Lâ zate illallah Muhammeden Resulullah
Lâ ilahe illallah Lâ Zate illa Hu
Zat Mutlak olarak tektir. O’da uluhiyeti Zatta Allah’tır. Muhammed (sav) ve onu aslı olan Hakikati Muhammedi Zati Nefsin aynası olan Nefsi Muhammedi’yi temsil eder. Nefsi Muhammedi ferdiyet hikmetinin, yüce ferdiyetin (ferdiyet-i ula) tek temsilcisidir. Varislerinin bu ferdiyetten hisseleri vardır. Taayyünü evvel ile taayyün eden ayna zuhuru taayyünü Nefs-i Muahmmedidir. Nefsi Muhammedi Kur’anı temsil ile, Kur’anı zuhura çıkarmak için programlanmıştır. Kur’an “cemi esma ve sıfatı cami Zat” olduğundan nefsi Muhammedi kanalıyla Hakk Zatını zuhura çıkarmış, onunla taayyün etmiştir. “insan ve Kur’an ikiz kardeştir” hadisiyle Peygamber Efendimiz nefsi Muhammedisinin Kur’anla donanmış olarak, O’nun zatını, isim ve sıfatlarını zuhura çıkarmak için halkedildiğini belirtmiştir.”Benim mucizem Kur’andır” hadisiyle nefsin, Kur’anın tecelli mahalli olduğunu, nefsinden Kur’an dışında bir hususiyetin çıkamayacağı belirtmiştir. Ferdiyet özelliği ile Hakikat-i Muhammedi, tüm ayan-ı sabiteleri içine alacak, kapsayacak şekilde düzenlenmiştir. Bu nedenle kendinin ve alemlerin hakikatinin Hakk’tan başka bir şey olmadığını “Beni gören Hakk’ı görmüştür” hadisiyle açıklamıştır. Ferdiyet hikmetiyle alemlerin hakikati olan hakikati Muhammediyi temsil etmektedir. Hakikati Muhammedi ise, hakkın la taayyün halinden taayyün haline geçmiş durumudur. Zatından başka bir şey değildir. Ezelden ebede kadar Şeriat-ı ve Sünneti Muhammediyesi, Kur’anın zuhura çıkarılıp, yaşanmasından başka bir şey değildir. Kur’an her an tazelenerek alemlerde yaşanmaktadır. Alemlerin hakikati ise Hakikati Muhammedinin zuhura çıkmasından ibarettir. Bu nedenle alemlerde Hakikati Muhammedi, Kur’an ve Zatından başka bir şey yoktur. Kur’an tüm ilahi isimleri ve sıfatları cami Zat olduğundan zahirde, batında, evvelde, ahirde Kur’andan başka bir şey yoktur. Bize düşen görev, Kur’anın neresini temsil ettiğimizi bulmak ve davranışlarımızı O’na göre düzenlemektir. O ilahi hüviyetini, Zatını Kur’anla alemlerde açığa çıkarmıştır. İnsanda bunu anlayacak yegane varlıktır. Bu nedenle ilahi hüviyetin kul zuhuru (abduhu), ilahi hüviyetin temsili olan Kur’anın yaşayıcısı ve yaşatıcısıdır. Bu itibar ilede ilahi hüviyetin temsilcisi (resuluhu) olmaktadır. Kur’an Hz. Muhammed (sav) (zuhuru Muhammedi) tarafından bütün özellikleri ile irsal edilmiştir. Ama her doğana Kur’an adeta yeniden tebliğ edilmekte, kendi aslı olan Kuran kişiye hatırlatılmakta, Kur’ana göre yaşaması istenmektedir. Kur’anı zaten yaşamaktadır, ama istenen Kur’ani ahlakla yaşamayı sağlamaktır. İlahi Zatın muradı, muhabbeti Peygamberi Kuran ahlakı yaşanarak “abduhu” olabilmek yönündedir. İlahi hüviyetin aynası olan insanın aynısı olan Kur’anla bütünleştirmesidir. Nefsi natıkasını, Kur’anı natık haline çevirmesidir. Bu suretle Hakka dönmesidir. Abd mertebesinden zuhurun nefsi natıkasının aslı olan Kur’anın sırrı ile yaşamasını temin etmektir. Kur’anın “abd” mertebesinden şehadet aleminde zuhurunu sağlamaktır. Kaynakları Zatı Mutlak, hüviyet gaybı olan İnsan ve Kur’anın bir bütün olarak müşahedeli bir yaşamı gerçekleştirmektir. Kur’anı bünyesine alan insanın Zatı Mutlak’ı, Zatı mukayyedde müşahedesini sağlamaktır.
Bunu ifade eden bir beyitte
Hep Kitab-ı Hakdır eşya sandığın
Ol okur kim seyru evtan eylemiş
buyurulmuştur.
Hakikat-i Muhammediye, bütün taayyünatın ve tüm zuhura çıkışların evvelidir. Hakikati Muhammediye bütün mevcudatın ayan-ı sabitelerini ve hakikatlerini kapsamaktadır. Onun fevkinde hiçbir isim ve sıfat ve nat ile mevsuf olmayan “SIRF ZAT” vardır ki, bütün taayyünattan münezzehdir. La taayyün mertebesidir. Ahadiyet-i Zat, zatiyeti yönüyle asla tecelli etmez. Onun tecellisi Zatta bilkuvve mevcud olan sıfat ve esma icabıdır. Onda bilkuvve sıfat ve esma sonsuz olduğundan ve bunlar istidat lisanlarıyla zuhur talep ettiklerinden, Zat-ı Mutlak, la taayyün mertebesinden mertebe-i ilme tenezzül ederek, sonsuz esma ve sıfatların suretleri ilmi Zatta taayyün etti ve her birisinin hakikati bir diğerinden ayrıldı. Bu mertebeye “vahidiyet mertebesi”, “esma ve sıfat mertebesi” ve “hakikati muhammediye” derler. Ahadiyet mertebesiyle arasındaki fark, ancak taayyünsüzlük ile taayyünden ibarettir. İlk taayyün ise bütün mevcudatın ayan-ı sabitelerini kapsayan hakikat-i muhammedi’dir. Ahad’ın bir mim ilavesi ile Ahmed oluşudur. Ahad ve Ahmed’in “mim” ile taayyünde ilk zahir olan hakikattir. Özetle Ahadiyet-i Zatın kendi Zatında, Kendi Zatına, Kendi Zatı ile olan tecellisinden ibaret olan “feyz-i akdes ile ortaya çıkan taayyün hakikat-i muhammedidir. Ve mertebede ona eşit ve benzer bir taayyün yoktur. O hakikat, Mutlak Vücud olan Hakk’ın öyle bir külli mertebesi ve ferdiyeyesidirki, tüm taayyünatı kapsayan, hepsine muhit olan hakikattir. Ve işte “ruhu Muhammedi” ve “nefsi Muhammedi” budur. Bu nedenle Efendimizin hakikati ancak ferdiyedir. Zira O’nun hakikati, fevkine ancak Ahadiyeti Zat bulunan “ilahi cem makamı” ile münferiddir. Ve o makam “Allah” isminin mazharıdır ve Allah ismi tüm esmaları cami olan ism-i azamdır. Şu halde bu makam zatı ahadiyyenin en evvel taayyün ettiği bir taayyün makamıdır. Tüm taayyünatın ilk menşei ve kaynağıdır ve tüm taayyünatı içine alır, hepsine muhittir. Vücuda ona eşit ve benzer bir taayyün bulunmadığı için mertebe-i ferdiyedir. Bu nedenle Efendimiz (sav) de insanların en kamilidir. Zira Hak, külli zuhur ile onun vücudunda zuhur etmiştir. Allah isminin mazharı dahi Efendimizdir. Çünkü ayan-ı sabitelerden ilk oluşan şey, O’nun ayan-ı sabitesidir ve bütün ayan-ı sabiteleri muhittir. Ve en evvel alemlerde hariçte “feyzi mukaddes” ile mevcud olan şey, O’nun ruhu mukaddesidir. Bu nedenle “ruhu Muhammedi” tüm ruhlara amil olan “ruhu külli” oldu. Ve bu nedenle nebi olarak bas olundu. Çünkü hakikati muhammediye “alem ağacının” çekirdeği mesabesindedir. Ve çekirdek ağacın mebdei ve onun meyvesi son kemalidir. Tekvin bu ferdiyet üzerine, Zat, irade ve Kün kavli (sözü) üzere ilm-i ilahide sabit olan hakikati ve “Kün” sözü kabul etme ve emre uyma yönüyle gerçekleşti.
Alemlerin mertebe-i ilimden, mertebe-i ayan-i sabite haline gelmesi için, Hakk tarafından O’nun Zatı, iradesi, ve “Kün” kavli ve Hakikati Muhammediye tarafından dahi, onun ilmi ilahide sabit olan “külli şeyyiyeti” ve “Kün” kavlini ve bu emre uyması lazım gelir. İşte bu nedenle Kelime-i Muhammediye ”hikmet-i ferdiye” ile vasıflandı.
Alemlerin cümlesi Hakkın bütün sıfat ve esmasının mazharı olmak itibariyle zuhur halindeki Hakkın nefsine ve zatına delildir. Ve onların halkedilişi, tekevvünü ise ferdiyete dayanmaktadır. Şu halde alemlerin tümü mazhar-ı ferdiyettir. Evveli mazharı ferdiyet olan hakikati Muhammediyyedirki, alemde mevcut olan tüm sıfat ve kemalat-ı ilahiyyesi camidir. Böyle olunca Rabbine olan delilin evveli Efendimiz (sav) dir. Böyle olunca bu cemiyet itibariyle Resul (sav) e “cevamiul kelim” verilmiş oldu. Ve “kelim” ise “ilahi talim” ile Adem (as) in bildiği esma-i ilahiyenin müsemmayıtıdır. Tahakkuk edişidir. “Kur’an cem-i esma ve sıfatı cami Zat” olduğundan O’na verilen Kur’an oldu. Peygamber Efendimizde (sav) bu gerçeği “Benim mucizem Kur’andır” buyurarak açıklamıştır.
Hakk’a evvel delil olan Resul (sav) kendi nefsine delildir. Zira Resul (sav)’un nefsi, Zatı Mutlak-ı Hakkın onda taayyününden ibarettir. Yani Nefs-i Muhammedi Hakkın gayrı değildir ki Hakka ilk delil olduğu vakıt O’nun delili olan Hakkın gayrı olsun.
Şu halde O’nun Hakka delaleti, Hakkın kendi zatına delalettir. Ve nefsi Muhammedi, Zatı Mutlak’ın bir mertebe tenezzülünden ibaret olmakla, Zat ile nefsi Muhammedi arasındaki fark, taayyünsüzlük ile taayyünden ibarettir.
Bu nedenle suret-i ve hakikati insaniye odurki, Peygamber Efendimiz o suretin ve hakikatin ruhu ve nefsi natıkasıdır. Nefsi Muhammedi hüviyet gaybındaki ilahi hüviyetin, ilk taayyün etmiş olan ilahi hüviyetin ilk ve en şümullu tenezzülüdür, tecellisidir. İlahi hüviyetin, taayyününden ibarettir. Bu nedenle “Beni gören Hakkı görmüştür” buyurmuşlardır.
Zira hakikat-i insaniye olan hakikat-i muhammediyye la taayyün olan Ahadiyeti Zatın Mutlak, taayyün elbisesine bürünüp kayıtlanmış olmasa idi, zatı mutlakın tafsili ve zahiri olan vücud-ı insani açığa çıkmaz idi. Böyle olunca insanın kendi nefsine marifeti, Rabbinin marifetinden önce gelir. Çünkü insanın Rabbin marifeti onun kendi nefsine marifetinden neticedir. Yani insan kendi nefsinin isim ve sıfatların tecelli mahalli ve Rabbın terbiyesi altında bulunduğunu arif olmadıkça, Hakkın bu vasıflarla faaliyette olduğunu bilmez. İşte insanın kendi nefsine muhabbeti Rabbinin marifetine yol açtığından Efendimiz (sav) “Nefsini bilen Rabbını bilir” buyurdu. Zira insanın izafi vücudu, Hakkın hakiki Vücud’unun cüzi gibi olduğundan ve cüzün vasfından, küllün vasfına intikal olunabileceğinden, insanın cüz-i vücudunun (varlığının) vasfına arif olmakla Hakkın külli vücud’unun (varlığının) vasfına arif olur.
Bu marifet ise daha ileride bir marifete yol açar. Sen bu konuda arif olduktan sonra “Hakkın marifeti mümkün değildir” ve “O’nun marifetine vüsulden herkes acizdir” diyebilirsin. Çünkü O’nun hakkında böyle demek caizdir. Zira ahadiyeti Zatta Hakkı kendi hakikati vechiyle bilmek mümkün değildir, kendini ancak kendi bilir. Efendimiz (sav); bu makamda “Künhü Zatını idrak edemedik” buyurmuşlardır. Burası Mutlak Tenzih makamıdır.
Ve istersen “Hakkı bilmek mümkündür” deyip, O’nun marifeti ispat edebilirsin. Çünkü “insanın izafi vücud’u” ile diğer mevcudat Hakkın onların suretlerinde taayyün ve kayıtlanmış oluşundan zuhura gelmiştir. Ve “latif Hakk’ın Vücud’u” onların eşkal ve suretlerinde kesifleşmiştir. Böylece Zat-ı Hakk latif halde mertebe-i letafette görünmez ve bilinmez iken bu mertebe-i kesafette görünmüş ve bilinmiştir. Yani ilahi hüviyet batının batınında iken zahir olmuştur. İlahi hüviyet Zahir ismiyle kesif halde kayıtlanmıştır.
Şimdi bu iki halden “Hakk bilinmez” sözüne göre sen, hakikati ve hüviyeti gaybiyyesi itibariyle kendi nefsini bilmediğini bilirsin. Ve bu halde Rabbine arif olmamış olursun. Zira nefsinin hakikati Ahadiyeti Zat mertebesinde yani mertebe-i itlakta Hakk’ın hakikatidir ve hüviyetidir. Ve o mertebede Hakkı bilmek mümkün değildir ki nefsinin hakikatini bilebilesin.
Ve ikinci hale göre, “Hakk bilinir” sözüne göre dahi sen nefsine kemal sıfatlarıyla arif olduğun için, Rabbine arif olursun. Hakkın Zati sıfatlarından Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kaim bi nefsihi ve Muhalefeten lil hevadis ile ve Sübuti sıfatlarından hayat, ilim, sem, basar, irade, kudret, kelam ve tekvin gibi senin vücudunda bir takım sıfatlar sabittir. Halbuki bu vücudun, Hakkın “Hakiki Vücud” una ilişmiş ve O’nunla Kaim “İzafi vücud” dur. Ve “Hakiki Vücud” senin “izafi vücudunun” kayyumudur. Eğer “Hakiki Vücud=Mutlak Vücud” da bu sıfatlar sabit olmasa idi, onların eserleri bu suretle sende zuhura çıkmazdı. İşte bu suretle senin kesifleşmiş nefsinin istidadı ve mazhar kabiliyeti kadar onda zahir olan kemalattan, Hakkın sonsuz kemalatının sabitliğine delil oluşturursun. Bu sendeki Hakkın tecellisi kadardır. Tecelli miktarı ve oranında nefsinle, Zati Nefs ve Mutlak Vücud’u arif olabilirsin. Bu bilmede Nefsi Muhammedi kanalıyla Kur’an ve Sünneti Muhammedi aracılığı ile bu arifiyet kolaylaşır. Zira Efendimizin nefis ve hakikati Mutlak Vücudu Hakkın la taayyün mertebesinden, taayyün mertebesine tenezzülünden ibaret olduğundan, Allah ismi camisinin ve tüm mertebelerin aynasıdır.
“Ben Adem’e ruhumdan nefh ettim” (Hicr/29) sözüyle Hakk insana kendi ruhundan nefh ettikten sonra suret-i insaniyyede zuhuru ve taayyün itibariyle kendi nefsini insanın likasına şiddetli şevk ile vasıflandırdı. Şu halde Hakkın insana iştiyakı kendi Zati nefsine iştiyakı demek olur. Zira kulun kesif kayıtlanmış vücudunda taayyün eden Haktır. Bu kesif vücuda kendi ruh-u küllisinden nefh etmiştir. Ve “muhabbet” münasebeti bu ruh ve nefesi rahman kanalıyla zuhura çıktı. Zira bu “nefh” nefesi rahmaniden hasıl olmuştur. Nefesi rahman ile evvelen insanın ruhu ve sonra kesif vücud zahir oldu. Ve nefesi rahmani cümle mevcudatın ilk maddesidir. Ve nefesi rahmani Vücud-ı Hakkın aynıdır. Muhabbeti dahi bu ferdiyete dayanmaktadır. Ve tüm muhabbetler aslı olan Hakka ulaştırmak için vesile oldu. Tüm alemler aslında bu “muhabbet” kaynaklı oldu. Ve insana olan muhabbeti nedeniyle “bilinmekliliğini sevmesi” kanalıyla, Allah Teala Adem’i kendi sureti üzerine halk etti. Ve Adem nefsini bilmekle Hakk’a arif oldu. Ve Hakk dahi kendi sureti üzere halk ettiği Adem’i halife kılıp, onda kendi Zati nefsini müşahede eyledi. Ve Hakk Teala Ademin nefsini tesviye ve ta’dil ederek, nefesi rahmanisi olan kendi ruhundan ona nefh eylediği yönüyle Adem’in zahiri halk ve batını Hakk olmuş oldu.
Bu muhabbetin kaynağı “hubb-i ilahi” ile nazar eden kimsenin nazarında suret, ruhun zatıdır. Burada suretten murad, Vücud-u Mutlak-ı Hakkı, taayyünü evvel mertebesine tenezzülünden ibarettir ki bu mertebeye “külli hakikati insaniye” tabir olunur ve hakikati Muhammediye’de denir. Gerek mertebe-i ilimi ilahide oluşan esma-i ilahiyye suretleri ve gerek mertebe-i şehadette zahir olan kesif suretler nefesi rahmani ile alemlerde zahirdir. Ve nefesi rahmani cümle mevcudat için ilk maddedir (cevherdir). Hakkın nefesi rahmanisi ile tenfis ettiği hakikat-i Muhammediyedir ki, cümle ruhani ve cismani hakikatlere camidir, her şeyi kapsar. Söz dahi nefestir. İnsandaki nefesi rahmanın mazharıdır.
Allah Teala bizatihi mevcud ve Mutlak Vücuddur. Alemde Allah ile mevcuddur, Hakk Tealanın Vücudu ile kayıtlanmış vücuddur. Allah Teala Bizatihi mevcuddur, alem ise Hakk ile kaim ve mevcuddur. Alemin mevcudiyeti ancak Hakk iledir. Özetle Hakk baki ve mevcud olan “sırf vücud” dur. Yokluk tabirinden münezzehtir. Mutlak Vücud’tur. Bu vücud dahi Hakkın Vücududur. Alemin vücudu ise izafi yokluktan zuhura getirilmiştir. Bu nedenle kayıtlı (mukayyet) vücuttur. Bütün mertebelerde görünen gerek ilimde ve gerek ayan-ı sabitelerde, mertebelere ait suret ve hakikat ile zuhura olan vücuddur. Külli haline “mahiyet ve hakikat” cüziyatada “hüviyet” denilmiştir. Mevcudların ilim mertebesinde sübutları olmasaydı, hakikatleri icad olunmazdı. Bu hakikatler “Kün” emrini işitmişler, Kur’an üzere halk edilen insan-ı hakikat, “Ben sizin Rabbınız değimliyim?” hitabına “evet” demişler ve nefisleri bu şehadete şahid tutulmuşlar ve dolayısıyla ayetin “işittik” bölümünü zuhura çıkarmışlardır. “itaat ettik” bölümünüde zuhura çıkarmak için nefisleri ile beraber şehadet alemine gönderilmişlerdir. İşte “itaat ettik” bölümü imtihan sırrını oluşturmuştur. Bu sırra binaen Hz. Resul’e (sav) “Amenerresulü” miraçta hediye edilmiştir.
Bu nedenle, her şahıs için batınında “Kün” emrinden bir kuvvet mevcuddur. İnsan-ı kamilde bu kuvvet bilfiil zuhura çıkmaktadır. En kemalli zuhuru ise Hz. Muhammed (sav) dir.
“lâ ilahe illallah hüve muhammeden resulullah” ifadesi hüviyeti Zata Peygamber Efendimizin ayna olduğunu ve hüviyet gaybından oluşan zati tecelli ile aynısı olduğunu ifade eder. Tecell-i Zat, tecelli-i sıfat, tecelli-i esma ve tecelli efale tecelligah olup hüviyeti zatın en kemalli zuhurudur. Varisleride bu tecelliler ile Zati, sıfati, esma ve efal mertebelerinde O’na eşlik etmektedirler. Efendimiz (sav) asaleten varisleri vekaleten bu makama ulaşmışlardır.
Tek Vücudda, ilk taayyün ile hakikati Muhammedi tüm mertebelere cami aynadır. “lâ ilahe illallah”, feyz-i akdes tecellisini ve “muhammeden resulullah” bu tecelliden feyzi mukaddes tecellisini oluştururlar. Bu hüviyet dolayısıyla Kur’an ve İnsan-ı Kamil ikiz kardeş olup, alemlerin özü, özeti, alemler aynasının cilasıdır. Bu hakikate binaen Hz. Resul (sav) “Beni gören Hakkı görmüştür” buyurmuşlardır.
önceki sayfa sonraki sayfa