Vücudu başka alemin vücudu başkadır” demiş olsa, alemin vücudunu Hakk’ın vücuduna ortak kılmış olur. Bu ise bütün vecihleri toplamış olup BİR olan hakikatten ibaret olan hüviyet ve uluhiyete yani ilahlık mertebesine karşı zulümdür. “Şirk en büyük zulumdur” (Lokman/13) ayetinin batını hakikati budur. Latifin en latifi olan Hakk’ın Zatı, kendi vücudunu kesifleştirerek isimlerine izafi vücutlar verişi ve alem dediğimiz muhtelif suretlerin tamamının bundan ibaret olmakla Hakkın “ayn” buluşu yönüyle izafi vücut alemini, Hakk’ın Hakiki Vücudu karşısında ispat edip, O’na şirk koşan kimse, ancak Hakk’ın “ayn” ının O’na ortak kılmış olur. Bu ise son derece cehalettir. Eğer o kimse, bir hüviyet olan uluhiyet mertebesi ile, ilahi hüviyetin tenezzül ve taayyün mertebeleri arasındaki münasebeti bilmiş olsaydı, böyle yapmazdı. Zira uluhiyet mertebesi bütün isimleri toplamış olan bir hüviyet ve hakikattir. Çokluk isimlerin suretlerinden ibarettir. Her isim kendi hakikati üzere zuhura çıkmaktadır. İlahi hüviyetten oluş bunları uluhiyet mertebesinde birler. Allah kendi isimleri üzerinde tasarruf sahibidir. Bu nedenle “Mülk Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır”. İsimlerin görünme yerlerinden ibaret olan alem suretlerinden her birinin kendine ait-bağımsız bir vücudu yoktur. Allah’ın Zatıyla kaim olup, Hakkın Vücudu ile varlık rahmetindedirler. Bu nedenle ne zahirde, ne de hakikatte vücuda uluhiyyette ortak yoktur.
“İster Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın” (İsra/110) bu hakikatin ruhudur. “Allah” ve “Rahman” ismi arasındaki ortaklık ise, onlardan her birisinin Zata delili oluşundan dolayı hakiki bir iştir. “Hüvellahüllezi la ilahe illa hu” (Haşr/22) ayeti Allah’ın ilahi hüviyeti ile uluhiyetini her isimde, her mertebede ve taayyünde ilan ettiğini beyan eder. Bu hakikati bünyesinde yakin olarak idrak eden “abduhu” mazharı olan kul, Hz. Ali (kv)’nin “Görmediğim Allah’a ibadet etmem” lafzını müşahedeli olarak yaşar. Bu lafzın tecellisi ile de Vahdet-i Vücud ilmiyle Vahdet-i Şuhud eder. Alemlerde Allah’ın uluhiyetinden başka bir şey görmez. Tek hüviyette Allah isminin zuhurlarının, tecellilerinin zevkine varır.
Kelime-i tevhidin lâ’sındaki (elif ile lâm) ın İlâhi beraberliği eliften lâm’a olarak zuhura başlamakta, bütün mertebelerde, o mertebelerin hakikatine bürünerek hayat sahnesine çıkmakta ve yine en sonun da aynı (elif) (lâm), (lâm) (elif) olarak (lâm) dan (elif) e doğru kendi aslına ulaşmaktadır. (elif)(lâm) da ki; kimlikler bellidir, fakat (lâm) (elif) te ki; kimlikler belli değildir, bulunduğu mertebeye göre bazen, (elif), (lâm), olur. Bazen da; (lâm), (elif), olur, şöyle ki; lâm elifin yukarıdan sağ ucundan aşağı doğru inersek orası(elif) oradan yukarıya doğru çıktığımız yer ise, (lâm) olur. O zaman, (elif-lâm) şeklinde okunur. Eğer sol üst uçtan aşağı doğru inersek o zaman orası (lâm) olur. Oradan tekrar yukarıya doğru çıktığımızda da, orası (elif) olur ki; böylece (lâm-elif) diye okunur. Böylece: (lâm-elif) hem (elif-lâm) hem de (lâm-elif) tir. Bu yüzden bütün tecelli-i ilâhiye, ister tenzil-iniş yönüyle, ister uruc-yükseliş yönüyle olsun hepsine câmidir. Bu bir hakikat-i İlâhiyye ve (elif ile lâm) ın sarmaş dolaş ezeli hubbiyyet-muhabbet-i bitmez tükenmez aşk-ı ilâhisidir ki; her zerre de, o zerrenin mertebesinden raksıdır. Bazen, (lâm,) (elif)e ayna olur, bazen, (elif) (lâm)a ayna olur. (LÂ İLÂHE İLLELLAH) Bilindiği gibi (KELİME-İ TEVHİD’)in ilk harfi bu (lâ) (lâm-elif) tir ve tek harf olarak az uzatılarak (lâ) diye okunur aslı ıse (lâm ve elif) tir, (lââ) diye elif uzatma işareti olarak okunduğunda, nehiy etme yok etme kaldırma mânâsınadır. Aslında (lâm-elif) in varlığında kaldırılacak bir şey yoktur ve yerli yerincedir. Bizler hayal ve vehmimizde aslı olmayan bazı varlıklar icad ettiğimizden ve bu varlıklara birer hayalî vücud verdiğimizden, (lâm-elif) in hakikatini perdeleyip onu (lâ) yokluk zannediyoruz ve çalışmalarımıza bu anlayışla başlıyoruz ki; seyr-i sülûk’un sonlarına doğru Allah (c.c.) lâfzının (elif) (lâm) ına ulaştığımızda idrak ediyoruz ki; baştaki (lâ) aslında (lâm-elif) imiş ve bütün İlâhi hakikatler yukarıda belirtildiği gibi şeksiz şüphesiz zaten onun bünyesinde mevcud imiş. Kelime-i Tevhid’te (lâ) yok (lâm-elif) varmış (lâ) ise bizim heva ve heves’imiz, ve tevhid-i hakiki’den cehlimiz imiş. Aslında; (lâ) olan, yok olan, bizmişiz, bizim hevamız imiş. Kelime-i tevhid-in nehiy bölümü dahi ispat imiş, İki yönü de ispat, ispat imiş, nehiy ve ispat değilmiş. Daha daha aslında ıspatlanacak da, bir şey yok imiş çünkü ıspatlama ikilik gerektirir, iki yok’ki ispatlama gereksin. (lâm-elif) te ki; zâhiren (lâ) nehiy yokluk ifadesi, Bâtınî mânâ da (lâm) (elif) in içinde yani birlikte olduğu (lâm) yani Ulûhiyyet mertebesinin henüz zuhura çıkmadığı hali ve sadece (elif) Ahadiyyet mertebesi vardır, demektir. (lâm)- (elif) in sadece zuhur ve görüntü mahallidir. Nehiy edilen budur, aksi halde âlem de hakk’ın vücudundan başka bir vücud varmış, olur ki; bu da muhal-olmayacak bir iştir. İşte bu son (nüzül) bağlantıyı ”lâ” ile yani “lâm elif” ile yaptı. Bu “lâm elif”, öyle bir “lâm elif”tir ki zahir ve batın bütün ef’al alemini kucaklamış oradan da arşı azime kollarını uzatmıştır. bir Hadis-i Şerifte “lâ ilâhe illâ allah”, “benin kelamımdır”, “işte ben oyum” buyuran Allah-u Teala Hazretlerinin en açık, en geniş, en öz olarak kendini izah ve ifşa ettiği “zat-i kelam”dır. Tüm tevhid zikirlerindeki (lâ) da aynı hükümleri taşımaktadır. Yani Ahadiyeti, uluhiyeti ve risaleti ile Ancak Allah mevcuttur.
Kelime-i Tevhid, Yüce zatın kendi kendini, kendinde kendine izahıdır.
Kelime-i Tevhid, Ahaddiyyetin kendini toplu olarak bütün mertebeleri ile izahıdır.
Kelime-i Tevhid, Ahadiyyet ve abdiyyet mertebelerinin izahıdır.
Kelime-i Tevhid, Zat, sıfat, esma ve ef’al mertebelerinin izahıdır.
Kelime-i Tevhid, Şeriat, tarikat, hakikat, marifet mertebelerinin de izahıdır.
“fa’lem ennehu lâ ilâhe illallahü vestagfir lizenbike ve limü’miniyne vel müminati” mealen,
“Ey muhammed bilki Allahtan başka ilah yoktur. Kendinin, inanmış erkek ve kadınların bağışlanmasını dile”
Kur’anı Keriym Kehf 18/110 ayetinde,
“kul innema ene beşerün misliküm yüha ileyye ennema ilahüküm ilahün vahidün”
mealen,
“de ki ben de ancak sizin gibi bir insanım yalnız bana ilahınızın tekbir ilah olduğu vahyediliyor” (lâ ilâhe illâ allah)
“lâ ilâhe illâ allah” yüzü, hüvviyeti, “muhammedürrasulüllah” yüzü ise, inniyetidir. Burası “Zat-ı Mutlak” yeridir.
Peygamber Efendimiz (sav) bu hususta “Bir nur gördüm” buyurarak Hakkı tenzih mertebesinde, taayyün ve hüviyeti “nur” olarak idrak edilebileceğini belirtmiştir. Bu ise “Allahu nurus semavatı vel ardı” (Nur/35) ayetidir. “O’nu nasıl göreyim” buyurarakta hüviyet gaybının müşahede edilemeyeceğini belirtmiştir. Bu da “O’nun misli (benzeri) yoktur” (Şura/11) ayetinin karşılığıdır. Hüviyetin batını sırrının sırrıdır. O’nu genç delikanlı suretinde gördüm” buyurarakta teşbih mertebesinde, alemlerin özünün ve sırrının “insan” olarak müşahede edileceğine işaret etmiştir. Bu idrakle tek hüviyette Allah ismi camisi altında birleşmiş olan her mevcudun ilahi isimler itibariyle müşahede eder. Uluhiyetini hüviyetiyle idrak eder. Kesretin aynı vahdet, vahdetin aynı kesret olduğu “Muhammedi Şuhud” ile alemleri seyreder.
Allah Teala “Rahmetim her şeyi kaplamıştır” buyurmuştur. Halbuki Hakkın gazabıda bir şeydir. Rahmeti ilahiyye gazab üzerinede hakimdir. Çünkü gazabın tasarrufuda rahmetin hükmü iledir. Eğer ilahi rahmet dilerse, gazabı tutar, sevk etmez; dilerse sevk eder. Bunun için besmelede esma-i kahireyeden zahir bir şey yoktur. Bu nedenle “Besmele ile başlayan her şey hayırla sonuçlanır” buyurulmuştur. Besmele Allah, Rahman, Rahimdir. Besmelede mevcud olan sırf rahmet, mağfiret, afv vb. şeylerdir. Bismillahirrahmanirrahim rahmeti zuhura çıkarmaktadır. Besmelede Allah isminde batın olan ilahi rahmet, Rahman ve Rahim isimleride zahir olan rahmeti kapsar. Kahır ile ilgili şeyler besmelede batındadır. Dilerse tutar, dilerse sevkeder.
Nefsiyle “lâ ilahe illallah” diyen kişi, Hakkın kendisine olan tecellisinden bunu söyleyendir. Bu tecelliyle o, varlığını başkasından kazandığını görür. İlahi Zatı anlar ve “tevhidi zata” ulaşan muhakkik olur.
Nefsinin niteliğiyle “lâ ilahe illallah” diyen ise, bilgisiyle Hakkı birleyendir. Çünkü onun niteliği, Allah’ı birlemeyi ve Mutlak Birliğini bilmektir. Birincisi müşahededen idrak ettiğini söyler, ikincisi ise Vücud’dan dolayı bunu söyler. Vücud ise bazen müşahedeye dayanır, bazen dayanmaz. Rabbiyle “lâ ilahe illallah” diyen, Hakkın Vücudunun aynısı olduğunu gören kimsedir. Mevcutların varlık ile nitelenmesi ise, Hakkın Zatı Nefsi nedeniyle onların dış varlıklarıyla (zahir) zuhur etmesi demektir. Mevcutları O’nun vücuduyla kaim görür ve Rabbiyle “lâ ilahe illallah” der.
Rabbinin niteliğiyle “lâ ilahe illallah” diyen Hakın Mutlak Birliği ve Zatı bakımından “Allah” ve “Rab” diye isimlendirilen ve O’nun izafet kabul etmediğini idrak eden kişidir. Allah için meluh, Rab için merbub gerektiğini anlar, mevcutların varlığı için Hakkın Vücuduna bağlı olduğunu anlar. Ancak Mutlak Zatı için (Ahadiyet) “lâ ilahe illallah” ifadesinin Zatı için gerekmediğini anlar. Merbubun (kulun) Rabbı nitelediği özellikle “lâ ilahe illallah” olduğunu anlar. Bu ise “Nefsini bilen Rabbini bilir” ifadesinin açılımıdır.
Nefsimiz O’nun Vücuduna bağlı iken, O’nu bilmek nefsimizi bilmeye bağlıdır.
Bu özellikle tahakkuk eden ise alemlerde tecelli edenin ahadiyeti, uluhuyeti, risaleti ile TEK ZAT ve TEK VÜCUD olduğunu idrak eder. Alemleri uluhiyetine bağlayarak “lâ ilahe illallah” der. O’ndan, isim ve sıfatlarından başka bir şey müşahede etmez. Bu lafzın risaletide kapsaması nedeniyle Hz. Resul (sav) “Ben insanlarla lâ ilahe illallah diyene kadar savaşmakla emrolundum” buyurdu. Bu ifadeye “Muhammeden Resulullah’ı” katmadı. Zira bu tevhidin içinde olup, bu lafzı tekrar söylemek gerekmedi. Zira uluhiyet hakikati bu hakikati kendi içinde cem etmiştir.
“lâ ilahe illallah” Mutlak Hakiki Vücudun ispatı, “Muhammeden resulullah” Tek Vücudun aynası ve tecelli ile aynısı izafi vücudun ispatıdır. Tek ve Bir Vücudun taayyün, mertebe ve düzeylerinin açılımıdır. Taayyün ile mertebelerde ve mevcud düzeylerinde açığa çıkışını ifade eder. Oda Kur’an ve İnsan-ı Kamil Hz. Muhammed (sav)’dır. Hz. Resul (sav) “Benim mucizem Kur’andır” buyurarak bu hakikati ifade etmişlerdir. İlahi hüviyetiyle, hakikatiyle her an, her yerde “tecelliyat-ı ilahiyye” ile zuhurda olduklarını açıklamışlardır. Bu tecelliyat-ı ilahiyye; tecelli-i zat, tecelli-i sıfat, tecelli-i esma ve tecelli-i efal mertebelerini taşır. Zahir ile Batını, evvel ile ahiri birleştiren cami ilahi hüviyet olduğunu belirtmişlerdir. O, Kur’anla, Şeriat-ı Muhammedi ile taayyün etmiş mevcudlara emir ve yasakları buyurmuş ve uyulmasını emretmiştir. Bu nedenle Kur’an ve Şeriat-ı Muhammediyeye uymamak nefse zulümdür. Nefsine zulmeden ise bu hakikatlere ulaşamaz. Zira “nefsini bilen Rabbini bilir” buyurulmuştur. Şeriat-ı Muhammedi, kul mertebesinin hüviyet gaybını idrak edip, zatına ubudeti ve irfanı amaçlamaktadır. Her mertebeninde bu şekilde böyle bir hükmü vardır.
Tasavvufta irfan yolcusu, Allah’ın hüviyeti ve benliği ile alemlerde her zerrede Zatıyla kaim ve batın, Vücuduyla mevcud, sıfatlarıyla muhit ve tecelli, kudretiyle fail, fiilliyle zahir, eserleriyle meşhud, batını ile sır olduğunu hakikati ve marifetine ulaşmış olur. Hayatını bu yüksek idrakle, bu Vahdet ilmi ve müşahedesiyle sürdürür. Her şeye değerini hikmetle, Kur’an ve Sünneti Muhammedi ölçüleriyle yerli yerince, Hakça vererek yaşamını adalet üzere sürdürür. Bu yaşam ise gerçek manasıyla şeriat-tarikat-hakikat-marifet mertebelerini bünyesinde bulunduran şeriat-ı Muhammedi üzere olan bir yaşamdır. Vahdetin aynı kesret, kesretin aynı vahdet olduğu ilmi ve hali “Muhammedi Şuhud” mertebesi ile hayata bakıp, yaşamaktır. Ahadiyetül-cem, Ahadiyetül-ayn mertebesinden bakışla, ahadiyetül kesreti yaşamaktır ki ”ihlas suresini” hayatın içine sokmaktır. İhlas ise Allah’ın Zati sıfatlarını kapsayan suredir. Allah’ın Zati sıfatları ise “nefsi natıka” nın sıfatlarıdır. Yani nefsi natıka, Kur’anı natık vasfına bürünmüş olarak hayata Kur’anla devam eden bir özelliğe, yani aslına dönmüş olmaktadır. Bu ise “bekabillah” olup “Allah ile baki” olarak yaşamaktır.
Baştaki idrak ve zikirlerle birlikte “lâ ilahe illallah” ve “lâ ilahe illa hu” zikrini yapan kişi Hakkı tevhid etmiş olur. “Tevhid izafetleri kaldırmaktır” diye tanımlanmıştır. Ayrıca Cüneyd-i Bağdadi Hz. (ks) leri tevhidi şöyle ifade etmiştir: “O’nda eşkal eriyerek yerine ilim girer ve her haliyle Allah mevcud olur”. Allah isminin zuhur mahalli, en mükemmel insan-ı kamil Hz. Muhammed (sav) dir. Her ikisini birleştiren tek vücudu tüm taayyünleri ile birlikte tevhid ederek “lâ ilahe illallah muhammeden Resulullah” der ve tek Vücudda hiçbir şeyi hariç bırakmayarak Hakkı tevhid etmiş olur.
Bu mertebenin kemali “fena-i zat” tır, zatların Allah’ın zatında fani olmasıdır. Her bir zatın ancak Hakk’la baki olduğunun idrakine varılmasıdır. Kendi zatının ve alemdeki bütün zatların, aslında Allah’ın zatından başka bir şey olmadığını idrak edip yaşamasıdır.
Böylece izafi varlığını, zatını kaybetmiş, Hakka teslim etmiş, onun yerine Hakkani varlığını, zatını bulmuş “Hakla baki” bakabillah olmuştur. Artık bu kimseler ölmezler. Çünkü ölmeden evvel ölüp, daha bu dünyada iken ilahi hüviyetle Hakk ile Hakk’ta dirilmişlerdir.
İşte ihlası şerifi ancak bu kimseler gerçek manası ile okuyabilirler ve yaşarlar.
“Kelime-i tevhid” dahi en geniş hali ile bu mertebede tam ifadesi bulur.
Kur’anı her mertebeden okuyabilirler. Kur’anı Kerimi okurken hangi ayetin, hangi alemi, hangi mertebeyi anlattığını idrak etmemiz bize çok şey kazandıracaktır. Gerçek Kur’an okumak yukarıda bahsedilen mertebeleri idrak ettikten sonra ancak mümkün olur. Beşeriyet ve benlik kalıpları içinde “nefsini ve Rabbını bilmeden” Kur’anı Kerimi okumak ne yazıkki onu sadece efal yani fiil ve madde kalıpları içinde çok sınırlı bir mana ile anlatmaktan öteye geçmez.
Allah, bütün müminleri gerçek Kur’an okuyanlardan eylesin. Amin.
Bu engin idrak ve müşahede içerisinde hoş bir hal ile hayatlarına devam ederler. Bunlar için korku ve hüzün yoktur, bahtiyar kimselerdir.
Tenzih, teşbih ve tevhid bu mertebede en kemalli halini alır. Tenzih ve tesbihi birleştirip Tevhid edip Vahdete ermiştir.
Vahdet hükmü ile de insanlığın Allah bilincinde “Marifetullah” en üst mertebeye ulaşmasını sağlayan, nihayet “Habibullah” lakabını alan himmeti yüce kişide, Hz. Muhammed’dir (sav)
Bu mertebenin yolu ancak onun ümmetine ve ona iman edip inananlara açılmıştır. Başka hiçbir şekilde bu mertebeye ulaşmasının imkanı yoktur.
Bu mertebeye, menzile “alemi ervah’da” kulaklarına “ezan-ı Muhammedi” okunan “ezeli istidad” sahipleri ulaşabilirler. Çok gayret ve fedakarlık gerekmektedir. Çünkü gerçek ve ilahi hüviyetlerine ulaşma mertebesidir.
Burada Bir’den başka yoktur hak vücud,
İşte bu vahdet olur asıl şuhûd..
Bu şuhûda başka mânâ verme sen!
Küfr olur, ilhad olur ey nur beden.
Baş gözüyle olmaz asla bu şuhûd,
Böyle rü’yetten münezzehtir Vedûd...
Sır iledir bu mana hep aşikâr,
Sırra var da sen de anla ey nigâr!
Burada yoktur ilm u idrak-i beşer,
Acz u hayrettir bu vadide hüner.
Aczini idrak olur idrak-i Hak,
Gör ne söyler Hazret-i Sıddîk’a bak..!
Gayret bizden, muvaffakiyet Allah’tandır.
önceki sayfa sonraki sayfa