lâ ilahe illallah, lâ vücude illa Hu
Uluhiyetini tüm mevcudlarda ilan eden ancak Allah’tır. Mevcudların kendilerine has vücudları yoktur. Mevcudlarda söz edilen vücud, izafi, nispi ve itibari vücuddur. Vücud ancak O’na Hüviyeti Mutlaka’ya, İlahi hüviyete has vücuddur.
Buda Mutlak Vücud olarak adlandırılır. O’nun Vücudu Zatı ile aynıdır. İzafi ve itibari mevcudların vücudları O’nun isimler ve sıfatlarının suretler olarak zuhura çıkmasından ibarettir. Mevcudlar varlıklarını Zatı Mutlak’ın Vücudu ile devam ettirebilirler (Kaim binefsihi). İlahi hüviyet, Allah ismi camisi ile tüm esma ve sıfatları ile mevcudlar üzerinde uluhiyetini devam ettirirken, mevcudlarda izafi, kayıtlanmış vücudlarını bu isim ve sıfatlara borçludurlar. İsim ve sıfatların taayyün mertebelerinden geçerek, zahir esmasıyla vücud kazanmasından ibarettir. Kayıtlanmış, kendi mertebesinde tecelli oranında Hakk’ın vücudundan hissesini almıştır. Tüm isimler ve sıfatlar Zat’a ait olduğundan O’nun ilahi hüviyetinden başka bir vücuddan söz edilemez. Bu “Vahdet-i Vücud” ilminin açılımıdır.
Vücud birdir. O’da Hakkın sonsuz vücududur. Hakikatte “Mutlak Vücud” ile “kayıtlı vücuddan” başka bir şey yoktur. Ve Vücudun hakikati ikisinde de birdir ve mutlaklık ve kayıtlık ancak Zati bağıntılardan ibarettir. Zati bağıntılar ise yine O’nun isim ve sıfatlarıdır. Bu yüzden tek ve bir Vücud’dan başka vücut yoktur. İlahi hüviyeti ile tek vücud O’dur. Bundan dolayı Mutlak Vücud mertebe mertebe tenezzül buyurup şehadet aleminde yine kendi vücudundan birer suret elbise giymişlerdir (buhar – bulut – su – buz ve bilgisayar örneğine bakılması önerilir). Böyle olunca bütün taayyünlerde kendi mertebelerinde ve düzeylerinde açığa çıkan Hak, ilahi hüviyet oldu. Çünkü o vücudun haricinde bir vücut yoktur. Bu surette Hakk mevcutları, eşyayı kendi nefsinde halketti. Ve halk ettiği eşyanın hepsini toplamış, kapsamış oldu. Bu nedenle VUCÜD TEK VE BİR olup bu vücudun mertebeleri ve düzeyleri çoktur. Mertebelere ve düzeylere riayet şarttır. Bu çokluğu yaratan ise yine Zatın taayyünlerde açığa çıkan isimler ve sıfatlarıdır. Mertebeler ve düzeyler arası ilişkileri düzenleyen Şeriat-ı Muhammediye’dir. Şeriat-ı Muhammedinin hakikat sırlarıda, yukarıdaki hakikate dayanır. Çünkü zahir ve batında olan Vücud, Hakkın gayrı olan bir vücud değildir, izafi ve itibaridir. Ve isimler Zatın perdesi olduğundan, Zat bu isimler altında gizlenmiştir, taayyün mertebelerinde Zatın gizlenmesi, O’nun zati gereğidir.
Nitekim Vahdet-i Vücud’u açıklayan hadis-i şerifte “Eğer ipinizi bıraksanız, Allah’ın üzerine düşerdi” buyurulmuştur.
Hak, bütün mevcutların hakikatlerinde, onların istidatları dolayısıyla tecelli edicidir. Ve her biri bir ismin hükmünü ve ilahi bağıntıları açığa çıkarır. Ve aynı şekilde her birisi Hakkın Mutlak Vücudu’nun tenezzüllerinden oluşmuş bir surettir. Bundan dolayı Mutlak Vücudun birer “vech” idir.
Çünkü vücudda O’ndan başka bir şey yoktur. Gören, görünen, gösteren hep O’dur. Şu halde alem, Hakk’ın sureti ve zahiridir. Ve Hakk dahi alemin ruhu ve batınıdır ve alemin idare edicisidir.
Vücudda göz ancak Hakk’a bakar ve hüküm ancak Hakk üzerine olur. Çünkü vücudda O’ndan başka bir mevcud yokturki görülebilsin ve üzerine bir hüküm eklenebilsin. Bunu ifade eden şu beyt ne güzeldir;
Ben bilmez idim, gizli ayan hep Sen imişsin
Tenlerde, canlarda gizli hep sen imişsin
Senden bu cihan içre nişan ister idim ben
Sonra bunu bildim ki, cihan hep Sen imişsin
Bizim vücudumuz O’nun içindir. Çünkü O bizim suretimizde açığa çıktı. Biz O’nunla mevcuduz ve O’na tabiyiz. “Siz nerede iseniz O sizinle beraberdir” (Hadid/4) hükmüyle O’ndan ayrı değiliz. Bu nedenle Hakk’ı, Hakk’ta, Hakk gözü ile gören kimse Hakk’a ariftir.
Ve bu şekilde bilinirki Vücud Hakikati birdir, oda Mutlak Hakk’ın sonsuz vücududur ve isimler O’nun Zati işleridir, tecellileridir. Alemlerdeki çokluklar ise O’nun isimleri dolayısıyla Mutlak Vücudun kayıtlanmaları ve taayyünlerinden ibarettir ve kendi vücutları dahi bu zuhur yerlerinden ve kayıtlanmalardan birisidir.
Ve mutlak Vücud mertebesinde, O’nun bağıntıları olan sıfatları ve isimleri, çekirdeğin içindeki ağaç gibi gizlidir. Ne zamanki O’nun kuvvede (potansiyel) olan isimleri kemalleri müşahede için, isimlendirilmişleri olan Hakk’tan aynalar ve görünme yerleri ve eserler talep ettiler. Hakkın Mutlak Vücudu yalnızca isimlere rahmet olarak ahadiyet mertebesinden vahidiyet mertebesine tenezzül etti. Bu mertebe uluhiyet mertebesidir. İşte bu mertebede Zat “Allah” ismiyle isimlendirildi. Ve isimlerin hepsi Allah ismi altında toplanmış oldu. Bundan dolayı isimlerin hepsi Allah için olmuş olur. Bundan dolayı latifin latifi olan Mutlak Vücud taayyün kaydına bürünerek o isimlerin suretlerinde kesafetle açığa çıkar. Şu halde bu zuhur mahallinin (görünme yerleri) vücudu müstakil olmayıp izafidir ve Allah iledir ve kendi mertebelerinde Allah’ı temsil ederler.
İlahi hüviyet karşılıklı ve birbirine zıt isimlerin hepsini toplayıcıdır. Zıt oluş ve karşılıklı oluş isimler arasında izafetlerden ibarettir. Yoksa ilahi hüviyete göre zıt oluş ve karşılıklı oluş yoktur. Bundan dolayı Hakk bütün zıtları toplamakla bilinir. Bu yüzden Hakkın aynaların (mevcudların) icabına göre açığa çıkması itibariyle meydana gelen bu çok olan suretlere “halk” adı verilir, ve onların hepsi hakikati itibariyle Hakk’tır. Latif olan Hak, kesafetle, isimler itibariyle çoğalarak halk adını almıştır.
Eğer Hakk’ın Mutlak Zatının ilahi suretiyle mevcutlarda sirayeti olmasa idi, alemin vücudu olmaz idi. Bu nedenle alemin vücut elbisesi giymesinde, Hakk’a muhtaç oluşu ve ihtiyacı sabit oldu. O yüzden halk ancak Hakk ile kaim oldu. Çünkü bir şeyin kesafet mertebesi letafet mertebesine bağlıdır ve vücutta ona muhtaçtır (Vahdet-i vücud mertebelerinde buhar – bulut – su – buz örneğine ve bilgisayar örneğine bakılması uygundur).
Bu nedenle Peygamber Efendimiz; “Rabbımı Rabbımla bildim” buyurmuştur. Bu yüzden ferde düşen görev ubudiyet ve kulluk ile açığa çıkmak, zahir olmaktır.
Bütün izafi vücudlar, Hakk’ın Mutlak Vücudunun farklı mertebelerden zuhurudur. Bu nedenle Hakk’ın sonsuz vücudundan başka vücud yoktur. “Vahdet-i Vücud” terimi bu gerçeği anlatmaktadır.
Bu gerçeği açıklamak için ayeti kerimede; “Şehidallahû ennehu la ilahe illa hu” (Al-i İmran/18) buyurulmuştur. “Allah kendi kendine şahittirki” denmiştir. Başka vücud yoktur ki şahit olsun. Bütün şehadet edenler de ancak Hakk ile beraber şahid olmaktadır. Şahid oldukları ise O’nun ilahi hüviyetinden başka ilah olmadığıdır. Allah tüm alemlerde Zatı, sıfatı ve isimleri ile yani hüviyeti ile uluhiyetini ilan etmektedir. Bu nedenle “Kendinden kendine” olan bu tecellilerine yine kendisi şahid olmaktadır.
Tecelli eden haktır, ilahi hüviyettir. Hakk hüviyetiyle her görünme yerinde mevcuttur. Hakk hüviyetiyle zerrelerin bütününde mevcuttur. Hakk kendisi ile kendisinden ve külli tecelligahtan farklılaşan zati halleri ile tecelli eder. Vücud (varlık), hüviyet gaybının tecellilerinden bir tecelli ve diğer zati haller gibi bir hal taayyünüdür. Bu haller Zat’a mensup “Ahadiyeti cem” ile bir oldukları dikkate alınırsa Hakk olurlar; zuhur ve farklılaşma hükmü ile “sınırlanmışlıkları” ve “kayıtlanmaları” dikkate alınırsa Hakk onlar olur. Bu durumda Hak, haller açısından ve mevcutlara göre göre zuhur eder. Bütün halleri birleştiren “Ahadiyet-i cem-i hüviyet” mertebesidir. Hak, ilahi hüviyetiyle her mertebede, her taayyünde her şey ile beraberdir; her şeyi ihata eder ve her şeyi “rahmet” ve “ilim” yönünden kuşatmıştır. O’nun rahmeti, vücudu, ilmi ve ihatası Mutlak Vücud Birliği mertebesinde çoğalmaz Mutlak Vücud’un ilk taayyünüde Hakikati Muhammedi’dir. Hakkın kendisini Hakikat-i Muhammedi’de görmek istemesinden murad ettiği şey, bütün taayyün mertebeleri ve bunların hükümlerini birleştiren bir hakikatte kendini müşahede etmektir. Söz konusu bu tecelli ile Hz. Peygamber (sav) için meydana gelen şey ise, kendisini ilahi ve birleştirici bir mertebede görmekten ibarettir. Bu mertebe, Zat mertebelerini ve uluhiyet hükümlerini içermektedir. Böylece Hakk ve Hz. Peygamber (sav) birbirlerine ayna olmuşlardır.
Mazhar olan mevcutlar, Hakkın Mutlaklığının yani Mutlak Vücud’un sınırlanmasının ve onların özelliğine, istidadlarına göre taayyün etmesinin sebebidirler, çünkü “kayıtlanmış” ve “sınırlanmış” izafi vücudlar ile ve de gizli ve açık vasıflar ile bezenmek, Hakk için Zati bir özelliktir. Kayıtlar ve eksiklik vehmi veren çeşitli sıfatlar, eşya için eşyanın zatından dolayı sabittirler; yoksa bunların eşya için sabit olması yaratma (ca’l) ve Hakkın Vücudu ile bitişme şartına bağlı değildirler. Bu, bütün sıfatları Hakka ve Hakkın dışındaki şeylere izafe etmedeki çok mühim bir ayrımdır, ayrıca bu fark söz konusu, sıfatların Hakka ve mahiyeti açısından başkasına nispet edilmelerinin sebebini bilmede de çok önemlidir. “Bir” olan Hakk ile Hakkın zuhur yerleri arasındaki münasebete gelince: Mevcud açısından münasebet, Hakkın tecellilerinin Haktan başka olmayışları açısından sabittir, çünkü söz konusu tecelliler mevcudun çeşitli hakikatlerinden ibarettir. Bunlar Hakkın bir olan varlığını (vahdet-i vücud) “ağyar” diye isimlendirilecek şekilde çoğaltırlar. Hakkın zahiri dikkate alınırsa, vahdetinin mevcudlar ile çoğalması dikkate alındığında, bu “halk” diye isimlendirilir. Bu latif olan Mutlak Vücud’un, kesif “izafi vücud” olarak zuhururundan ibarettir. Söz konusu mutlak vahdet, Zatı ile zıtları birleştirir. Zıtları birleştirmede de sınırlı değildir. Hak, bir olan Mutlak Vücud’un sahibidir; O’ndan sadece vücud zuhur eder. Hakkın kudretinin, Zati Nefsinde vücudu olmayan şeye ilişipde, o şeyin kendiliğinde mevcut olması mümkün değildir.
Temkin sahibi kamiller ise “vücud” itibariyle Hakkı zahir olarak müşahede ederler, bütün ilahi ve kevni hakikatleri Hakkın tecelligah ve mazharları diye müşahede ederler. Bunlar, hem Hakkın ve hem de Hakkın tecelligahları olan söz konusu ilahi isimlerin ve asli hakikatlerin tecelligah ve mazharlarıdır. İsim ve vasıfları yönünden Hakka ve alemlere mensup bütün hakikatler, bir açıdan Hakkın Zati isimleri, bir açıdan Hakkın Zatının tecelligahları, her iki açıdan da daha üstün olan başka yönden ise, mutlak olarak değil, külli tecelligahlarıdır. Bu bağlamda ortada sadece Hakk ve halk vardır. Vahdet-i vücud’un itibar ve nispetlerinden ibarettir. Vücud, tüm mevcudata şamil olan ayan-ı rahmet demektir. Hz. Resul (sav) bu hususta “Ya Rabbi! Sende katiyen şer yoktur” buyurmuşlardır. Rahmet Hakk Teala için Zati sıfatlarındandır. Bu nedenle ilk taayyün olan Hakikati Muhammedi’de bu rahmetle taayyün etmiştir. “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya/107) Bu rahmet ilahi hüviyetin her mertebedeki rahmetidir. “Hüve” tabirinden murad dahi Cenab-ı Hakk’tır. Cenab-ı Hakkın vasfı dahi bekadır. Abdiyetle zuhur, Cenab-ı Hakkın kendi zuhuru olması itibariyle Cenab-ı Hakk bakidir demek olur. Fenaya gelince, fena dahi abdin kevne nispetinden ibarettir. Yani abd alemlerin suretlerinden bir suret olduğu cihetle daima fanidir. Abd, bu iki vasıftan, bekayı sahibi olan Cenab-ı Hakka izafe etmeli, fenayıda kendisi için seçip almalıdır. Böyle olursa abdde “Yerin üzerinde her şey fanidir” (Rahman/26) ayeti açılmış olur. Abd, Hakk’a bakan yüzü itibariyle de bekadan hissesinide bilmelidir. Gerçek marifet Hakkın kendisine kontrol edilemeyen ve nitelenemeyen bir tecelli ile ansızın geldiği kimseye aittir. Bu müşahede, belirli bir hale varid olmayan bilgiyi gerektirir. Bu marifetin özelliği Allah Tealayı her vasıf ile vasıflanmış bilmektir. Haktan zuhura gelen tüm tecelliler gaybi hareketten ibarettir. Gaybi hareket, vücudi sirayetin gerçekleşmesini temin eden harekettir. Nefesi rahmandır. Söz konusu bu sirayet “bilinmekliliğimi sevdim” diye dile getirilen mertebeden “ilahi muhabbet” amiliyle meydana gelir. Bu ise ferdiyet sırrına bağlıdır. Hakikati Vücud birdir, taayyün ve tecelli ile kesrette görünen yine bu bir vücuddur (Vahdet-i Vücud). Alem Hakk Tealanın, bir vücudun suretidir. Hakk Teala dahi alemin ruhu ve hüviyetidir. Hakk hüviyetiyle zerrelerin bütününde mevcuttur. Tek bir hakikat (ayn-ı vahide), kesreti esma (esmaların çokluğu) ile zahir olmuş, hatta bütün mevcutlar, eşya ile zuhurunu göstermiştir. Esmaların çoğalması O’nun tek olan vahdetini çoğaltmaz. Bu vahdetteki kesrettir. Tek vücudun, isimlerin ve sıfatlarının çokluğu ile çoğalması ve taayyününden ibarettir.
Hak, Mutlak Vücud, zuhur ettiği ve kendisi için tecelligah olarak seçtiği her şen’e göre farklı çeşitlenir. Vahdet-i Vücud itibariyle, batını Zahir esması ile açığa çıkmış, itibar ve izafetler açısından çoğalmıştır. Batından zahire bakıldığında vahdette kesret, zahirden batına bakıldığında kesrette vahdeti oluşturur. İlahi hüviyetiyle hem zahir, hem batın olduğundan, her iki itibarla bakıldığında vahdet-kesret aynı potada birleşmiş olur. Bu itibarda Vahdet-i Vücud olarak adlandırılır. Bu ise “hüvel evveli vel ahiri vez zahiri vel batın” olarak tek hüviyetin hüviyet gaybının taayyün etmesinden ibarettir. Bu zuhura çıkış, taayyün mertebelerinde Hakkın seyri “Kün” emri ile başlamıştır. “Kün” iradenin suretidir. Buda ahadiyedir. Ahadiyeti Zattaki ilk tecellidir. Vahidiyet itibariyle bu ilahi ferman bütün alemler üzerine yayılmıştır ve alemleri muhittir. Mevcutların Hakkın kelimeleri olmaları itibariyle asılları Nefes-i Rahmanidir. Zuhurları ise “Kün/OL” emriyle gerçekleşir. “Kün” halkedilmesi irade edilen her şeye yönelik ilahi sözdür. Her meydana gelen şey ise, Zat’ın kelimesinin ta kendisidir. Ve Nefesi Rahmaninin her mertebeye sirayeti vardır.
Bu ise Hakkın her şeyle beraber olmasını sağlar. Hak, ”cem”, “vücud”, “gayb” ve “zuhur” ile beraberdir. Hüviyetiyle alemin ruhudur. İlahi hüviyetin değişik mertebelerle izafi halde olması, farklı isimlerle görünmesidir. Hakkın zahiri, batını için bir ayna ve tecelligahtır. Bu sır ise ilahi bir nur vasıtasıyla bilinebilir. Bir tek “vücud” vardır (vahdet-i vücud) ve o da, kabiliyetlerin hakikatlerinin (ayan-ı sabite) farklılaşması nedeniyle, farklı, çoğalmış ve taaddüt etmiş olarak zuhur etmiştir. Bununla beraber O, hüviyet gaybı ile, mazharlardan soyutlanışı itibariyle, kendi zatında artmaz ve çoğalmaz. Zuhur eden mevcudat, mertebelerin ve taayyünlerin mazharlardır. Mevcutların zuhuruda, çeşitli cüzlerin ve hakikatlerin birleşmesine bağlıdır ve bu zuhurda, taayyün eden şeyin istidadının gereğine göre gerçekleşir. Taayyün eden şey, mazhar, tek vücudun, “kayıtlanmış”, “sınırlanmış”, “izafi” vücudundan ibarettir.
Bizim varlık (vücud) dediğimiz şey, taayyün etmiş vücuddur. Bu ise, ilahi isimlerin suretleri olan ayan-ı sabitenin suretleridir. Ve bizim suretlerimiz ile taayyün etmiş olan ancak Hakk’ın vücududur. Böyle olunca, bizim vücudumuzun bağımsızlığı yoktur. Hakkın Vücuduna bağlı olan “izafi” ve “itibari” vücuddur. Taayyünlerin mevcut oluşu, Hakkın vücudunun tenezzüllerinden dolayı, isimlerinin birer kesif elbiseye bürünüp, yine Hakk’ın vücuduyla açığa çıkmasıdır ki, Zahir isminin gereğidir. Bu izafi vücudun ilahi ilimdeki suretleri Hakk’ın taayyün etmiş vücudu olduğu gibi, kevni vücutları dahi ayan-ı sabite suretlerinde taayyün etmiş Hakk’ın vücududur. Bu nedenle sizin hüviyetiniz, Hakk’tır. Ve siz Hakk’ın zahirisiniz. Bu açıdan, Hakk Tealanın hüviyeti bizimle beraberdir. Bu husus “Nerede olursanız O (hüve) sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetiyle belirtilmiştir. Söz konusu ilahi hüviyet karşılıklı ve birbirine zıt isimlerin hepsini toplayıcıdır. Zıt ve karşılıklı oluş isimler arasındaki izafetten ibarettir. Yoksa ilahi hüviyete göre zıt oluş ve karşılıklı oluş yoktur. Bundan dolayı Hakk bütün zıtları toplamakla bilinir.
Senin ayan-ı sabitenin hükümlerinin suretlerine büründüğü halde açığa çıkan Hakk’ın vücududur. Sen zahirsin, Hakkın vücududa batındır. Sen Hakkın vücuduyla zahirsin, ve Hakkın vücudu ile zahir olan ayan-ı sabitenin suretinde Hakk gizlidir. Zahir vücutlarımız, O’nun vücududur. Biz Hakk’ın mülküyüz.
İşte bu “bir” olan hakikat nübüvvet ve risalet mertebesine tenezzül etmese idi, herkes kendi has Rabbine (Rabb-ı has) dönük kalır ve Rabbül erbab ve Vahid-Kahhar olan Allah’tan gafil bulunurdu. “Kahhar” ismi bütün çokluklara kahr ile tecelli edip, onları “bir” olan hakikate geri döndürür. “Vahid” ismide o çoklukları Kahhar isminin elinden alıp, kendinde cem etmiş, toplanmıştır. Ve “Allah” ismi ise isimlerin hepsini olduğu gibi o mertebede Vahid ve Kahhar’ı da ihata etmiştir. Bundan dolayı küçük ve büyük kıyamette ilahi isimler faaliyet dışı kalmayıp ve Hakk’ın tecellileri kesilmeyip, bu üç ismin kemalatı açığa çıkmıştır.
Bizim için iki yön vardır: “Hüve” yani “O” ve “ene yani ben”. Oysa Hakkın benliğinin açığa çıkışı için “ene yani ben” sözü yoktur. Yani benim vücudum ne zamanki Mutlak Vücudun aynı oldu, bu vücudun o Mutlak Vücudun ayn-ı sabiteme katışmasıyla taayyün etti. Yani Hak, ilmi sureti olan ayn-ı sabiteme latif Mutlak Vücudunun tenezzül ile kesafeti yönüyle, bu şehadet aleminde, bir vücud verdi. Bundan dolayı, benim için iki yön vardır; birisi “hüviyet yönü” ve diğeri “eneniyet yani benilk” yönüdür.
Birinci yöne göre yani hüviyet yönüne göre Hakk ile aramızda fark yoktur. İkinci yöne göre, yani enaniyet yönüne göre, ayrıcalık oluşur ve ubudiyetle yani kul oluş ile rububiyet yani Rabb oluş açığa çıkar. Ve Hakkın enaniyeti yani benliğini açığa çıkması için “ene yani ben” sözü yoktur. Yani Hakk için benlik yoktur. Bilki O’nun kendi Zatıyla bir benliği vardır. Çünkü “ene yani ben” sözü, kişinin kendi çevresinde bulunan benliklerden, kendi benliğini ayırmak için konulmuş olan bir sözdür. Oysa Hakk mevcuttur ve onunla beraber ezelen ve ebeden hiçbir şey mevcut değildir. “Kanallahu velem yekun meahu şey’a”; “elân kemâ kan” yani “Allah var idi onunla beraber başka bir şey yok idi” ; “Şu an dahi öyledir”. Bundan dolayı O’nun benliği kendi Zatıyladır ve kendi Zatından helak olmuştur. Şu halde Hakk için bu mertebede “ene yani ben” sözü yoktur. Ve Hakka Zatı dolayısıyla kendinin gayri görünen alemlerden ganidir. Ve benim benliğim O’na muhtaçtır. Çünkü, “ben, ben” dediğim, benim bu taayyünüm, O’nun Mutlak Vücud’unun bu elbise ile kayıtlanarak açığa çıkmasıdır. Eğer O, Zati benliğini açığa çıkarsa, eşya fani ve gayri denilenler yok olur. Sonuç olarak bazı akıl ehlinin zannettikleri gibi O’nun bizden ayrı benliği ve taayyünü yoktur. Bu zannedişin kökeni, O’nun bizim benliğimizde gizlenmiş olmasındandır. İnsan-ı Kamilde kendi nefsinde bütün ilahi mertebeleri ve taayyünleri toplamıştır.
Arif kendi nefsinden Hakk’ın nefsini tanır. Oysa arifin nefsi Hakkın hüviyetinin gayrı değildir. Var olmuş mevcutlardan bir şey yokturki, Hakk’ın hüviyetinin gayrı olarak vücuda gelsin. Hakkın hüviyeti bütün bu alemleri meydana getiren hakikat, inniyetide mana yönünden bütün manaları içine alan hakikati ilahiyesidir. Hakkın hüviyeti inniyetinin aynıdır. Ahadiyeti Zat’ın iki itibarıdır. Airifibillah Bekir Sıdkı Visali bu konuda;
Zatı paki akdesinde mahfi iken ahadiyetle vücud eyledin
Feyzi mukaddes ile ilminden mevcudiyeti vahidiyetinle mevcut eyledin
buyurmuşlardır.
Bütün eşya ve mevcudlar Hakkın hüviyetinin aynıdır. İnniyetinin taayyün ile zuhurundan ibarettir. İnniyetinin gizli hazine olması hüviyet gaybıdır. Bütün mevcutlar hüviyetinin aynıdır. Çünkü aynı olmayıp, gayrı olsa birbirinden farklı, birbirine aykırı iki vücud olması gerekirdi. Mevcudlar temsil ettikleri isimler itibariyle “kayıtlanmış” ve “sınırlanmış” hüviyet olup, vücuddan ayrı değildir. Vücud hakikatte “BİR” dir. Hakikatte “BİR” den ibaret olunca bu gördüğümüz kayıtlanmış ve sınırlanmış suretlerde kendi Vücudunu tanıyan, bilen ve onu kabul eden Hakk olmuş olur.
Nefsinin, isimler suretiyle tecelli edip, varlıksal suretlerin hepsinde sonsuz olarak açığa çıkan Hakk’ın hakikati olduğunu ve Hakk’ın bu suretlerde ve bu suretlerden biri olan kendisinin nefsiyle zahir olduğunu bilen kimse, Hakkı bilmiş olur. Çünkü Hakk insanı kendi sureti üzerine halk etmiştir. Nitekim hadiste; “Allah Ademi kendi sureti üzerine halk etti” bir riayette “Rahman sureti üzerine halk etti” buyurulmuştur. Suretten kasıt bütün ilahi isimler ve ilahi sıfatlar toplamının suretidir. Adem’den kasıt insan-ı kamildir. Çünkü bütün isimler ve ilahi sıfatlar ile vasıflanmış ve tahakkuk etmiş olup, o ilahi surete görünme yeri olan ancak insan-ı kamildir. Bilinmelidir ki insan, kendisinin hakikatinde gizli olan Hakk’ın hüviyetinin aynıdır ve aynı şekilde Hakkın hakikatinin aynıdır. Çünkü hazreti İlahiye’nin suretidir. Bu hakikate ise ancak irfan yolunun tahsili ile ulaşılır. Nefsin hakikatine keşf yolu ile ulaşılır. Bu tahsil ile fenafillah ve bekabillahı gerçekleşmiş, yakin olarak idrak edilmiş olur.
Fenafillah makamında kişi kendi nefsi ile Hakkın Vücudunda helakta bulunduğundan, salt ubudiyet ile vasıflanır. Bekabillah makamında ise bütün ilahi isimlerin eserleri fiilen zahir olur, o ilahi isimlerin toplanmışlığının kuvvetiyle tasarruf ederek icad ve ortadan kaldırmaya himmet edilir. Fenafillah makamı, Mutlak Vücudun vechinden taayyünlerin kalkmasından ibarettir.
Çünkü taayyünlerin gereği olan benlik ve bizlik perdeleri Mutlak Hakikatin cemal perdeleridir. Bu taayyün mutlak oluşunun tecellisiyle ortadan kalkınca, gayrilik perdeleride aradan kalkar ve bu mertebede olan kimsenin bakışından taayyünlerin vehimden ibaret olan geçici varlıkları gider. Ve böyle bir kimse ortada Hakk’ın vücudundan başka tasarruf isnad edebileceği bir vücud göremez. Bundan dolayı kendisi himmet ve tasarruf sahibi değildir. Bu mertebede tasarruf isnad edebileceği bir vücud göremez.
Bekabillah mertebesi ise, Mutlak Zatın kendisini en mükemmel bir görünme yerinde açığa çıkmasıdır ki insan-ı kamile aittir. Çünkü insan-ı kamil, Mutlak Vücudun cismani ve nurani ve vahdet ile vahidiyyet mertebelerinin hepsini toplamıştır. Ve bu mertebe Mutlak Zatın en son tecellisi ve en sonuncu taayyün elbisesidir. En kemalli zuhuru Hz. Muhammed (sav) dir. Kamil insanlarda Hakk’ın zuhur ve tecellisi, Zati zorunlu oluştan başka, bütün isimler ile olmuştur ve zahir olan isimlerin hükmü eşitlik ve itidal dairesinde kemal yönü üzeredir. Bu nedenle bekabillah mertebesinde olan insan-ı kamilin, görünme yeri olduğu ilahi isimler toplanmışlığının kuvvetiyle tasarrufu ve icad ve ortadan kaldırmaya himmeti vardır. İnsan-ı kamilin alemde tasarrufu, zuhur mahalleri (görünme yerleri) vasıtasıyla açığa çıkar. Yani insan-ı kamil bir şeyin icadına veya helakına himmet ettiğinde, zahir ve batın kuvvetlerinin bütün hepsini, o şeye tam bir huzur ile yöneltir. Ve o şey görünme yerleri vasıtasıyla mevcud veya yok olur, çünkü Hakkın fiilleri görünme yerleri dolayısıyla açığa çıkar. Hakikatte marifet, himmet için tasarruf etmeye için vermez. Ancak insan-ı kamilin dilediği Hakkın dilediği olmuş olur. Kendisinden açığa çıkan fiillerin hepsi Hakkındır. “Attığın zaman sen atmadın Allah attı” (Enfal/17) ayeti bu hakikati açıklar. Hakkın iradesi ne ise himmeti oraya yönlenir. O, Hakkı vekil kılmış; Hakda onu vekil kılmıştır. “Fettehizhu vekila” (Müzemmil/9) “O’nu vekil edinin” ayetinin en kemalli zuhurudur. Marifet arttıkça kişinin Hakk karşısında zayıflığı acizliği daha çok açığa çıkar. Bu mertebede Peygamber Efendimiz “el fakrı fahri” “Fakr iftiharımdır” buyurarak fenafillah durumunda tam fakrın ve aczin zuhura çıktığını belirtir. “Fakr tamamlandığında o Allah’tır” buyurarak; mutlak fakr’a erenin bekabillah ile şereflenir. Allah ismi camisiyle tüm ilahi ve sıfatların zuhura çıktığı Zati tecellinin görünme yeri olur. Bu nedenle Hz. Resul (sav) için “O hevasından konuşmaz, söyledikleri sadece vahiydir” (Necm/3-4) buyurulmuştur. Hz. Muhammed (sav) en kemalli zuhur mahalli olup, varislerinde bu ayetlerden hisseleri vardır.
Âmâ ve ahadiyeti zat mertebesinde gizli hazinede olan her şey nefesi rahman ile vücud nuruna bürünerek zuhura çıkarlar. Bu nedenle bu mertebeye “Zuhur-i vahdeti hakiki-i Hakk mertebeside” denir. Bu mertebenin beyaz nur içine siyah nurun geçmesi şeklinde zuhuru (ziya) ehline malumdur. Siyah nurun içine nabız gibi atan beyaz nurun geçmesi şeklinde zuhuru (noktadan vücud nuru) da ehlindeki “göz nuru” ile müşahede edilir. Bu zuhurlar tıpkı gecenin gündüze, gündüzün geceye doğuşu gibidir. Zati Nur olan siyah nurdur. Âmâ mertebesinden zuhuru vardır. Beyaz nur Ahadiyeti Zat mertebesinden köken alır ki ikisininde kaynağı “nokta-i Süveyda” dır. Tecelli-i Zati bu nurlarla fena ve bekayı temsil eder. Tecelli-i Hakk ise nihayetsizdir, sonsuzdur. Nuru Mutlak olan “Mutlak Vücud” tur. Zira Hakk Nuru Mutlaktır. Ve nurun kemaliyle zuhuru onun mukabilinde olan zulmet iledir. Zuhurları “Allahu nurussemavati vel ardı” (Nur/35) “Allah göklerin ve yerin nurudur” buyurarak açıklamıştır. Sırrı halikiyet, muhabbetinin mucibi ve gerektirmesiyle, O’nun her nefeste kendi Zati nefsinden şuunat-ı Zatiyesiyle ruyetinin kemaline olan HUBB udur. Hubb-i teveccüh denilen bu sırdır. İşte bu mertebelerde bilkülliye fenafillah fakrı hakikidir. Bu siyah nur-zulmet kastedilerek “Fakirlik iki cihanda da yüz karasıdır” ve “Fakr tamam olduğunda işte O Allah’tır” hadisleriyle açıklanmıştır. Bu makam Sevadul Vech, Sevadul Azam makamıdır. Gönüldeki “nokta-i süveyda” nın hakikati burasıdır. Her ne talep olunursa O’nda bulunur.
Hiç bir şey bu mertebeden hariç değildir. Bu mertebe ve makam çekirdekteki ağaç gibidir. Bundan alâ mertebe yoktur. Gizli hazinenin bütün sırları bu makamdan açılır. Künhüzat Cennetidir. Fena-i tam olan “Sevadül vech” bekabillahdan ibaret olan sevad-ı azam olur. Bu nefsinden yok olmak Hakk ile var olmaktır. Arifibillah Zekiye Güren (Şamiye) (ks) bu makamı açıklarken “Nefsinden kurtulur HU olursun, sıfatlarından kurtulur NUR olursun” buyurmuşlardır. Bu mertebe insan-ı kamilden gayrı hiçbir vücuda müesser değildir. İnsan-ı kamil bu cihetten tüm mevcudatın ekmeli olup alemlerin icad sebebi, halk sebebi olmuştur. Bu nedenle “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım” hitabına merkez olmuştur. İnsan-ı kamil nefsi zatında safi olduğundan ondan “gizli hazine” zuhura geldi. Gizli hazine O’ndan zuhura çıktı. Bu safa ise fazlı hudadır. Nefs-i Muhammediden ibaret olan insan-ı kamil, vücudu Hakkın aynasıdır. Alemler dahi Hakiki Vücudun nuru ile aşikar ve ruşen olur. İnsan-ı kamil Vücud-ı Hakkın yansıması olan alemin gözü mertebesindedir. Ve Hakk bu gözün nurudur. Yani insandan ibaret olan bu nurdur. Hakk bu nurla kendinden kendine nazar eder. Hakk O’nunla görür. Bir vecihten Hakk insanın hakikatidir. Sözün özü insan-ı kamil “Allah” isminin mazharıdır. Bu camiyet ile halife olmuştur. Alemlerin efendisi hakikat-i insaniyeyi zuhura çıkarmıştır. Ve alem bütünüyle hakiki aynadırki, bu söz konusu icmalin özün tafsilidir. Bu hakikat ise fenafillah-bekabillah sonrası, vuslat ile anlaşılır. Ve bu hakikate ulaşan insanda vücud kalmadığından, o vakit tamamiyle icmal ve tafsil O olur.
“Görende, görülende, gözde O olur. Asil olan Vücud-ı Mutlaktır. Hakiki Vücud O’dur. Gayri mevcud yoktur. Mevcudlar kendi mertebelerinde tecelli miktarı ve oranında isimleri itibariyle O’dur. Bu makam, makam-ı Ahadiyetül Cem” ve “Makam-ı Muhammedi” dir ki, hakikati vahdaniyet, ferdaniyet mazharında zahirdir. Bu görüş, “Muhammedi Şuhud” mertebesidir. Kur’anda “Attığın zaman sen atmadın. Allah attı” (Enfal/17) ve “Sana biat eden Allah’a biat etmiştir” (Fetih/10) mertebesinin hakikatini temsil eder. Hep Hakk’dan ibaret olan bu beka makamı, fenadan sonradır. Bu makamda eşyanın hakikatinin Hakk’ın aynası olduğu apaçık olur, bu sebeple bütün alemlerdeki her zerre Cemali Hakk’ın aynası olmuş olur. Her bir zerre esma-i ilahiyeden bir ismin suretidir ki, o ismin sureti o zerrede zahir olmuştur. Her bir isimde Ahadiyeti Zattan, Mutlak Vücuddan köken alır. Her bir şeyde her şey vardır ve buna “tecelliyat sırrı” derlerki, arif tüm eşyayı her şeyde görür. Kendi mertebesinde Hakkı görmüş olur. Her zerrenin içinde güneş gizlidir. Vücudu Hakk birdir ve asla tecezzi imkanı yoktur. Ve tüm kemalat bu Vücuda tabidir. Zuhurul Hakk her şeyde o şeyin (mevcudun) kabiliyeti, istidadı kadardır. İnsan-ı kamil mevcudatın özü ve özeti ve kainatın şerefidir. Esma ve sıfat kemaliyle her şeyden, cümleden tam, ekmel ve aladır. Hakikat bir; bütün suretler istidatlarına göre zuhur etmiştir. Arifibillah Zekiye Şamiye (ra) bu hususu “O da onu almış” buyurarak özetlemiştir. Bütün mevcudatın canı hakikatte HAKK’dır.
Gönül tohumu (nokta-i süveyda) hayatın aslıdır ve tüm vücuda feyzi erişir. Nokta-i süveyda küçüklüğüyle beraber Hakk’ın zuhur mahalli, tecelligahı ve azamet ve kibriyasıdır. Tüm vücudun mertebelerinin aslıdır. Kabedeki hacer-i esved mertebelerinin aslıdır. Bu nedenle gönül Kabedir. Bu genişlik ancak insan-ı kamilin gönlünde vardır. Ve gönül vahdeniyetin temsili olup “el-adl” isminin mazharıdır. Beden ve nefsin bütün kuvveti, nefs-i natıkanın itidali hep gönüldeki bu noktaya bağlıdır. Nefsi natıkanın hakikati bu noktadır. Şems-i batındır. İç alemin güneşidir. Gönül noktası, zahir ve batın arasında Ahadiyetül Cem suretidir ve bu suretle tüm şuunat-ı ilahiyenin mazharı olmuştur. İnsanın camiyet ve kemalatı “gönül” vasıtasıyladır. Gönül, zahir, batın, evvel ve ahiri birleştiren berzahtır. Cemal ve celal olan tüm esma ve sıfatlar bu ilahi kabiliyet ile “gönül noktasında” zuhur etmiştir. “nokta-i hal” ilahi Hazretten ibarettir. Bunun zuhuruna “an-ı daim”, “vakt-i daim” derler. Mertebe yönüyle hüviyet gaybının nihayeti ve şehadet aleminin bidayetidir. Geçmiş ve gelecek bir noktada ictima etmiştir. Zahir olan bu noktadan Hakk’ın kadim ilminden, ilminde, ilim mertebesinde ayan-ı sabite mertebesine gelmiştir. Ezel ebedin aynı vaki olmuştur. Hakkın ilminde “ezel” ve “ebed” ile “huzur” ve “zuhur” hususunda aralarında asla zıtlık yoktur. Evvel, Ahir, Zahir, batın Hu’dur. İlahi hüviyettir. Hepsini bir “NOKTA” da toplanmıştır. Bu “nokta-i evvel” in ahire yönelim hareketi devriyesiyle gayrısıyla zuhura çıkmış değildir. İlahi aşk cezbesiyle ilahi şenler ve emir ile hareket oluştuğundan, vücud mertebelerinden her mertebe de noktadan oluşan dairenin noktalarından her biri ilahi muhabbeti taşır. Teselsülden dolayı her bir şekil oluşmuş, zuhura çıkmış olur. Mevcudattan her biri mertebeden bir noktadır.
Hazreti Haydar Keremellahü Veche Hz.’nin -“EL İLMÜ NOKTATÜN” ilim noktadan ibarettir buyurdukları rivayet edilmektedir. Noktadan murat, Allah-u Zü’l Kemal’in EHADİYETİ ZAT mertebesidir. Bu mertebenin VÜCUDU MAHZ -VÜCUDU SIRF - EHADİYETİN BATINI - LA TEAYYÜN ve emsali birçok isimleri vardır. Evren ve içindeki avalimin, setr edilmiş olduğu halde, bu nokta içinde olduğunun tasavvufi görüşle ifadesidir.
Astrofizikçiler, kainatın oluşumunu şöyle tarif ediyorlar. “Zamanın, mekanın olmadığı, sonsuz enerji dolu ideal noktadan kainat oluşmuştur.
Hacı Bekir Sıdki Visali Sultanımızın beyanlarına göre; HALKİYYET ve HAKKİYET alemlerinin bütün ilimleri Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir. Kur’an’ın tümü Fatiha-ı Şerif’te toplanmıştır, Fatihanın muhtevasıda Besmele-i Şerif’te hulasa edilmiştir, Besmelenin hakikatleri de, Besmelenin (B) harfinin altındaki noktada toplanmış ve dürülmüştür.
Cenab-ı Mutlak-ı Hakk, hüviyet-i gaybiye’sinde bütün ZAHİR ve BATIN alemleri ile mestur, yani örtülü bulunmakta iken, ilahi sıfatlar ve ilahi isimlerin cümlesi kendisinden zuhur talebinde bulundular. Kur’an, SİN harfi ile başlar ve SİN harfi ile son bulur. İlk olanı Besmelenin SİN harfidir ve son olanı da, MİNEL-CİNNETİ VENNAS Ayet-i Kerime’sinin SİN harfidir. İlk SİN bütün nefs’lere işarettir ve O’nların içinde en müstaidi yani istidadı ezelisi itibariyle en layık olanı, NEFS-İ MUHAMMEDİ’dir ki, SİN’den sonra gelen MİM harfi MUHAMMED MUSTAFA’ya (sav) işaret etmektedir. MUSTAFA seçilmiş demektir. Tüm nefsler içinde, Hakikat-i Muhammediyye makamına en üstün liyakatli olmanın keza, “EY HABİBİM BEN OLMASAM SEN OLMAZDIN, SEN OLMASAN BEN BİLİNMEZDİM” Kutsi Hadisinde anılan hakikatin ifadesidir.
MİM’den sonra ALLAH (cc) ismi şerif-i gelirki, ismi Celal’in Elif’i Allah’ın (cc) ZATINA işarettir, LAM Allah-u Teala’nın sıfatlarına ve Lam Elif’te EF’ALİ İLAHİYE’nin varlığını göstermektedir. İsmi Celal’in gözlü (he) Harfinde tüm mahlukat ve mahlukatın zuhurları bulunmaktadır.
Hakk-ı Mutlak’ın HÜVİYYET-İ GAYBİYYE’si, Besmeleyi Şerif’te nokta şeklinde mevcut olup, La TEAYYÜN olarak da bilinen bu mertebeden, teayyün-ü evvel mertebesi de denilen HAKİKAT-I MUHAMMEDİYE yaratılmıştır, Oradan da ZATINA ve SIFATINA ve SIFATDAN DA EF’ALİNE tenezzül ve tecellinin vaki olduğu gösterilmektedir.
Kabenin içinde her bir duvarına değen bir küre varsayalım. Bu kürenin tam orta noktası nokta-i evveldir, ki bunun zahirdeki yansıması hacer-ül esveddir. İşte kürenin tam orta noktasından her yöne, her doğrultuda doğrular çıkarıldığında, bu doğruların üzerindeki her nokta bu “ilk nokta” nın temsili olacaktır.”ilk noktanın” sonsuz hareketiyle işte alemlerdeki her mevcudat o ilk noktanın temsili, kendi mertebesinde O’nu tafsil edecektir. Kabenin dışındaki alemlerde ne varsa, kabedendir. Zira kabenin içi Ama ve Ahadiyetül Zat mertebesinin temsil etmektedir. Yani Gizli hazineyi oluşturmaktadır. Kabe’nin kapısından da gizli hazineye ulaşanlar girebilir. Namaz makamı ise bu kapının bulunduğu yüzdedir. Bu nedenle “namaz müminin miracıdır” hadisi temsili olarak bu misallerle anlatılmaktadır.
Vahdet-i hakikinin nasıl ki zuhuru varsa, esma-i külliyenin dahi izafeti ve esma-i cüziyye ile zuhur vardır. Ve her isim devri ve zamani olup, noktadan köken alır. Açığa çıkan bunca mevcut O’nun Zatındandır, bunca nurlar O’nun nurundan çıkmıştır. Bakışta birçok şekil görünsede mevcud olan bunca nakış baştanbaşa O’nun görünmesidir. Her mevcudda kendi mertebesinde görünmeyen, zuhur mahallidir. Bu bir kesrettir ama vahdetten açığa çıkmış, zuhura gelmiştir. Bu vahdettir ama şekillere bürünmüştür. “Muhammedi şuhud” kesretin aynı vahdet, vahdetin aynı kesret olduğunu idrak eden bir bakıştır. Tek anda hepsini bir görmektir. Bu kürenin her bir noktasından yine bir daire, küre sureti zahir olur. Merkezde O’dur, seyredende. O’ndan başka vücuda, mevcudda yok. Vücud O (Hu), Mevcud O (Hu). Bu görüş “ihlas suresi” ile açıklanmış. 1, 2, 3. Ayetleri “Ahadiyetül ayn” ı ve 4. Ayeti Ahadiyetül kesreti ifade etmiş ve tüm ihlas suresi Zatının sıfatlarını (Vücud, Vahdaniyet, Kıdem, Beka, Kaim binefsihi, Muhalefetül lil havadis) açıklayarak hüviyet gaybına ancak bu yolla ulaşılabileceği ifade edilmiştir. Yani “Nefsini bilen Rabbını bilir” hadisiyle bu yol taliplilerine her an açıktır. Bu yol kat edilirken Hak, hüviyet gaybından nefsi natıkaya ne şekilde tecelli ederse, Hakk kendini o şekilde zuhura çıkarmış olurki, en kemalli zuhur mahalli insan-ı kamildir. O ise “abduhu ve resuluhu” vasfını alan ekmel insandır.
Pir Seyyid Muhammed Nurul Arabi’ye göre insanlar üç görüş üzere Vahdet-i Vücudu anlarlar: bunlar ise;
Mutlak Vücuddan başka, vücud yoktur. Bu tek vücud, mertebelere nüzul etmiştir. Gölgesi değildir. Tecelli ile tecelli mahallinde tecelli oranında zuhura çıkan O tek Vücud-ı Hakk’tır. Bu makam Peygamber Efendimiz (sav) in makamıdır. Bu sebepten dolayı O’nun gölgesi yere düşmezdi. Varisleride bu makamda O’nun kademi üzerindedir, O’nun ayak izini izlerler.
Bu makama gelmeden, yaşamadan Vahdet-i Vücud’dan bahsetmek başkalarını şaşırtır. Vahdet-i Vücud ile bazı ayetleri vererek ufku biraz daha açalım.
“Nefsinizde … Görmüyormusunuz” (Zahirat/21)
“O her şeyi çepeçevre kuşatandır” (Nisa/126)
“Ayetlerimizin Hakk olduğu enfüste ve afakta” (Fussilet/53)
Alemlerin baştan aşağı nur olduğu ise
“Allah göklerin ve yerin nurudur” (Nur/35) ayetiyle “Vücud nurundan” ibaret olduğu, nefesi rahman ile açığa çıkan her nefsin bu nurdan hissesi olduğu açıkça ilan edilmektedir.
Allah bu nurdan herkese vermiş, şehadet aleminde bedende buluşturup, bu nura tekrar ulaşmanın yollarını Kur’an ile açıklamıştır. Bununda şu ayetle belirtilmiştir: “Allah bir kimsenin kalbini Müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzeredir” (Zümer/22)
“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur” (Nur/35) buyurarak bu yola girme ve gayret ve Kur’an-Sünnet aracılığı ile bu hidayeti lütfedeceğini açıkça beyan etmiştir. Nuruna ulaşma yolunda yürüyenlere hitaben kudsi hadisinde; “Onlara ilk vereceğim şey nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlarda Benden haber verirler” buyurmuştur. Bu yolda yürürken “Allah’tan korkar, takva sahibi olursanız mualliminiz Allah olur” (Bakara/282)
Takvanın en üst mertebesi “Vücudundan geçmektir” yani Hakkın Vücudu yanında ikinci bir vücud iddiasından, şirkinden kurtulmaktır. Buda “Vücudundan daha büyük bir günah olamaz” hadisiyle bize bildirilmiş ve “Vücud” iddiasından kurtulmamız istenmiştir. İşte Vahdet-i Vücud’u hakiki yaşayanlara hitabende; kudsi hadisinde şöyle buyuruyor:
“Sonra Ben vechimle onlara yönelirim. Vechimle yöneldiğim kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğinimi sanırsınız”
“Biz ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz” (Vakıa/85) buyurarak o insanı bekabillah ile şereflendirdiğini açıkça belirtmektedir.
Hak, hüviyetin aynı olarak bütün zuhurları bir benlik olarak toplar. Bununla “la ilahe illa ene” (Taha/14) ayetiyle benliğini açıklar. “Ben gizli hazineyim” buyurduğu benliğini, hüviyetini alemleri zuhura getirerek açmıştır. Hüviyet gaybında isimleri sonsuz olduğu gibi benliğide sonsuzdur. Hüviyeti ve benliğinde neyi zuhura getirmişse onu açmıştır. Açmadığı ise gizli hazinesinde hazine hükmündedir. Ta ki açana kadar. Üzerine dikkat çekilen hüviyet, benlik yönüyle insan Hakka ibadet ederse, tam arzu edilen bir ibadet olur. Allah’ın hüviyeti ve enniyyeti (benliği) hakkı ile idrak edilirse Hakk’a ibadet edilmiş olur. Ancak tam hakkı ile ibadet etmeyi yapmanın imkanı yoktur. Çünkü Allah’ın isim ve sıfatları sonsuzdur. Böyle olunca O’na Hakkı ile ibadet edebilmekte sonsuz olur. Buna ilişkin Resullullah Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: “Hakkı ile sana karşı irfan sahibi olamadık. Hakkı ile sana ibadet edemedik” Yani: “Kendini (Nefsini) sena ettiğin şekilde”
Hazreti Resulullah (sav) Hu’nun kulu ve Resulu (abduhu ve resuluhu) olarak O’nun hüviyeti ve benliği ile O’nun hüviyet gaybına abd ve resulluğunu yapmaktadır. Hüviyet Gaybının bu sonsuzluğunu ifade içinde “Künhü Zatını idrak edemedik” buyurmuşlardır. Kendi hakikatinin O’nun zuhur mahalli olduğunda “Beni gören Hakkı görmüştür” buyurarak bu gerçeği ebede kadar açmıştır.
Besmele ile baki olan “Elhamdülillahirabbilalemin” dediğinde, rabbilalemini baki olan Allah’ın Zatına bağlamış, bütünleştirmiş olurki hepsi tek bir vücud, tek bir hüviyeti temsil eder. Muhyiddin-i Arabi Hz. leri bu makam varislerin makamıdır ve bundan üstün makam yoktur buyurarak, Hakk hüviyet ile başladığı gibi yine hüviyet ile sona erdirmiş varlık ve yokluktaki duruma O’nu sahip kılmış, hadislik (sonradan olma) ve kadimliğe delil yapmıştır diye ifade etmiştir. Hüviyet zamiri, zikredenlerin son ve en yüce zikridir, buyurmuşlardır. “İş başa dönmüş olup, kadir gecesi ortaya çıkmıştır” diyerek hakikati ifade etmiştir. Makamı Mahmuddaki Livaul hamd sancağında “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah” ve “Bismillahirrahmanirrahim Elhamdülillahirabbilalemin” nakşedilmiş olduğu ehlince ifade edilmiştir.
Hal sahibi, fena halinde fani olursa “elhamdülillah” da diyemez, ancak bekabillah ile bunların hakikatine ulaşılabileceğini beyan etmiştir. Bu hakikat ile ortaya çıkan tevhidin hakikatlerinide öğrenmiştir. Buna göre Vücud, bu ismin dairesinin noktasında sakindir. Künhüzat sırrını taşımaktadır. Bu ismin dairesi, mekanların kendilerine yerleşik-sakin şeyleri kapsamış olduğu gibi varlığı kuşatmıştır. Bu itibarla Allah şöyle buyurur: “Allah her şeyi ihata edendir” (Maide/126) ve “Allah her şeyi ilim olarak ihata etmiştir” (Talak/12) Allah her şeyi isim ve isimlendirilen olarak başkalaştırmış, zuhura çıkarmış, her şeyi çözülmüş ve bilmece olarak zahir, batın, evvel, ahir isimleri ile ilahi hüviyete eşlik etmiştir.
Allah yolunda ulaşılabilecek en değerli makam, O’nu Ahadiyeti Zat (Künhü Zat) yönüyle bilememek ve taayyünleri itibariyle de bilmek makamıdır. Çünkü bu kulluğun hakikatidir. Hakiki kul bu hakikate ibadet eder bu gerçeğe binaen Allah şöyle buyurur: “Siz, halife yaptığı şeylerden infak ediniz” (Hadid/7), “Kitap verdiğimiz kimseler, kitabı gereği gibi okurlar” (Bakara/121) Bu hakikatlere ulaşan kişinin nefsi natıkası, Kur’an-ı natık olurki, Kur’an ahlakı ile ahlaklanmış olur. İlahi hüviyetin abd’ı (abduhu) ve resulü (resuluhu) olarak O’nun halifesi olur. Hz. Resul (sav); bu makamda O’ndan başka vücud görmeyerek “Senden Sana sığınırım” buyurarak, ilmin zirvesini ifade etmiştir. Zira Hz. Muhammed (sav)’in nefsi, Zattır; Zatın hüviyet gaybı kaynaklıdır. Zati Nefsin aynasıdır; tecellisi ile aynısıdır. Bu gerçeğe binaen “Allah bizimle beraberdir” hakikatini Hz. Ebubekir’e (ra) açmıştır. Bu hakikate binaen “Nefsini bilen Rabbını bilir” buyurmuştur. Hz. Ebubekir (ra) da “Gördüğüm her şeyden önce Allah’ı gördüm” buyurmuşlardır.
Bu nedenle Miraç dönüşü “Beni gören Hakkı görmüştür” buyurarak bu hakikati açıklamıştır. Miraç’ta “Dur! Rabbın namaz kılıyor” hitabına maruz kaldığında Kendi hakikatinin ve kendinde dürülü olan alemlerin hakikatinin, Hakk’tan ayrı olmadığını müşahede etmiş ve bu hakikati açıklayarak ümmetinede bu yolu açmıştır. En yüksek mertebe olan hüviyeti mutlakanın “kul mertebesinden” zuhuru olmanın yüceliğini insanlık alemine sunmuştur. “Ben olmasaydım sen olmazdın. Sen olmasaydın Ben bilinmezdim” buyuran Allah Teala, bu kudsi hadisle bizlere kul ve resul mertebesinin yüceliğini anlatmıştır. Zatı Nefsine tecelligah olarak Nefsi Muhammediyi seçtiğini kul ve resul mertebesiyle Hz. Muhammed (sav) in zuhura geldiğini, Hakikati Muhammedi kanalıyla bu mertebelerin velayet nuru ile varislerinde bulunup, zuhurunun devam etiğini açıkça bizlere müjdelenmiştir. Hakiki kulda, Peygamber Efendimiz (sav) gibi “lâ uhsi senaen aleyke ente, kema esneyte ala nefsike” yani “Seni hakkıyla sena edemedik, kendi nefsini sena (övgü) ettiğin gibisin” diyerek Allah’ın Zatı Nefsinin hüviyet gaybı mertebesini bilmeyeceğini de idraki içinde olmalıdır.
Kulluğun bu idrakiyle “Ancak Sana kulluk eder ve senden yardım dileriz” (Fatiha/4) ayetini nefsi için kural kılar. Nefs bu mertebede karar kılınca Fatiha’nın sonuna kadar, Allah’tan dileklerini ve tecellileri hakkında isteklerini dua vasfıyla açıklamış olur ki, Allah “Kuluma istediği verilecektir” buyurarak, nefse ait tecellilerini bu dua ile neticelendirecektir. Ki “sıratım müstekim” tevhid yoludur. Böylelikle nefs, kendi Rabbini bu dosdoğru yolda yürürken görmüş ve onunla Rabbine ve kendine bakmıştır ve nefs-i natıka ile Rab arasında yakınlık, vuslat oluşmuştur. Zati Nefs’e ait yol “Nimet verdiklerinin yolu” dur. “Gazap edilmiş ve delalette olanların yolu” ise nefsten ayrık bir yoldur. “Nefse zulmedilen” bölümü içerir. Nefs iki yolun başında durmuş, eğri yolun sonunun helak, doğru yolun sonunun ise kurtuluş olduğunu görmüş; her ne yöne giderse kendi aleminin onu takip edeceğini anlamıştır. Nefs, doğru yol üzere yürüyerek Rabbinin mertebesine yönelmek isteyip “Ancak Sana ibadet ederiz” sözüyle bunun kaynağının bizzat kendisi olduğunu öğrendiğinde, aciz kalmış ve onu başaramamıştır. Bunun üzerine “Ancak Senden yardım isteriz” ayetiyle yardım istemiş, Rabbide onu “Bize hidayet ver” dileğine karşı ikaz etmiştir. Nefs bunun farkına varmış ve şöyle demiştir: “Sıratımmüstekim üzere bize hidayet et” ve devamını belirtmiştir. Allah’ta “Bunlar kulum içindir ve kuluma istediği verilecektir” buyurmuştur. Bu vaat gereği Hakk nefste karşılık vermiş ve eğriliği doğrultmuş, Kuran tafsili ilede gideceği yolu açıkça belirtmiştir. Ruhun “amin” demesi ile nefse uymuştur. İrade bir olmuş ve nefs için konuşma (natıka) meydana gelmiştir. Bu nedenle ruh onu nefs-i natıka diye isimlendirmiştir.
Vücud O (hüve)’dur. İsimle müsemma O’dur. O’ndan gayrının ismi dahi yoktur. Böyle olduğu içindir ki evveliyetsiz evvel O’dur; ahiriyetsiz ahir O’dur; ahiriyetsiz zahir O’dur; batıniyetsiz batın O’dur. O, kendi Nefsini bilir. Kendi Nefsiyle görür, işitir, bilir… Kendi Nefsiyle O’nu O’ndan başkası göremez. Perdesi vahdaniyetidir, başka şey O’na perde, hicab olmaz. O’ndan başkasının vücüdu yoktur; fenasıda yoktur. O’ndan başkasının ismi ve müsemması olmadığı içindir ki Hz. Peygamber (sav) “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” (Nefsini bilen Rabbını bilir) ve “Rabbımı Rabbımla bildim” diyerek buna işaret etmiştir. Kendi varlığını bu zikrolunan sıfatlarla bildinse Allah’ı gerçekten bildin. Yoksa bilemedin. Şimdi eğer sen nefsini vücudsuz fani edebildin ise Allah’ı gerçekten bildin. Yani nefsine Hakk’tan gayrı vücud vermeden vücudsuz Hakk’la Hakk’a teslim ettin ise Allah’ı bildin. Peygamber Efendimiz “Nefsini bilen Rabbını bilir” buyurdu; vücudunu fani eden bilir buyurmadı. Hakk Ahadiyeti Zat mertebesinde iken O’nu hiçbir şey idrak edemez. Ama vahidiyet mertebesinde O isim ve sıfatları ile bilinir.
Kim vücuduna Hakk’kın vücudundan başka vücud verirse şirke düşmüş olur; o vücudu Hakk’ın gayrı kabul eder ve o vücudu fani etmeye uğraşırsa, o kişi marifet-i nefse ulaşamamış demektir.
Bu kimseler nefsine arif olan kimseler değildir. Nefsini bilme yolu odur ki Allah’ı var bilesin ve hiçbir şeyi O’ndan ayrı görmeyesin ve bilmeyesin. Allah ezelde nasılsa şimdide öyledir. Resul (sav) “nefsini bilen” derken nefsin hakikatini, nefsi natıkayı ve nefsi natıkanın köken aldığı Zatı Nefsi kastetmiştir. Nefsi natıkanın, Zatı Nefsin sıfatlarını taşıdığından kendi mertebesinden O’dur. Bu nedenle “Allah’ım eşyanın hakikatini göster” buyurdu. Yani eşyanın hakikatini bildirki bileyim ve arif olayım dedi. Hz. Muhammed (sav) eşyayı, mevcutları niceliksiz ve niteliksiz olarak Zatullah gördü. Bu durumda Hz. Muhammed (sav)’in nefside başka ne varsa da eşya ismine dahil oldu. Bilinmelidir ki, Vücud, nefs ve eşyanın varlığı şey niteliğinde birdir. Kim eşyanın hakikatini bildi ise, nefsini bildi ve gerçekten Allah’ı bildi. Hangi şeyi Allah’tan gayrı zannediyorsan, o şey gayri değildir. Ve bildin ki sen vücud olarak fani olmağa muhtaç değilsin. Eşyanın, nefsinin hakikatinin Hakkın Vücudu olduğu bilgisine muhtaçsın. Ki cehlin yerine ilim alsın. Senin nefsinin bütün sıfatları O’nun sıfatlarıdır. O’nun ilahi hüviyetisin. Zahirin O’nun zahiridir. Evvelin O’nun evvelidir. Ahirin O’nun ahiridir, batının O’nun batınıdır. Sıfatın O’nun sıfatıdır. Zatın O’nun Zatıdır. Zat tecellisi sayesinde varsın. Nitekim Allah Teala: “Külli şeyin halikun illa vechehu” (O’nun Zatı hariç, her şey helak olacaktır) (Kasas/88) buyurmuştur.
Aslında onlar şey değillerdir, onların fani olacaklarını zannederler, halbuki onlar fani olmazlar. Bilinmelidir ki fani olan onların cehlidir, cehaletidir. Vücud olduğu gibi bakidir, değişmez. Başka vücuda dönüşmez. Sadece taayyün itibariyle kesiflenir ve sınırlanır. Yoksa Vücud birdir. Fani olan cehlidir. Yerine ilim girince, cehli fani olmuş, ilim baki kalmıştır. Yoksa vücudda bir değişiklik söz konusu olmaz. O’nun hicabı yine kendi vahdaniyetidir. Resulullah (sav): “Vücudun başka günahla kıyas edilemeyecek kadar büyük bir günahtır” buyurmuştur. Kendi varlığına, vücud vermek büyük günahtır. Vehimden ibarettir. Başkası O’na hicab olmaz. Çünkü başkası yoktur. Onun içindir ki Alah’a vasıl olan kimseler vasıl olunca “Enel Hak”, “Kendimi noksanlıklardan tenzih ederim şanım ne büyüktür” diyebilirler. Zira Hakk’la Hakk olmuşlardır. Ancak bu Hakk oluş “Künhü Zat” mertebesinde değildir. O mertebe mutlak Hakk’ındır. Oranın tam olarak bilinmesi imkansızdır. Ama tüm tecellilerin ve taayyünlerin kaynağı olduğundan, bu tecellilerin eserleri kişide zuhura çıkar.
O’na ulaşanlardan kim ulaştıysa, sıfatını sıfatullah ve zatını Zatullah görmüştür. Hemde kendisinin sıfatı ve Zatı olmaksızın ve Allah’a dahil ve hariç olmaksızın. Hatta kendi nefsinin hakikatini Hakk’a teslim eder, vücudunun yok olduğunu görür. Madem nefsinin vücudu yoktur. Onun fenasıda olmaz. O’nun Vücudundan başka vücud yoktur. Peygamber (sav) bu makama işaret ederek: “Lâ tesebbuddehre feinneddehre Huvallah” “Dehre sövmeyin, zira zaman Allah’tır” buyurmuştur.
Resul (sav) hastanın ve isteyenin vücudunun Allah’ın vücudu olduğuna işaret etmiştir; hastanın ve isteyenin vücudu O’nun vücudu olmak caizse, senin vücudunda O’nun Vücududur. Bütün varlığın sırrı zahirde ve batında O’dur. Her iki cihanda var olan şeylerin vücudu, ismi ve müsemması O’nun vücududur. O; vücudunu, zatını ve sıfatını nicelik ve niteliksiz gösterir. Onun içindir ki ne evvel var, ne ahir var. Evvel O’dur, ahir O’dur zahir O’dur, batın O’dur. Vahdaniyeti ile zahir olur. Ferdaniyeti ile batın olur. Zatı ve kayyumiyeti ile evvel O’dur. Deymumiyeti ile ahir O’dur. Bilki, masivaullah zannettiğin şeyler masivaullah değildir. Zira O, masiva olmaktan münezzehtir. O’nun gayrısı zannettiğin şeyler gayretsiz yine O’dur. Bunlarda Vücudunda ve vücuduyla zahiren ve batınen böyledir. İşte bu sebeple Peygamber (sav) “Ölmeden önce ölünüz” yani ölmezden önce nefsinizi biliniz buyurmuştur. Her kim nefsini bilirse Vücudunu zatında ve sıfatında O’nun Vücudu görür, fark görmez. Zira vücudu ve zatı yoktur. Cahil idi, nefsini bildi. Ne zamanki nefsini bildi, ikiliği giderip Allah’tan gayrı olmadığını bildi. Eğer senin bağımsız ve ayrı vücudun olsa idi fenaya muhtaç olurdun ve nefsi bilmeye muhtaç olmazdın.
Nefsi bilmenin faydası odur ki, senin vücudun mevcut değildir. Cehlin fani oldu, yerini ilim aldı, ilim baki kaldı. Fena ve beka denilen hakikat budur. Yoksa var sandığın vücudun fenası değil. O’nun Vücudunun var olduğu bilgisinin, ilminin baki kalmasıdır. Bu açıdan “la ilahe illallah” ın manası sana zahir olur. Tek Vücudda O’nun uluhiyetini müşahede edersin. Yani O’ndan gayri yoktur ve gayri için vücud dahi yoktur. Ancak O vardır. Batını zahir, zahiri batındır. Evveli ahiridir, ahiri evveldir ve “O (hüve), her an bir şen’dedir” (Rahman/29) O her an bir haldedir. O’ndan gayrı bir şey yoktur. Mevcudatın varlığı ve yokluğu birdir. Eğer bir ve eşit olmasaydı, Allah’tan başka varlık olması lazım gelirdi.
Sen ne zamanki nefsini bildin, Allah Tealayı zikrolunan sıfatlarla eşsiz ve benzersiz, küfüvv (denk) süz ve şeriksiz olarak hakikati üzerine bildin. İşte bundan dolayı Peygamber (sav); “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyurdu. “kim nefsini fani eylerse Rabbini bilir” demedi. Bu nedenle Peygamber (sav) Allah’tan başka bir şeyin olmadığını bildi. Ondan sonrada marifeti nefse ulaştı, ki bu marifetullahtır. Senin varlığın ve yokluğun varlıksız ve yokluksuz O’nun vücududur. Muhakkak senin varlığın ve yokluğun O’dur.
Ne zamanki eşyayı vücudundan gayri görmedin ise ve Allah ile beraber bir şey görmedin ise, bu halde gördüğün şey O olur. İşte o zaman nefsini gerçekten bildin. Gerçekten nefsini Hakkın bu sıfatlarıyla bilmek nefsini bilmektir. Şeksiz, şüphesiz Allah’ı bilmektir. Ne zamanki nefsini bildin Allah’a kavuştun, vuslat gerçekleşti demektir. Gerçekten bildin ki sen O’sun. Ama bundan önce bilmezdin. Ne zamanki sende irfan hasıl oldu, muhakkak Allah’ı senliksiz olarak bildin. Zira fena kendinde vücud isbat ettikten sonra olur. Her kim Allah’tan gayrı vücud isbat etse Allah’a şirk koştuğu için müşrik olur. Allah ise şirkten münezzehtir. Nefsini bilen kişi iyice bildi ki arif ile maruf O’dur; görenle görülen O’dur; vasıl ile mahbub O’dur. Her kim bu anlatılanları fehmederse “vücud şirkinden” kurtulur. Yoksa olmaz. Şirkten kurtulmak ise o kimsenin boynuna borçtur. Nefsini bilen kimse tam olarak Rabbını bildi ve bildi ki vücudu kendi vücudu değildir. O vücud vücudullah’tır. Resulullah (sav) “nefsini” derken vücudunu kastetmiştir. Kişinin zatını, hüviyetini ve varlığını kastetmiştir. Özetle eşyanın, mevcudların vücudu O’nun vücududur; eşyada vücud yoktur. Gayrı kendidir, hüviyeti ile taayyün halidir.
Tek ve Bir olan Vücud, taayyün itibariyle şehadet aleminde “sınırlanmış” ve “kayıtlanmış” hale bürünmüştür. Her mevcut O’nun Vücuduyla varlık kazanmış taayyün itibari ile mertebeleri ve mevcudların düzeylerini oluşturmuştur. Tek olan vücud, isim ve sıfatların zuhuru ve taayyünü ile farklı kisvelere bürünmüş, sınırlanmış ve kayıtlanmış olarak zuhura çıkmıştır. Bu nedenle VÜCUD TEK VE BİR, (VAHDET-İ VÜCUT), MERTEBELERİ VE “SINIRLANMIŞ” VE “KAYITLANMIŞ” DÜZEYLERİ ÇOKTUR. MERTEBELERE RİAYET ŞARTTIR. Mertebelere riayetin temelide şeriat-ı ve Sünneti Muhammediye’dir.
“Ben gizli bir hazineydim” buyuran Zatı Mutlak halkı zuhura getirdiğinde Vücuduyla İlahi benliğini, ilahi hüviyetini zuhura çıkarmıştır. İlahi hüviyetinin farklı ve sonsuz isim ve sıfatları taşıması, alemlerdeki çokluğu ve bu çokluğun mertebe ve düzeylerini oluşturmuştur. İnsan-ı kamil ise bu zuhurun en kemalli halidir. Alemlerin ruhudur.”Bilinmekliliğimi sevdim” buyurarakta bu zuhurun ilahi muhabbet kaynaklı olduğunu ve bu muhabbetin her düzey ve mertebede, buralara iliştiğini, o düzeyde muhabbet olduğunu vurgulamıştır. Amaç ise kendi Zati Nefsinin, Vücudunun şirksiz idrakidir. VÜCUD HAKİKATİ TEK VE BİRDİR. TAAYYÜN İTİBARİ İLE ÇOĞALMIŞTIR. TAAYYÜNÜDE KENDİNDEN İBARETTİR. İZAFETLERLE ÇOĞALMIŞTIR.
TÜM Vücud, Dehr ismi ve Zahir ismi altında zuhura çıkar, tecelli eder. İnsan-ı Kamil tüm bu tecellileri açığa çıkaracak olan aynadır. Tecellilere Hakça ve Hakla riayet ise hakiki kulluktur. İnsan-ı Kamil “abd” zuhurunu açığa çıkaran tecelli mahallidir. “Allah” ismi camisinin zuhur mahallidir. Dehr ve Zahir isimleriyle tüm isimleri “an-ı daim” noktasında toplamıştır. O noktaya ulaştığından tüm ilahi isim ve sıfatları hakkıyla zuhura çıkarabileceğinden Allah ve Rahman isimlerine aynadır. Bu hakikate binaen Hz. Ali (keremallahu vechehu) “Ben Ba’nın altındaki noktayım” buyurmuştur. Bu nokta tüm zuhurları bünyesinde bulundurmaktadır. Bu noktaya ayna olarak “Ye” harfindeki iki noktadan biri olmuş ve “Yasin” (insan-ı kamil) hitabını almıştır. Bu noktada zuhurdaki noktadır. Bu nedenle “Yasin. Velkuranilhakim” (Yasin/1-2) hitabı ile Kuranı ile İnsan-ı Kamil ikiz kardeşliği ilan edilmiştir. Ba ile başlayıp, Ye ile biten tüm arap alfabesinide, dolayısıyla Kur’anı bünyesinde cem etmiştir. “La ilahe illallah” sırf noktadır. “Muhammaden Resulullah” nokta ile birlikte, noktanın Kur’an olarak alemlere açılımıdır. Yani kelime-i tevhid tüm alemleri kapsayan ilahi bir kelime olup; hakkında “La ilahe illallah işte ben O’yum” buyurduğu Hakk kelamıdır. Tek Vücudu tüm harfleri, mertebeleri ve düzeyleri ile birlikte bünyesinde toplamaktadır. “Lâ ilahe illallah” sırf nokta olup, “Muhammeden Resullullah” bu nokta ile Kur’anın açılımından ibarettir. Noktanın harflere, kelimelere, ayetlere, surelere bürünmesidir.
Vücudun TEK ve BİR, mertebelerin ve tecelli düzeylerinin çok olduğunu idrak eden kişinin yapacağı bir şey daha vardır. Bu da tecelli mahallinin tecelli anında ve tecelli oranında, tecelli eden isimler ve sıfatlar yönüyle O’nu idrak etmektir. Tecelliyi Hakk’a bağlanmak, tecellinin, tecelli mahallinin bulunduğu vasıfları ile zuhura çıktığını bilmektir. Tecelli kaynağını (hüviyet gaybı) tenzih etmek, tecelli mahallini teşbih etmektir. Bunuda Hakk şu ayetiyle belirtir. “O’nun benzeri yoktur. O semi ve basırdır” (Şura/11). “O’nun benzeri yoktur” derken O’nu tenzih etmiş; “O semi ve basırdır” buyurarak teşbih etmiştir. Tenzihte teşbihe, teşbihte tenzihe ulaşmak ise tevhid etmektir. Tek Vücudun farklı mertebelerden ve düzeylerden zuhura çıktığını idrak etmektir. Tecelli mahallindeki vasıfları Hakk’tan ayırmamak teşbih, bu vasıfların niteliklerini Hakka bırakmak ve O’nu sınırlandırmamak ise tenzihtir. Bu vasfın niteliğini bilmeyi Allah’a bırakmaktır. Bu ise temizliktir, taharettir. Mutlak Tevhiddir. Tevhid Tek Zatın ve Vücudun zuhur eden ve batın kalan yönleriyle Hakk’la itibarlarla ilişkilendirilmesidir. Hakkı zahir, batın, evvel, ahir yönleriyle TEK ve BİR VÜCUD bilmektir.
Tenzih Hakk’ın batın ve Evvel ismi, teşbih ise Zahir ve Ahir isminin itibari ve izafi özelliklerinden kaynaklanır. O, ilahi hüviyetiyle bu isimleri taşımaktadır. Zahir, Hakkın kullarına suretlerde tecelli etmesidir. Bu teşbihtir. Teşbihte tenzih ise Hakkı bu suretle sınırlandırmamaktır. Allah, kullarına göründüğü her suretle tecelli eder. O, dilediği her surette tecelli edicidir. Tecellisinde de süreklidir. Bu nedenle kul zahir itibariyle hiçbir surette O’nu sınırlandıramadığından Hakkı tenzih eder. “O’nun benzeri yoktur” (Şura/11) hükmünü idrak eder. Nefsini tecelli oranında bilen, bu idrakle Rabbını bilir. Ama O’nu sadece kendisindeki tecelli ile sınırlamaz. O’nun “alemlerin Rabbı Allah” olarak hem tenzih hemde teşbih ederek müşahede eder. Şeriatta hem zahir hem batın olarak hükümleriyle Hakkı bilmektir. Şeriat-ı Muhammedi bu hükümlerin hepsini kendinde cem etmiştir. Hakk’tan tenzih ve teşbih hükümlerinin bir kısmını düşürmek, Hakk’tan uzaklaşmaktır. Tenzih ve teşbihi birleştirme tevhiddir. Şeriat ise tevhidi esas almaktadır. Şeriat-ı Muhammedi ikiside ilahi hüviyet kaynaklı ikiz kardeş Kur’an ve İnsan-ı Kamil Hz. Muhammed (sav)’e dayanır. İlmi Zatı temsil eder. Allah’ın Zatı Nefsindeki tüm bilgiyi öz olarak barındırır. İnsanların nefislerindeki ilim ise O’ndan aldıkları hisse kadar O’nu temsil eder.
Örneğin; bir insan Kur’an Arapçasını okuyup, yazabilir, zahir olarak Kur’anı suret olarak temsil eder. Ancak okuyup, yazan kişi zahir olarak aynısını ortaya koysada, ancak nefsinde elde ettiği ilim kadar batıni manasını yansıtıp, amel eder. Gaybına ulaşamaz. Zati Nefsi ilim ve kelam olan Kur’an ise ezelden ebede kadar tüm manaları içermektedir. Bu nedenle Hz. Resul (sav) “En hayırlınız Kur’anı öğrenen ve öğretendir” buyurarak ve “Her bilenin üzerinde bir bilen vardır” hakikatine işaret ederek bu manalara talip olup öğrenmemizi teşvik etmektedir. Ayrıca “Seni hakkıyla idrak edemedik ve Sana hakkıyla ibadet edemedik” buyurarakta kişinin nefsi bilgisi ile Zatı Nefsi ilmini ihata edemeyeceğini ve hüviyet gaybı mertebesi ile hakkın bilinemeyeceğine işaret etmiştir. Nefsinin hakikatini ve O’nu nefesi rahman ile zuhura çıkaranı idrak ederek “Varını Allah’a satarak” O’nda fani ve O’nla baki olarak hayatına Şeriat-ı ve Hakikati Muhammedi vasıfları ile devam eder. İdrak ederki Besmelenin “Ba” sının noktası “la ilahe illallah”, Zatıyla Zatı Nefsi ile tafsili ise “Muhammeden Resulullah” tır. Bu hakikate binaen Hz. Resul (sav): Ali ilmin kapısı, Ben şehriyim” buyurmuştur. Tek vücud bu hakikatte toplanmış ve tafsil edilerek, cem edilmiştir. Ve yaşantısı “Daima ileri” parolasıyla her an keşiflere ve tecellilerle devam eder. Zira Allah’ın Zati ilmine ve O’ndan elde edileceklere bir sınır yoktur. O her an tecellidedir.
Bilinmesi için tecellilerine devam etmektedir. Ezelden ebede olan bu tecelli her an bir şen üzeredir. Kendi Kendimi tafsil etmekte ve insanda bunu cem etmektedir. İnsanda ayan-ı sabitesi ile İlmi Zatta ezeli ve ebedidir. Bu nedenle “İlim ile diri olan ebeden ölmez” buyurmuştur Hz. Resul (sav). Yunus Emre’de (ks) “Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez” lafzıyla bu gerçeğe ışık tutmaktadır.
Hak, Batın ismi ile etken ve Zahir ismi ile edilgendir. Muhammedi taayyün ve suret Zahir isminin görünme yeri olup, zahirliği dolayısıyla “atma” fiili bu suretten açığa çıktığında bil ki, bu etken olan Hakkın Muhammedi surete inmesidir. Ve “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” (Efal/17) ifadesinde batın Hak, zahir Muhammed’dir. Hakk kendi nefsini Muhammedi surette atıcı olarak nitelemiştir. Zaten İnsan-ı Kamil’den atan, işiten, gören, yapan eden batını ile Hakk’tır; zahiri itibari ile sureten insan-ı kamildir. Zahir ve batın ise aynı hakikatin itibar ve izafetleridir. Tek Vücudun iki yönüdür. Kişinin nefsi bu hakikati müşahede ederse tamam ile kamil olur. Bu hakikatte gördüğünü Allah’tan gayrı görmez. Bu Rabbi her şeyle beraber her şeyde müşahede etmektedir. Hakkın bizde ve alemlerde hüviyeti ile batın, suretlerle zahir olduğunun müşahedesidir. Vahdette kesret; kesrette vahdet müşahedesi olup kesret ve vahdetin bu iki itibar ile tek hakikat olduğunun idrakidir. “Nerede olusanız O (hüve) sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetince Hak, bütün ulvi ve sufli mertebeleri Zatı ile ihata etmiştir. Hakk taayyün edişi ile tüm mertebelerde hazırdır. Vücud Birdir, O da Hakkın hakiki, Mutlak Vücududur. O Hakiki Vücud her bir mertebede ve düzeyde birer suretle tecelli edici olur. Çok olan suretler, isimlerinin çokluğundan kaynaklanmaktadır. Haktan ayrı vücudlar görmek vehimsel bakıştan oluşur.
Her bir suretin ve suretin hakikati isimler, Hakkın İlmi Zatındaki ayan-ı sabitelerdir. İlmi Zat Hakkın Zati Nefsinin İlmi Vücudunu temsil ederki Zatının aynıdır. Ayan-ı sabiteler tefrik makamında Ferdiyeti Zatta itibari olarak çoğalmışlardır. Çoğalan suretler ise Hakkın Zahir ismi ile görünmesidir. Her bir suret ayan-ı sabitesi itibari ile Hakkın malumudur. Mertebelerde taayyünü ile de Hakkın malumu olmaktadır. Vahdet mertebesinde Zatın kendi nefsine malum olan Hakkın Zatıdır, Zatı ile bilicidir. Her şeyde zahir olan tek hakikat ve tek vücuddur. Bu O’nun “latif” olma sırrıdır. O’nun her şeye sirayetidir, nüfuz etmesidir. Bu nedenle Mülkün sahibi O’dur. Bu suretle Zatı ile her şeyi bilici olup, her şey O’nun malumudur. İlimde maluma tabidir.
Arifin kalbine böyle bir mana ve Zati tecelli eriştiğinde o arifin izafi vücudu bu ilahi tecellide erir, gider. Fenafillah dedikleri hal budur ki, bu ilme yakîn olarak ulaşmaktır. Bu hal “Mûtû kalbe en temutu” yani “ölmeden önce ölünüz” gereğince ölmeden önce ölmektir. Bu halin ardından arifin maddesel vücudunun hükmü düşer ve Hakkani Vücud zahir olur ki, bu da fenadan sonra “beka” dır. Nitekim Kur’anda Hakk Teala “Muhakak ki Allah, O’na şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimse için bağışlar” (Nisa/48) buyurur. Bu ayetin yüksek manası şudur ki, hakikatte Allah Teala, izafi vücudunu kendine has bir bağımsız vücud zannedip, Hakkın bağımsız olan Vücudu karşısında ispat ile kendi vücudunu Hakk’a ortak koşan kimsenin o kulluksal vücudunu Hakkani Vücud ile örtmez. Arifibillah “Senin vücudun bir günahtır ki, diğer bir günah ona kıyas edilemez” ifadesine göre, kendi vücudunu Hakkın Vücuduna ortak koşmaz ve Hakk Teala da tam bir kerem ve lütuf ile ona tecelli buyurmakla kulluksal vücudu Hakkani Vücudda erir, gider. Hakk tecellisine mazhar olur. İlahi sıfatların tecellisi ile kulun sıfatları mahvolur. Kul “Hakk ile baki” olur. Bu vakit ise onun kıyametidir ve Hakla birleştiği gündür. İlahi tecellinin bahşettiği marifet sayesinde Hakka ilişkin kendine has inanç kaydından kurtulur ve mutlaklığın kapladığı sahaya uçar. İtikat kaydından kurtulmuş olur. Bu makamda İbn Arabi Hz. leri “Gönlüm bir ceylana mera, bir ruhbana manastır, ehline Kur’an, mümine kabe olmuştur” buyurmuşlardır. Hakkın tecellisine Hakk’la, Hakk’ça riayetin hakiki kulluk olduğunu ifade etmişlerdir. Bu ise ilahi tecelliye mazhar olmakla gerçekleşmektedir. Hakkın zahirinin batınına yönelmesi, kul mertebesindeki tecellide ubudettir. Güç, kuvvet ve kudretin “Allah ile” var olduğunu yakinen yaşamaktır.
Nefsinin hakikatini idrak etmiş, vücud-nefs emanetini ehline yani Allah’a teslim etmiştir. Müslüman olarak fena bulup, nefsi Hakla baki olarak tecelli mahalli olduğunun idrakiyle “Allah ile” baki (bekabillah) olduğuna ve tüm kuvvet ve kudretin ve işlerin Allah ile faaliyette olduğunun şuuruyla “la havle vela kuvvete illa billah” hakikatine, cennet hazinesine kavuşmuştur. Hakiki Vücudla kendini bulmuştur. Nefsine arif olmuş ve Rabbinede arif olmuş; tüm ibadeti, kulluğu Allah’a yönelmiştir. “Abduhu ve resuluhu” hakikatine ulaşmıştır. Bihi (Hu ile nüzul) hakikatiyle Hakkani Vücudla alemlerde yerini almış, Bihu (Hu ile uruç) hakikatiyle Hakka ulaşmıştır. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” hakikatiyle her nefeste Hakla Hakta yol alır. Yunus Emre (ks) bu hakikatlere binaen; “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” ve “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası” dizeleriyle çok büyük bir irfaniyet sergilemiştir. Her dem Allah’ta, Allah ile, Hakça ubudettedir. Nefsi O’nun hüviyetiyle yine O’nun hüviyetine hizmettedir. Bu işler ve tecelliler ile O’na dönmektedir. Yani bu ubudiyetin “Kendinden Kendine” olduğunun idrakine vararak, şükreden bir kul olarak hayatına devam eder. Bu hayat ise Kuran-ı Natık olarak O’nu O’na sunmaktan ibarettir. Nefsi Natıkası Rabbının eğitimi altında Kuran-ı Natık haline gelmiş, Zatından Zatına, Zatıyla Zatı için, Zatça, O’nu O’na sunmaktadır. Bu hakikate binaen Hz. Resul (sav): “Beni Rabbım terbiye etti, ne güzel terbiye etti” buyurarak nefsinin bu eğitimini bize anlatmış ve “Nefsim kudret eli altında olan Allah’a yemin ederimki” buyurarak, kuvvet ve kudretin Hakk’la gerçekleştiğini bizlere bildirmiştir.
“Abduhu” hakikatine ulaşan kişiyi Allah sevdiğini belirtip, kul sevilince “Kulumu sevince işitmesi, görmesi ve söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o Benimle işitir, Benimle görür, Benimle tutar, Benimle yürür” kudsi hadisinin tecellisiyle karşılaşır. Hakk kendi Zatı Nefsinden haber verip kendisi kulunun işitmesi ve görmesi gibi kuvvetleri ve dili, ayağı, eli gibi azası olduğunu beyan eder. Bundan dolayı kul, kulluk bağıntısından soyutlanmış olduğu halde, O’nun hüviyeti ve hakikati Hakk’tır. Kulluk mertebesinde zahir ve taayyün edici olan ancak Hakk’ın Bir olan Vücududur. Hakk bir olan hakikat olmakla beraber, bağıntılar, izafeler ve isim ve sıfatların sahibidir. Sonsuz sıfatları ve isimleri olduğu gibi, latif vücudunun tenezzülü dolayısıyla, kendi Hakiki Vücuduna bağlı olan muhtelif mertebeleri vardır. İsimlerinin her birisinde bir özellik mevcut olup, bu özelliklerle biri diğerinden ayrıldıklarından birbirlerinin aynı değildir. Örneğin, Mudill ismi Hadi isminin aynı değildir. Çünkü birisi hidayeti, diğeri dalaleti gerektirir. Bunların özellikleri ise birbirine benzemez. Aynı şekilde tüm taayyün mertebeleride birbirine benzemez. Bu gerçekler göz önünde tutulduğunda, vahdet-i Vücud meselesinde keskin kavrayışa sahip bir sırattır. Bundan dolayı bu mesele bazı kimseleri hidayet semasına ve bazılarınıda dalalet uçurumuna çeker. Dalalate düşenler derler ki: “mademki vücudun bütün mertebeleri, Hakk’ın bir olan hakiki vücuduna bağlı olan vücutlardan ibarettir ve bizim vücudumuzda O’nun vücudunun gayrı değildir ve bizim vücudumuzda, taayyün etmiş olan isimleri dolayısıyla Hakk’tır. Ve her bir isim kendi görünme yerini sırat-ı müstakime çekip götürmektedir. Ve her bir isim kendi görünme yerinden razıdır; şu halde hakikatte itaat ile itaatsizlik birdir; şeriat ise itibari bir iştir. Bundan dolayı kula lazım olan zevk ve rahat içinde zuhurata tabi olmaktır” İşte bu kişiler şeriatı devre dışı bırakan ve nefislerin hevasına tabi olan bir takım zındıklardır ki, Hakk Teala onlar hakkında şöyle buyurur. “Ve Allah, onu ilim üzere dalalette bıraktı. Ve onun işitmesini ve kalbini mühürledi. Ve onun görmesi üzerine perde çekti” (Casiye/23) Bu kişileri vahdet-i vücud ilmi dalalette bırakmıştır. Kulakları ve kalpleri mühürlenmiş ve gözlerine vehmi nefslerinin perdesi örtülmüştür. Onlar bu ilmin hakikatine vakıf olmuş ve vehimsel vücutlarından kurtulmuş olsalar idi, her mertebede açığa çıkmış olan Hakk’ın emrine tam bir edeple uyarak hidayete nail olurlar idi. Bundan dolayı vehimsel vücutlarını sevk ettikleri zevk ve rahata karşılık, onlar için çok büyük azab vardır. “Suyun rengi kabının rengidir” “Kab içindekini sızdırır” hakikatlerine binaen Mudill tecellisine uyan azaba, hadi tecellisine uyan ise rahata ulaşacaktır. Zira biri Hakkın emrine uymamış; diğeri ise emre riayet etmiştir. Şeriat-ı ve Sünneti Muhammedi bunun içindir. Allah razı olduğu ve olmadığı hususları bunlarla belirtmiştir.
Kün emri ile, emre muhatap olan şeylerin kendi nefsleri vücuda getirilir. Bu ise üçlü ferdiyete dayanır. Zat, irade, söz üçlüsü ferdiyeti oluşturur. Kün=OL ilahi sözünü ayn-ı sabite işitir ve emre uyar, nefsini vücuda getirir. Bütün alem suretleride bu ferdiyete dayanır. Bu ilahi oluş “nikah” olarakta adlandırılır. Her taayyün mertebeside, “nikah mertebelerini” oluşturur. Arif kişi bu nedenle kendi nefsini “ilahi huzur mahalli” olarak görür. İlahi muhabbetin yöneldiği görünme yeri olduğu idrakine varır. Bilirki zuhur yeri tecelli etmiş olan Hakk’tır. Her zuhur yerine Kur’an ve Sünnete göre hakkını verir.
Şeriata ve Sünnete uymak Zahir ismine uymak, Batın isminin Zahire yansımasına itaat etmektir. Bu da tek Vücudun iki yönüdür. Zahirsiz Batın, Batınsız Zahir söz konusu olamaz. Peygamberler Batın’dan aldıklarını Şeriat ile Zahirde emirleri beyan ettiler. Zahir ile Batına, hüviyet gaybına davet ettiler. Zaten hakiki şeriatta Allah’ın alemlerdeki zahir ve batın tüm ilahi kanunlarını kapsar. İnsanın da hem kendi hem de alemler için koyduğu bu nizamlara uyması gerekir.
Zat kişinin hakikatidir. Senin hakikatin Ahadiyeti Zat mertebesinden tenezzül ede ede şehadet mertebesine kadar gelmiştir. Ve her hakikatin kendi düzeyindeki tenezzülünde o düzeyin gereklerine göre bir taayyün kisvesine bürünmüştür. Bu suretle her taayyün bir ilahi isme karşılık gelir. Sen Zat’ın alemlerden gani olup hiçbir surete ve şekle girmeye muhtaç olmadığını ve Zati ahadiyyet aynasında görünen alem suretlerinin ancak Zat’ın işleri olan isimleri itibarı ile Zahir olduğunu anlarsın. İlahi isimler yönünden Hakkın Vücuduna bakarsın, her bir ismin bir ayna mesabesinde olduğunu anlar, Hakk’ta aynalar gibi olmuş olur. Suretler şeklinde şehadet aleminde basit maddeler ile taayyün kisvesine bürünen hakikatin, bu maddesel kisveden ve suretten ayrılırsa, yok olacağım diye korkmana gerek yok. Hakikatin bu kesif elbiseyi çıkardığı anda, nakledileceğin alemin gereklerine göre latif bir taayyün elbisesi giydirirler. “Ölmeden önce ölünüz” hadisi bu hakikate dayanmaktadır. Madem ki hakikatinin her alemde bir taayyün elbisesi ile çıkıyor, nefs mücahedesinde devamlı olmak gerekir. Nefs tertemiz olunca Hakkın sıfatlarıyla vasıflanır ve kesafeti letafete dönüşür. Zahirin fani olunca, hakikatin Hakk’ın Vücudu ile bakidir. Buda senin için fena değil bekânın ta kendisidir. Ölmeden önce ölüp, uykudan uyanmış hakikatinle ebedi diri olmuş olursun. “Biz Allah’a dönücüleriz” (Bakara/156) ayetini yakîn olarak idrak edersin.
Vücudun Tek ve Bir, mertebelerinin ve düzeylerinin çok olduğunu görürsün. Bu hususta Ebul Hasan Guri Hz. leri, “Tenzih ederim O Zatıki, Zatını Latif kıldı, ona Hakk ismini verdi; ve nefsini ve Zatını kesif kıldı, onada halk dedi” buyurur. İbni Arabide bu hususta “Tenzih ederim o Zatıki, eşyayı zuhura çıkardı, oysa O Zat, eşyanın “ayn” dır” buyurur. Eşya ve halk dediğimiz şey, ilim ve taayyün mertebelerinde, ilahi isim ve sıfatların suretler olarak zuhura çıkışından ibarettir. “Nerede olursanız O (hüve) sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetiyle Hakkın maiyyeti ve hüviyetiyle her şeyle beraber olduğuda ifade edilmektedir.
Hakk Tealanın Vücudu, alemin zuhura çıkması ile ortaya çıktı. Biz Hakk’ın görünen suretleriyiz ve hakkın hüviyeti bu görünen suretin ruhudur ki, onun tedbir edicisidir. Bundan dolayı tedbir ancak O’ndan olduğu gibi, ancak O’nda oldu. O (Hu) mana ile Evveldir, suret ile Ahirdir, hükümlerin ve hallerin değişimi ile Zahir’dir ve tedbir ile Batındır. Sebeplerde alemlerin suretlerinden bir surettir ve onlarda Hakkın görünen yüzüdür ve Hakkın hüviyeti bu görünen suretlerin ruhu ve batını olup, onların tedbir edicisidir. İlahi hüviyet Nefesi Rahman ile tüm kesif suretlere sırayet eder. Kul sebeplere dönünce Hakk’a dönmüş olur. Ancak istidadına uygun zaman ve mekan için müsait bir sebebe dönüp dönmediği kula malum değildir. Duanın sırrıda buradadır. Şartlar uygunsa duaya icabet olunur, değilse geciktirilir veya ertelenir. Hakkın Zatına, hüviyet gaybına yönelerek dua etmek vakti saati gelince icabet olunmasını kolaylaştırır ve şehadet aleminde de sebeplere müracaat ile “fiili dua” ile birleştirilerek Hakka tevekkül edilir. Bu ise “Allah” ismine yönelmedir. Vech-i hüviyete yönelmektir. Allah ismi tüm vecihleri kapsamına almaktadır. Allah, bu alemin bütün zerrelerinde tecelli eder. O her an bir şen, tecelli halindedir. Tecellisi gizli hazineden olup, taayyün elbiselerine bürünürde görünür. Zatında değişiklik ise olmaz. Bu nedenle tecelliye uygun sebeplere başvurmak fiili dua olup, batın olarak Zata yönelmeyi içerir. İsim ve sıfatlara ait tecellilere uymaktır.
Hak, Amâ mertebesinden Uluhiyeti Zat mertebesine tecelli ettiğinde uluhiyeti yönüyle “Vahdet-i Vücud” açıklanmış olur. Bunu açıklayan hadiste “Allah var idi, onunla başka bir şey yok idi” buyurulmuştur. Hz. Ali (keremallahu vechehu) bu hadisi geniş zaman yayarak “Şu anda da öyledir” buyurarak “Vahdet-i Vücud” ilmini insanlara ilan etmiştir. Tek bir vücud ve hakikat mertebelerine ve düzeylerine göre, ilahi isimlerin zuhura çıkmasından, yani ilahi hüviyetin Allah ismi camisi ile görünmesinden ibaret olduğunu açıklamıştır. Bu nedenle O’nun hüviyetinden başka bir Vücud ve ilah yoktur.
Miraç, Mutlak Tevhide ulaşıldığında tamamlanmış olur. Bunda Vahdet-i Vücud idrakiyle Vahdet-i Şuhud bilincidir. Vahdeti Vücud Şuhuduna ulaşmaktır. Hakk’ı TEK ve BİR VÜCUD HÜVİYETİNDE; mertebeleri ile idrak ve müşahededir. Bu idrakin ve müşahedenin sonucunda Hz. Resul (sav) “Beni gören Hakk’ı görmüştür” buyurmuştur. Ayrıca Kur’an’da Miraç anlatılırken belirtilen “Rabbinin en büyük ayetini gördü” (Necm/18) ayetiyle bu hakikat ve sır açıklanır. Kendi ve alemlerin hakikati ve hüviyetinin Hakk olduğunu idrak ve müşahededir. Alvarlı Efe Hazretleri Divanında 70. Sayfada Mirac-ı Nebi bölümünde şu şiiriyle bu hakikati açıklar.
Rahmetin li’l-alemin” kıldım seni
Evvela tevhid eden sensin seni
Bârgâh-ı izzetim sadrınsın
Yâ Muhammed rahmetim bahrindesin
Nimet-i uzmâ cemâlimdir sana
Bu kerâmât hep kemâlimdir sana
Her ne murâdın var ise kıl beyân
Avn-i ilhâmım ile eyle ayân
Sen hidâayet bahrine dürdânesin
Enbiyâ meydânına merdânesin
Her ne diler isen eylerem kâbul
Her murâdın kabul edem yâ Resul
Beni benimle görürsün Ahmed’im
Seni sevdim sen benim Muhammed’im
Öyle gark oldum tecelli nuruna
Çün eriştim nur-i vahdet turuna
Bu vücud-i kâinât oldu adem
“Lâ vücude illâ hu” der dem-be-dem
Seyr kıldı kendi nuru nurunu
Kendi nuru tenvir etdi turunu
Emr ederdi Hâbib’im eyle kelâm
Dost dostuna verir dâim selâm
Selâm ism-i şerifine mazhar ol
Selâm ile rahmete müyesser ol
Rabbenâ ente’s-selâm minke’-selâm
Es-selâm li’l-Mü’minin hayru’l-kelam
İlticâm budur hemân yâ Rabbenâ
Ümmetimi dilerem yâ Rabbenâ
Bana Kerim’in keremi yâ Gani
Ümmerim mesrur eder ancak beni.
Vahdeti Vücud ve Şuhud idrakiyle “vücud şirki” dahil tüm şirkler ortadan kalkar ve Tek Vücud Hüviyetiyle Hakk açığa çıkar. Tek Vücudda şuhud edilen O’nun uluhiyetidir. “Kendinden kendine”, “Zatında Zatına” isim ve sıfatlarıyla seyirdir. Bu idrakle söylenen “lâ ilahe illallah, lâ ilahe illa hu” TEK VÜCUD HÜVİYETİN’DE O’nun uluhiyetini müşahededir. Bu müşahede ise ariflerce “Allah’ı ancak Allah görür” buyurularak hakikat sırlanmıştır. Bu sırrın yolu tüm insanlara ve Müslümanlara kelime-i şehadet ile açık tutulmuştur. “La ilahe illallah” idraki Vahdet-i Vücudu “Muhammeden Resullullah” idraki vahdeti şuhudu açıklayıp, kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet bu iki idrakin müşahedesini oluşturmuştur. Bu iki idrak ve müşahede miraç ve tevhidin iç içe olduğunu ve gerçek amacın bu yani “MUTLAK TEVHİD”e kendi benliğinde ulaşmak olduğunu ifade etmektedir. Nefse bu hakikati yaşatarak, mümin ve Müslüman olmaktır. Bu açıdan miraç Vahdet-i Vücud Şuhududur. Cemül Cem ve Ahadiyetül Cem makamıdır. Cemden farka geliş ile mertebeler idrak edilir. Bu da Ahadiyetül kesret idrakidir. Hakkın Ahadiyeti bakidir. Cem (vahdet) ve fark (kesret) ise iki itibardır. Hz. Ali (kv)’ in ifadesi ile “Cem ile farkın beraberliği tevhiddir”. Bu idrak ve müşahede ise “tevhidi şuhud”dur. Hz. Ali (kv)’nin “Görmediğim Allah’a ibadet etmem” buyurdukları makamdır. Özetle VÜCUD TEK VE BİR, MERTEBELERİ VE DÜZEYLERİ ÇOKTUR. MERTEBELERE ŞERİAT KURALLARIYLA RİAYET ŞARTTIR. Allah uluhiyeti ile TEK VÜCUD HÜVVİYETİNDE
Zatıyla kaim ve batın, Vücuduyla mevcud, sıfatıyla muhit ve tecelli, esmasıyla malum ve tecelli, kudretiyle fail, fiiliyle zahir, eserleriyle meşhud, batını ile sırdır. Bu ifadeler VAHDETİ VÜCUD ŞUHUDUNUN özü, özeti ve sırrıdır. Kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet bu sırrın ifadesidir. İnsanların idraklerine sunuluş biçimidir. Kabenin idrak edilip hem basar hem basiret ile müşahedesi VAHDETİ VÜCUD ŞUHUDU’nun şehadet aleminde de mümkün olduğunun müjdesidir. “Miraç” ve “göz nuru namaz” bu müşahedeye ulaşmanın yöntemleridir.
Hz. Resul (sav)’in yaptığı iki duayı verelim:
“Allahümme inni eselüke lezzeteş şuhudi” (Allah’ım Senden şuhud lezzetini isterim)
“Allahümme inni eselüke lezzeten nazari ila vechikel kerim” (Vech-i (Zatı) kerimine bakma lezzetini isterim)
Mana denizine daldık, vücut seyrini kılduk
İki cihan serteser, cümle vücutta bulduk
Gece ile gündüzü, gökte yedi yıldızı
Levhte yazılan sözü, cümle vücutta bulduk
Musa'nın çıktığı Tur'u, gökteki Beytülmamuru
İsrafil'deki Suru, cümle vücutta bulduk
Tevrat ile İncil'i, Furkan ile Zebur'u
Kur'andaki Ayeti nuru, cümle vücutta bulduk
Yüce görünen gökleri, göklerdeki melekleri
Yetmiş bin hicapları, cümle vücutta bulduk
Yedi göğü, yedi yeri, bu dağları, denizleri
Uçmak ile Tamu'yu, cümle vücutta bulduk
Yunus'un sözleri hak, cümlemiz dedik sadak
Kanda istersen anda Hak, cümle vücutta bulduk
Yunus Emre (ks)