YAKÎN TEVHİD-İ ZAT
ZİKRİ: Samed Samed Ya Samed
ALEMİ: Zat-ı Hakikati Muhammedi; Öz Hakikati Muhammedi; Hakikat-i Ahmediye, Lahut Alemi
SAMED isminin kısaca anlamı: Zerreden alemlere her şeyin kendisine muhtaç olup, Zatı itibariyle hiçbir şeye muhtaç olmayan, her türlü ayıp, kusur ve ihtiyaçlardan, akla gelebilecek her şeyden münezzeh olan. İhtiyaç ve sıkıntı hallerinde Mutlak Zatına başvurulan, yönelinen sonsuz büyüklük ve ihsan sahibi Zat.
TEVHİD ZİKİRLERİ: “lâ mabude illallah muhammeden resulullah”
(Allah’tan başka mabud yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür)
“lâ ilahe illa Allah; lâ mabude illa Hu”
(Allah’tan başka ilah yoktur; Hu (ilahi hüviyetinden) başka mabud yoktur)
lâ mahbube illallah; Muhammeden resulullah
(Allah’tan başka sevilen yoktur; Muhammed Allah’ın Resulüdür)
lâ ilahe illa Allah; lâ mahbube illa Hu
(Allah’tan başka ilah yoktur; Hu’dan (ilahi hüviyetten) başka sevilen yoktur)
lâ zate illa Allah; Muhammeden resulullah
(Allah’tan başka Zat yoktur; Muhammed Allah’ın Resulüdür)
lâ ilahe illa Allah; lâ zate illa Hu
(Allah’tan başka ilah yoktur; Hu’dan (ilahi hüviyetten) başka zat yoktur.
lâ ilahe illa Allah; la veche illa Hu
(Allah’tan başka ilah yoktur; Hu’dan (ilahi hüviyetten) başka vech yoktur)
lâ ilahe illa Allah; la vûcuda illa Hu
(Allah’tan başka ilah yoktur; Hu’dan (ilahi hüviyetten) başka vücud yoktur)
lâ ilahe illa Allah; la ilahe illa Hu
(Allah’tan başka ilah yoktur; Hu’dan (ilahi hüviyetten) başka ilah yoktur)
İDRAK AYETİ: “Şehidellahü ennehü la ilahe illa hüve” (Ali İmran/18)
Mealen: “Allah kendi kendine şahittir ki ilahi hüviyetinden (O’ndan) başka ilah yoktur”
İDRAK AYET “İnneniy enallahü lâ ilahe illa ene fabüdniy” (Taha/14)
Mealen: “Şüphesiz Ben Allah’ım Ben’den başka ilah yoktur artık bana ibadet et”
İDRAK AYETİ: “Ve eşhedehüm alâ enfüsihim” (Araf/172)
Mealen: “Kendi nefisleri üzerine şahid oldular”
İDRAK AYETİ: “Zalikümüllahi Rabbiküm. lâ ilahe illa hüve halikü külli şeyin fabuduhu ve hüve külli şey’in vekil” (Enam/102)
Mealen: “işte O Allah Rabbinizdir. O’ndan (ilahi hüviyetinden) başka ilah yoktur. O her şeyi halk etmiştir. ilahi hüviyeti dolayısıyla kendisine ibadet edin. O (ilahi hüviyetiyle) her şeye vekildir”
İDRAK AYETİ: “Hüvellahüllezi lâ ilahe illa hu” (Haşr/23)
Mealen: “O İlahi hüviyetiyle Allah’tır ki, ilahi hüviyetinden başka ilah yoktur.
YAŞANTISI: Zat mertebesini yakından anlayarak Bakabillah (Hakk’la baki) olarak hayatına devam etmeye başlar. Bu kişinin ahlakı “tahallâku biahlakillah” hikmeti gereği “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır” Kur’an hükümlerini yerine getiren bir ahlak anlayışıdır. İlahi nefsi ile yaşamaya başlamaktır. Bütün varlığın efal, esma, sıfat ve Zat alemleri ile birlikte Allah’ın Zatına ait bir bütün olduğunun idrakiyle yaşar. Hadiselere yerli yerince bakar. Kesret-vahdet hepsinin bir gerçeğin farklı yüzleri olduğu bilinciyle yaşar. Her varlığa gerçek değerini vermek üzere özenle hayatını devam ettirmeye çalışır.
Bu mertebede Hakikat-i İnsan, Hakikat-i Kabe, Hakikat-i Kur’an ve Hakikat-i Salat sırları aşikar olur.
Hakikat-i Kabe: Bu makamda salikin gönlünü saygı ve sevgi ile karışık büyük bir korku kaplar. Kabe’nin Hakikatinin Ahadiyet-i Zatın sır noktası olduğu idrakine ulaşır. Kabenin içi amaiyyet, Ahadiyeti Zat ve Rububiyeti ile Zatın tecellide olduğu hakikatine ulaşır. Tecellisinin Cemi esma ve sıfatı Cami Zat olan Kur’an ile olduğu hakikatine ulaşır. Bu makamın fenası ve bekası gerçekleştiğinde, salik kendini o yüce şan ile hallenmiş bulur ve varlık aleminin adeta kendisine yöneldiğini idrak eder.
Hakikat-i Kur’an: Kur’anın hakikatinin, Cem-i esma ve sıfatı cami Zat olduğunu, alemlerde O’nunla zuhurda olduğunu idrak eder. Zatın büyük bir genişlikle her şeyi kuşatması başlangıç olarak kendini gösterir. Bu makamda “genişlik” kelimesi, kelime darlığındandır. Aslı ile sonsuzdur. Bu makamda Kur’anın özünde gizlenmiş olan manalar belirir. Kur’anın her harfinde, kelimesinde kulu yöneldiği amaca eriştiren sonsuz bir yakınlık ve marifet deryası bulunur. Bu makamda Kur’an okunduğu zaman okunanın kelamı, Hakk Teala’nın kelamı olur. Kur’anı natık olur.
Hakikat-i İnsan: Nefsinin hakikatinin (nefs-i natıka), Nefes-i Rahman ile Zatı Nefsin tecellisi olduğu idrakine varır. Hakikatinin Nefs-i Muhammedi’ye dayandığını idrak eder. İnsan-i hakikatinin Kur’andan teşekkül ettiğini ve Allah’ın Nur’undan olduğunun şuuruna varır. Nefs-i natıkası Kur’anı Natık olur. “Kur’an ve insan ikiz kardeştir” hadisinin sırrına ulaşır. Allah ismi camisinin tecelli mahalli olduğunun idrakine varır.
Hakikat-i Salat: Bu makamda ihsan makamının sonunun sırrına varılır. “Görmediğim Allah’a ibadet etmem” diyerek bunun zevkine varır. Peygamber Efendimiz bu sırra “Namaz müminin miracıdır” hadisiyle işaret buyurmuştur. Bu yüce Hakikate eren tasavvuf yolcusu her iki alemde “Allah ile” olur. Varis olma yoluyla miraç sırrı gerçekleşir. Namazın sırrına erişir ve “Allah ile benim aramda öyle bir vakit vardır ki, o vakitte meydana gelen yüce hallerden ve sırlardan ne Allah’a yakın bir melek, ne de bir peygamber haberdar olamaz” hadisinin sırrına ulaşır. Alışverişi Hakk’ladır. Namaz, tüm ibadetleri kendinde toplayandır. Çünkü sırf Mabud’luk namazda tahakkuk etmektedir.
Miraç’ta vuku bulan Resulullah’ın bildirdiği;
“Dur! Rabbin namaz kılıyor” hadisi namazın bu hakikatine işaret etmektedir. Nefes-i Rahman olan “genel vücud tecellisi” ile Allah’ın tüm mevcutlara rahmet edip, varlık vermesi ve onları Rab ve ilah olarak her an kontrol altında tuttuğu ve her nefeste varlığın O’na muhtaç olduğunun hakikatine ulaşmaktır. Bu idrakle Peygamber Efendimiz ilk taayyün olduğunu idrak etmiş, kendi hakikatini ve alemlerin hakikatini idrak etmiş ve “künhü zatını idrak edemedik” diyerek hüviyet gaybı olan Ahadiyeti Zatını idrakin tam olarak gerçekleşmeyeceğini bildirmiştir. Hakkın kendisinde tam tecellide olduğunuda “Beni gören Hakk’ı görmüştür” hadisiyle vurgulamıştır. Bu hakikat varislerinde özellikle namazda belirgin olarak zuhura çıkar. O’nun nurundan alemlere nur sirayet eder. Bu nedenle “Namaz nurdur” hadisiyle bu hakikate işaret etmiştir. Hakikat-i Salat idrakiyle “sırf mabudiyyet” sırrına ulaşılır. Tenzih, teşbih, tevhid sırlarına erişilir.
Â’mâ
Bilesin ki, “â’mâ, hakikatlerin öz hakikatinden ibarettir.” Çünkü o sırf zâttan ibarettir. Hiçbir mertebeye izafe edilemez. Orada ne Hakk’a, ne halka ait mertebeler vardır. Bu mânâda Rasûlullah (sav) ın şu hadisi yeterlidir; Eshab-ı Kiramdan, Ebu Rezin El Ukayli (ra) Rasülüllah (sav) Efendimizden: Eyne kane Rabbina kable en yehlûkal halka? (Rabbımız, bu alemleri halketmezden evvel neredeydi?) diye sordu. Onlar da cevaben (Kane fil a’mai ma fevkahe hevau ve ma tahteha hevae). (Altında ve üstünde hava olmayan bir a’mada idi) “Gerçekten â’mâ, altında da, üstünde de hava olmayan bir âlemdir.” Yani orada ne Hakk ismi vardır, ne de halk. â’mâ, sırf zâttan ibarettir. Bu durum kendi zâtında gizliliğidir; hiçbir şekilde kendine gizli değildir. Buranın hakikatini akıl idrak edemez.
Vücûd : (Vücûd-u Mutlak)
Vücûd, lâfzı ile ifade edilmek istenen şudur ki, “O’nun varlığı kendi zâtından ve kendi zâtı iledir.” Mevcûdatın varlığı, “O” nunla var olmaktadır. Tasavvuf ehli, lisanda o hakikate işaret için “lâ taayyün” (ortaya çıkmama) ve “vücûd-i mutlak”, “sırf vücûd” (v.b.) derler. Çünkü zât, isim, resim, sıfat, vasıf, zuhur, tecelli gibi oluşumlardan beridir. Kısaca özetlemeye çalıştığımız “mutlak vücûd” u çok iyi idrak etmemiz gerekmektedir. Genel anlamda vücûd dendiğinde madde yapılı varlık akla gelmektedir; geniş anlamda da bu gördüğümüz âlemler, zihnimizde canlanmaktadır.
“Mutlak vücûd” ifadesi ise, bütün bu âlemleri meydana getiren, kucaklayan, inceden ince, lâtiften lâtif, ışığın, nûrun, rûhun ve zûlmetin de kaynağı olan asli bir cevher sonsuzluğudur. Âlemler, bu ilâhi hakikatin varlığında mertebe, mertebe itibari olarak var olmuşlardır. Muhyiddin’i Arabi (Sübhanellezi ezharel eşyae ve hüve aynühü) yani “Onu tenzih ederiz ki; eşyayı zuhura getirdi ve onun aynıdır.”buyurmuştur. İşte bu varoluşlarla “vücûd-i izafi” / “kayıtlı vücûd” / “madde vücûd” (âlemler) ortaya gelmiştir.
Zât
a. Katıksız varlık, yani vücûd, Allah’ın zâtıdır.
b. Yokluk karışımı varlık, yani, mevcûd; bu türden varlık ise, yaratılmış, zuhurların zâtıdır.
Allah’ın zâtı, kendi nefsinden ibarettir; yüce Allah O’nunla vardır, zira O, nefsi ile kaimdir. “kaimi bi nefsihi” O zât, her sûretin kabiliyetine göre sûret alır. Bütün mânâ ondadır; O’nun sonsuz oluşu idrak edilemez. Allah-u Teâlânın zâtı, gizli tekliğinden ibarettir. Akıllar ve fehimler onu idrakten yana aciz kalır. Zâtı yönünden, “tek”tir; aydınlığı yönünden “nûr” dur, bilinmeyişi ciheti ile “zûlmet”tir. Kur’anı Keriym Saffat 37. sure 180. ayette;
“sübhane rabbike rabbil ‘ızzeti ‘amma yasıfune”
“Rabbin onların vasıflandırmalanndan izzet sahibi ve münezzehdir!..”
“Vecih” burada yüz kelimesinden öte, bütün varlığının külliyetini zerrelerine kadar kapsamaktadır. Mana aleminde “Vecih” bütün mevcudiyetiyle, varlığı demektir feeynema tüvellu fesemme vechullahi “bu halde nereye dönerseniz artık Allah’ın vechi oradadır.” “Nereye baksanız Hakk’ın vechi oradadır.” Bunun neticesinde varlıkta “Hakk’ın vechi”nden başka bir şey görünmemesi bunun da sonunda, kendinde de Hakk’ın vechini müşahede etmesi ile kişi, bu ve konuyla bağlantılı diğer ayetlerin hakikatini idrak etmiş olmaktadır.
Ahadiyyet
Cenab-ı Hakk “A’ma” da iken, yani kendi varlığında, kendi kendinde iken, bu varlıklar daha henüz meydana gelmemiş iken; bilinmekliğini istediğinden, bir tecelli ederek “Ahadiyyet” mertebesine tenezzül ettiğinde iki vasfı ortaya çıkıyor. Bunun bir yönü benliğini yani “ene” sini, bir yönü de Hüviyetini yani kimliğini oluşturmuştur. (Elif) a’ma-iyyetin zuhurudur. El elifü, hakikat’ül Ahadiyyet’ün. (Elif) ahadiyyet’in hakikati’dir. El elifü, fi kevniyyet’ün cümle zuhuriyyet’ün (Elif) âlemlerin her yerinde zuhurdadır. El elifü, hakikat’ül insâniyyet’ün. (Elif) insân’ın hakikatidir Âlemlerin aslı olan (Ahadiyyet’ül ayn) bütün âlemlerde her zerrede ve âlemin bütün fertlerinde (ayn’ı) ile mevcuttur. O nun olmadığı bir varlık, varlık olamaz. Bir varlığın varlık olabilmesi, O nun o varlıktan tecelli ve zuhur etmesiyle mümkündür. (be) nin altındaki nokta (Elif) in üstündeki gaybi zuhura gelmiş (13) üncü noktadır ki Bütün âlemin yükünü o (.) nokta çekmektedir ve (be) bütün bu âlemleri kucaklamış çok hassas vaziyettedir. Sağ tarafı “aklı kül” sol tarafı ise “nefsi kül” dür. Hangi taraf ağır basarsa o halin yaşantısı ağırlık kazanır. Bilindiği gibi (be) Arapça da (ile, birliktelik, aracılığıyla, bağlamak) mânâlarını ifade etmektedir. İşte böylece, (be) ile, (Elif)te mevcud olan bütün mânâlar kendinden sonraki harflere tenezzül ederek zuhura çıkmaktadırlar ve (be) zâhir ve bâtın âlemlerinin arasında bir mabeyinci yani aracı olmaktadır. Bilindiği gibi Hz. Âli (ra) efendimizden gelen şöyle bir söz vardır.
“İlim bir nokta idi câhiller onu çogalttılar.”
Hz. Âli efendimiz, bütün kitaplarda ki ilimler, Kûr’ânda mevcuttur. Kûr’ân ın ilmi, Fatiha da mevcuttur. Fatihanın ilmi, Besmele de mevcuttur. Besmelenin ilmi, (be) de mevcuttur. Be nin ilmi de, altında ki noktada dır. İşte o nokta da benim demiştir. Yazıda; cümle; elif’e, elif de noktaya bağlıdır. Hiçbir Sûre yoktur ki; onda kelimeler olmasın. Ve hiçbir kelime yoktur ki; onda harfler olmasın. Ve hiçbir harf yoktur ki; onun hakikat-i elif’e dönük olmasın. Ve hiçbir elif yoktur ki: onda nokta olmasın. Elifte; nokta gayb’da olduğundan his gözüyle bakanlar ancak elif’i gördüler. Kelime-i Tevhid’te nokta olmaması sırf nokta olduğundandır. Zira Tevhid, vahdet-i isbattır, vahdet ise ayn-ı noktadır ve Muhammad (sav) vahdetin tam kemalli zuhur mahallidir. Ve O nun ikincisi ve mertebesinde müşterek olanı yoktur. Âlem de devr eden Ahadiyyet “elif-i” (vücüb – vacib) Vahidiyyet “mim-i” (imkân’dır.) Ve bu mim O elif-in aynasıdır. Ve sûret-i âleme sûret-i Âdem kaynak olmuş ve sûret-i Âdemiyyenin dahi en kemalli sûret-i, sûret-i Muhammediyye’den istifade etmesiyle olup, imkân “mim-i” ile Ahadiyyet “elif’i” ni (cem) etmiş-toplamıştır ki; biri cemi biri farkı ve biri zahiri ve biri mazharı yani zuhur yeridir. Bu mânâdandır ki; İnsân-ı kâmil cem’ül cem ehlidir ve O nun hicabı – perdesi yine kendisidir. Be nin altında ki; nokta (Ahadiyyet’ül zat) noktasıdır, Kûr’ân, “Ahadiyet” tir; Furkan, “Vahidiyyeti Kûr’âniyye” dir. Kûr’ân, “Zât” tır; Furkan, “Sıfat” tır. Kitap, “Mutlak vücud, varlık” tır. Ahadiyyet, sırf zâttan ibarettir. Orada sıfatlar için bir zuhur yoktur. Varlık fertlerinden her birinde, bütün mevcûdat gizlidir. Ahadiyyet, yüce zâtın tecellisinden ibarettir. Orada ne isimlerin, ne de sıfatların sözü geçer. Burası mücerred zâta ait bir isimdir. Ahadiyyet, zâtın “hüvviyyet” ve “inniyyet”iyle ilk zuhurudur. “Hüvviyyet” i, beytinin ve âlemlerin kaynağı. “İnniyyet” i, “Hakikat-i Muhammedi” ve insânın kaynağıdır. Ahadiyyet, sırf zâttan ibarettir; Hakk’a ait itibarlar da, halka ait itibarlar da orada yoktur. Hiçbir şekilde mahlûk için oraya yol yoktur. Çünkü bu hal görülmez “zûlmet” âleminden, “tecelli nûrlarına” doğru, zâtın “ilk tenezzülü” dür.
Vahidiyyet
Ahadiyyet iki anlam yönlü (vech) “uluhiyet ve vahidiyyete” ki, uluhiyet “tüm olarak bu varlığın gerçek yüzleri ile kendi mertebelerinde korumaya uluhiyet adı verilir”, vahidiyet yüce zatın zuhuruna bir tecelli yeri olmaktan ibarettir. Onda “zat sıfattır, sıfat da zattır” diye izah edilmiştir; Bu mertebede mana olmakla birlikte henüz zuhurları yoktur, tecelli ve nüzul ile diğer mertebelerde zuhura çıkar.
Meydana gelen her sıfatın zuhuru (isterse birbirinin zıddı olarak gözüksün) diğer sıfatın aynı sayılır. “Rahmet” ten ibaret sayılan nimet, “azab” tan ibaret olan nikmetin aynıdır. Burada, “ahadiyyet”, “vahidiyyet”, “ulûhiyyet” sıfatları arasındaki fark üzerinde biraz duralım; şöyle ki,
Ulûhiyyet “Zât Mertebesi” Tüm olarak bu varlığın gerçek yüzleri ile kendi mertebelerinde korumaya “Ulûhiyyet” adı verilir. Hakk ve halk olarak: Ulûhiyyet, zâtın esas mahiyetinden ibarettir. Yüce zâtın zuhur yerlerinin en yükseği “Ulûhiyyet” zuhurunun meydana geldiği yerdir. “Zat-ı Ulûhiyyet” kemalatını şuhud zevki ile bilmeye muhabbet ettiğinde, muhiyt olduğu sonsuz fezaya zuhur arzusunun ateşiyle “Nefes-i Rahmani” sini gönderdi. Bu nefes neticesinde sonsuz fezada yani kendi latif vücüdunda öbek öbek açığa çıkan “Nefes-i Rahmani” sonsuz alemlerin hülasasıdır. Nefis ise, onların birimselliğidir. Muhyiddini Arabî Hazretleri yine şöyle buyurur:
“Ve ma halaktuhu fiy hazel mahalli illa hüvallah, halaka külli şeyin.”
“Bir mahal haketmedi ki, o Allah olmasın; herşeyi halketti.”.
Yukarıdaki cümleyi İsmail Hakkı merhum şöyle tercüme etmiş:
“Hakk teala kendi nefsini halketti...”
Ve nefesin şiddetinden hareket hasıl oldu. Ebul Hasan Gari Hz. buyuruyor ki:
Tenzih ederim şu yüce zat-ı alayı ki, nefesini latif kılıp ona Hakk ismini verdi ve nefesini kesif kılıp ona da halk ismini verdi. Hakk kendi nefesini Nefes-i Rahmani ile vasf etti. Cenab-ı Hakk da kendi “Nefes-i Rahmanî” si ile bu bilinmekliğini sağlıyor. Ama O’nun nefesi sadece manalar elbisesi olan kelimeleri değil, bütün alemleri meydana getiriyor. Kendi varlığında gizli olan esma ve sıfatlarını, içinde var olan bütün özünü, kendi içinden yine kendisi olan dışına “Huu” diye nefes verip bu aleme yayıyor. İşte böylece de “Cenab-ı Hakk” ın özü olan “Nefes-i Rahmanî”, alem aynasında suretler olarak görünür. Allah “adem” (yokluk) denilen, izafi yokluğa bakmış ve “Kün” “ol” sözü ile emir vermiştir. O zaman yokluğun içinden Allah’ın varlığını belirleyen şekiller, zuhurlar belirmiş ve birer ayna olmuşlardır. İşte bu aynalardaki yansımayı gören göz “İnsan”dır. Besmele (BİSMİLLAHİRRAHMANÎRRAHİYM) bütün varlıkların oluşumunu anlatmaktadır.
“Nefes-i Rahmanî” öyle bir nefes ki, “Vahidiyet” mertebesinden çıkan, sonsuz ebedi, var olan bir “nefes” tir. İşte “Nefes-i İlahi”, bütün bu alemde Hakk’ın varlığı olduğundan, “İlahi Nefis” olarak ortaya çıkmaktadır. “İlahi Nefs”, Cenab-ı Hak, “Vacib’ül Vücüd” Hazretleri bütün bu varlıkları meydana getirmeden evvel, önce nefesini yani “Nefes-i Rahmani” yi vererek bu alemleri meydana getirdi.
Ulûhiyyet, karşılıklı zıddı, özünde toplar (evveli olmayanı, sonradan olmuşu); (Hakk’ı, halkı); (varlığı, yokluğu vb). Bütün bunların hepsini özünde toplar. Ve O’nda; Hakk, halk sûretinde zâhir olur; Ve O’nda; halk, Hakk sûretinde zâhir olur. Bu tecellilerin bilinen mânâsı “Tecelli-i ilâhi” dir. Eşyanın bir ferdi, kendi özü ile “Ulûhiyyet” saltanatı kapsamında bulunan cümle eşyayı toplar. Ancak varlık fertlerinden her biri, zâtının hakkı kadarını alabilir, daha fazlasını alamaz. Varlık fertlerinin her birinde bütün mevcûdat gizlidir. Ulûhiyyet, eserleri ile müşahade edilir ama görünürde kayıptır. Hükmen vardır, bilinir ama resmen görülmez. “Â’mâ’iyyet”, “Ahâdiyyet” ve “Vahidiyyet” mertebeleri “ilâhi lâtif zûlmet” ifadesiyle belirtilir ve bu hüküm buralarda geçerlidir. “Zât-ı Mutlak”ın “Ulûhiyyet” mertebesine tenezzülüyle, kendinde bulunan bütün özelliklerini birer lâtif ilmi varlıklar olarak, ilmi ilâhisinde belirlemiş olmasıdır. Yine bu mertebeyi ifade eden şu hadisi şerif vardır: “Allah Teâlâ halkı zûlmette halk etmiş (yaratmıştır), sonra onun üzerine nûrundan serpmiş, zâhir olmuştur.”Burada “zûlmette halk ediliş” ten kasıd, bu mertebeyi ifade etmektedir. “Hakiki nûr”, kendisi vasıtasıyle idrak olunan “nûr” dur fakat kendisi idrak olunamaz. Çünkü “hakiki nûr” nispetler ve izafetlerden arınmış olması bakımından Hakk’ın zâtının aynıdır. Allah Teâlâ bizi “izafi yokluk zûlmeti“ den “vücûd nûru” na çıkardı, bir “nûr” olduk. Allah bütün mevcûdlarda açılmış olan bir “nûr” dur, ki buna “vücûd nûru” ismi verilir. Mutlak Hakk’ın vücûdu, zuhurlar itibariyle idrak olunur. Ancak bu idrak “nûr” ismi ile vaki olur ve “nûr” Allah’ın zât-i isimlerindendir. Hadis-i Kudsîde;
“Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbibtü en uğrafe fe halaktül halka li uğrafe bihi.”
“gizli hazine idim, bu halde irfan olunmamı hub, muhabbet ettim bu halde bihi/o ile irfan olunma için halkı ettim.”
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi arzu ettim ve bu halkı halkettim.”
“inneniy enellahu lâ ilâhe illa ene fa’budniy”
Mealen, “Şüphesiz ben Allahım benden başka ilah yoktur; bana ibadet et” buyurduğunda kendini “Uluhiyyet Mertebe” sinden açık olarak ifade etmektedir. Yine bir hadis-i şerifte; “Ben Allah’tanım mü’minler benim nûrumdandır,” ifadesiyle de, bu mertebeye işaret edilmekte ve mü’minlerin aydınlanma kaynağını belirtmektedir İlm-i İlâhi’de bütün varlıkların “a’yânı sabite” (sabit ayn’ları) yani özleri ve programları itibariyle belirlenişleridir. A’yân-ı Sâbite (Değişmez ayn’lar, hakikatler, özler, asıllar.) Varlıklar, Allah’ın kelâmıdır. O’nun ilminde bulunan bu mânâlar ise, “a’yân-ı sabite” tabiri ile ifade edilir. A’yân-ı Sâbite için tabir çoktur. Aşağıda sıra ile söylenen cümlelerin hangisini istersen, onu diyebilirsin. A’yân-ı Sâbite: İnsânın hakikatleridir. A’yân-ı Sâbite: Ulûhiyyetin bir düzenidir. A’yân-ı Sâbite: Vahdet’in yaygın halidir. A’yân-ı Sâbite: Gayb âleminin tafsilidir. A’yân-ı Sâbite: Cemal Sûretlerdir. A’yân-ı Sâbite: İsimlerin ve sıfatların eserleridir. A’yân-ı Sâbite: Yüce Hakk’ın malumatıdır. A’yân-ı Sâbite: Yüce harflerdir.
Bu son mânâya işaret olarak Muhyiddin b. Arabi (r.a.) şöyle demiştir: “Biz yücelikler vasfı taşıyan harfler gibiyiz.” Bu kısa ifadelerden sonra “a’yân-ı sâbite” leri biraz daha yakından tanımaya çalışalım. “A’yân-ı sâbite” ler, mutlak lâtif vücûtta, zâtın “ilm-i ilâhi” sinde mevcûd sıfat ve esmaların ilmi sûretleri olduklarından, hariçte vücûdları yoktur. “İlm-i ilâhi” de zâtına mahsus bir oluşum içindedirler. Bunlar (yaradılmış) “halkedilmiş”, mahlûk sınıfından da değildirler. Hakk’ın kendinde düzenlediği, kendinden oluşturduğu, sonradan meydana gelecek halkının, kendindeki programlarıdır. Hakk’ın kendinde düzenlediği, kendinden oluşturduğu, sonradan meydana gelecek halkının, kendindeki programlarıdır. Bu hakikate işaret ile “a’yân-ı sabite varlık kokusu almamıştır,” şekliyle ifade edilmiştir. Bunlar zât-i şuunâtın gereğidir ve zât ile kadimdir. “A’yân-ı sâbite” lerin zuhur edeceği yerlere göre ezelde verilmiş istidad ve kabiliyetleri vardır. Bunlar “vücûd-u mutlak” ın özünden kendilerine verdiği “ihsan-ı ilâhi” dir. İstidad ve kabiliyetler belirli tenezzül mertebelerinden sonra fiiller ve oluşumlar halinde zuhura çıkınca “mahlûk” olur. Kendi asli varlıkları üzere zâtın varlığında var olduklarından, mahlûk hükmü orada onların üzerinde yürümez. Ey kendini bulmaya ve irfan ehli olmaya çalışan kişi; bilesin ki, sen de “a’yân-ı sâbiten” üzere “özün” de “mahlûk” değilsin, fakat “sûr” i varlığının zuhuru yönünden “mahlûk” sun, iyi anlamaya çalış. Hadis-i Kudsi’de belirtilen; “Allah var idi, onunla birlikte hiç birşey yok idi,” kelâmı; peygamberi, bir yönüyle Bütün varlıkların mahiyetleri, ilmi sûretler olarak Hakk’ın varlığında mevcûd fakat zuhurları olmadıklarından a’demde zûlmette ve yok hükmündedirler. Kûr’ân-ı Keriym Âl-i İmran Sûresi 3/97 âyetinde;
“innallahe ganiyyün anil âlemiyne”
Meâlen: “kuşkusuz Allah âlemlerden müstağnidir.”
“âlemlere ihtiyacı yoktur; âlemler olmasa da o yine Allah’tır,” hükmü de bir yönüyle bu mertebeyi ifade etmektedir. Hadis-i Kudsi’de haber verilen; “Allah var idi O’nun ile birlikte hiç birşey yok idi,” yüce ifadesi, gördüğümüz bu sonsuz feza âleminin daha evvelce de var olduğunu; işte sonsuz varlığın içinde hiç birşey yani zuhur ve tecellilerin henüz olmadığını da belirtmektedir.
“Allah evvelâ benim rûhumu, nefsimi, aklımı ve kâlemi halketti”
hadis-i şerif’de belirtilen öncelik ifadesiyle genel anlamda “Hakikat-i Muhammediyye” olan âlemlerin ana hayat kaynağı “Rûh-u A’zâm” dan ve öz anlamda da birey Hz. Muhammed (sav) Efendimizin saf, temiz, pak, kutsal rûhundan haber vermekte, bu mertebenin de öncülüğünün ona ait olduğu bildirilmektedir Nefes-i Rahmâni, “Akl-ı Kül” olan “rûh-u azam” mertebesi ile “Nûr-u ilâhi” olan “Nefs-i Kül” mertebesinin izdivacından şehâdet, yani bu âlemler ortaya çıkmıştır. Allah (c.c.) bütün mevcudatlarda açılmış olan bir “nûr” dur, ki buna “vücûd nûr” u ismi verilir. Nûr, zâtıyla zahir ve eşyanın da kendisiyle zahir olduğu şeydir. Nûr’un şiddeti zuhur ve eşyanın kendisiyle zahir olması itibariyle mutlak olduğu halde “zât-ı ilâhiyye” den bir isimdir. Nitekim şiddetli zuhurundan gizli kalmıştır. Yokluk karanlığında iken, onları vücûd ile ızhar eden ve cehalet karanlığında iken, üzerlerine marifet nûrları ile feyz veren ancak Allah-u Teâlâ’dır “İnsân-ı kâmil” in kendine ait bir nûru olduğu gibi onun üstünde de “nûr-u ilâhi” vardır. Bu iki nûr tevhid edilip birleşince “Nûr üstüne Nûr” olur, ki zâtın kulunu ihata etmesi ve tekliğin oluşmasıdır. Bu Nûr’un “İnsân-ı kâmil” in gözünden de zuhur ettiği ehlince malumdur. “Allah dilediği kimseyi nûruna iletir”. Nûr, fiziken bütün âlemi ihata etmiş olduğu gibi akıl âlemini de ihata etmiştir. Kişiler bunu bilseler de bilmeseler de bu nûr ile düşünüp aydınlanırlar.
İlmi aydınlanma olan bu “Nûr” a,
- “Nûr’u ilâhi”, “Nûr’u Nübüvvet”, “Nûr’u Kûr’ân”, “Nûr’u imân”, “Nûr’u ilim”, “Nûr’u akl”, “Nûr’u göz”, “Nûr’u gönül” (v.s.) denmiştir.
Risâle-i Gavsiye’de şöyle buyruldu:
“Sonra sordum rabbime, dedim ki, - Hiç mekânın olur mu?”
“Dedi ki, - Ya Gavs-ı A’zam ben mekânın mekânıyım. Benim mekânım olmaz. Ben insânın sırrıyım.”
Şöyle rivâyet edilmiştir: Bir hadis-i şerifte;
“dehre küfretmeyiniz dehr Allah’tır,” hükmü ile: “mekânların mekânı” ve “zamanların zamanı” da Hakk’tır. Mekân ve mukim, mahâl ve mahâlleli, zaman ve zamane de kendisidir, ancak mertebelere riâyet şarttır. Eğer mertebelere riâyet edilmezse her şey birbirinin içine girerek karmaşa olur. Bu ancak gerçek bir tevhid – irfaniyet ilmi ile açıklığa kavuşur. Gerçek tevhid ilmi ise, akılda olan değil, varlığında olan tevhid ilmidir.
“Rasûlullah (sav) efendimiz, miraca çıktığında, kendisine bütün perdeler açıldı; ancak bir perde kaldı... O perdenin açılmasını dilediği zaman: “Dur; Rabb’ın namaz kılıyor... dendi.”
Bunu bizzât Rasûlullah (sav) efendimiz anlatmıştır. Yani oluşan fiil veya fiiller “zâtından zâtına” yani bütün âlemlerde zuhurda olan “zât-ı mukayyedi” âlemlerden gani olan “zât-ı mutlak” ına yönelmesidir. Çünkü “zât-ı mutlak”, “zât-ı mukayyed” in ana kaynağı, devamlılık ve varlık sebebidir. Tecellisini çektiği anda, âlemde yaşayan, görünen, hiçbir şey kalmayıp ismi bâtın olan asıl âlemine dönüşmüş olurlar. Peygamberimiz (sav) bir hâdis-i şeriflerinde:
“Biz, son gelen ilkleriz.” buyurmuşlardır. “Son gelen” sözü ile, bu mertebenin kemâlini; “ilkleriz” sözü ile de, “Hakikat-i Muhammedi” mertebesini ifade etmişlerdir.
Mutlak Vücud, kuşatıcı bir mertebenin toplamı ile Zata mahsus gaybın mutlaklığında makamsızlık makamında gizlenmiş “kemal” sırrı zuhur eder; bu nitelenemez, hakkında hüküm verilemez ve isimlendirilemez bir makamdır. Bu makam ile, batınlık ve zuhuru, evveliyeti ve ahiriyeti birleştiren Zati Tecelli taayyün etmiştir. Tecelli-i vahid olan bu “genel vücud tecellisi” ile ilk taayyün eden Hakikati Muhammedi mertebesidir. O, bu mertebede her tecellinin hükmü ve vasfı ile taayyün eder. Her mertebenin sırrı, semeresi, gayb ve mutlaklığın taayyün sırrı buradadır. Bu taayyün ve mutlaklık, ruhlar ve suretler için zuhur eden şeylerin mukabilinde zat için farz olunmuşlardır. Zuhur eden her şey, kimin için zuhur etmişse, bu mertebenin ve tecellinin sırrından bilinir, müşahede edilir ve zuhura çıkar. Ahadiyeyi Zat için mevcud olan itibar bu mertebeden kesretin nefyinden ibarettir. Kesretin zuhuru yoktur demektir. Vahidiyeti Zata gelince bu makamda kesret-i esma için Hayy, Alim ve sair isimler gibi zuhur olduğu gibi Hayat, İlim ve diğerleri gibi kesret-i sıfatiyye içinde zuhur vardır. Bu nedenle vahidiyeti Zat makamında rububiyet, malikiyet ve ilahiyyet gibi “nisbi kesret” ile halikiyet ve razıkiyet ve sair gibi “izafi kesret” dahi zahirdir.
Vücud-ı Hak, abd için ayna olup, abd kendini ve kendinde olan biten şeyleri “Hakk Ayna” sında rüyet eylediği gibi; abd dahi Hakka ayna düştüğü için Cenab-ı Hakk dahi kendi isimlerini “abd ayna” sında rüyet eder. Cenab-ı Hakkın isimlerinin ahkamı dahi tıpkı böyledir. Esmaların ahkamı ve misalinin zuhuru rüyet olunur.
Hakkın hakikati, O’nun nefsinde kendisini bilmesinin suretinden ibarettir. Hakkın kendisini bilmesi, hangi şekilde izafe ve tasavvur edilirse edilsin, İlmin Hakka izafe edilmesi açısındandır. Bunları birleştiren mertebe ise Ahadiyet-i cem’dir.
Hakkın hakikati, Mutlak Vücud ki O, Rahman isminden ibarettir ve “Allah” diye isimlendirilip, mertebe ve bütün keyfiyetleri birleştiren keyfiyet açısından müşahede edilip – aralarında fark olmaksızın – bu iki ismi ihata eden Zat idrak edildiğinde, bu durumda halkiyet tesirinin mahallinin Asl’ın (Mutlak) Zatının mertebesi olduğu öğrenilir.
Rabbül erbab ismiyle müsemma olan ismi – azam ve taayyün – ü evvel itibariyle Hakk Teala, olup ilahi hüviyetinden ibarettir. Taayyünü evvel olan Hakikati Muhammedi mertebesi bütün esmanın menşei ve gayelerin gayesidir. Hakka ayna olan mertebedir. Teveccüh bu makamdadır. Cenab-ı Hakk makama “Ve son durak Rabbinin huzurudur” ayetiyle işaret buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) taayyünü evvelin mazharıdır. Rububiyette bu makama hastır. Mutlak Vucuddan taayyünü evvel mertebesine tecelli, Vücud Nuru tecellisi iledir. Nur Allahu Teala’nın Zati isimlerindendir. Allahu Teala ismiyle tecelli edendir. Burada isim demekten murad, “bütün alemler sureti ile tecelli edendir” demekten ibarettir. Bu suretle Hak, hüviyetiyle zerrelerin bütününde mevcuttur.
Genel Vücud Tecellisi
Hakkın, mevcutların hakikatlerine (ayan-ı sabite) ilk tecellisi “genel vücud tecellisi” olan Nefesi Rahman olup, zati nuruyla olan tecellidir. Nur, Künhü Zatının ilk tecellisidir. Zati isimlerindendir Hakkın. Varlığı bilinir, mahiyeti bilinmez. Cenab-ı Hakk nur-ı mahz yani sırf nurdan ibarettir. Mevcutlara tüm taayyün mertebelerinde sırayet edende bu nurdur. Nur ismi, mutlak Vücudun mevcutların suret ile zuhurundan ve böylece mevcutlara ait kendi hükümleri ile zuhurundan ibarettir. Her malumun ve mevcudun bu nura nispeti vardır. İnsanın nefsi natıkası özellikle bu nur ile halk edilmiştir. En kemalli zuhuru Nefs-i Muhammedi olup Hz. Muhammed (sav) sırf nur olduğundan gölgesi olmazdı.
“Genel vücud (varlık) tecellisi” ilahi şe’nler üzerine yapılan Zati Nur’un taşmasından ibarettir. Böylece Zat gaybından ve Ahadiyeti Zat mertebesinde silinmiş, gizlenmiş olan şe’nlerin taayyünleri zuhur etmiştir. Hakk murad ettiklerini sonsuz mevcutlar arasında ortaya çıkartmak istemiş, onları Zati-İlmi hükmün gereğine göre, gaybi-iradi hareket ile Vücudi nurun üzerine nakşetmiştir. Tüm taayyün mertebelerini birleştiren kamil hüküm Nefes-i rahmani olan bu tecellidir. Mevcutların suretleri tafsili açıdan Hakkın ilminin mazharları ve Nefes-i Rahmani’ye ait kelimelerinin suretleridir. Mevcudların mücmel (öz) suretleri ise Hakkın ilim mertebesinin sureti ve nefsinin hakikatinin mazharıdır.
Sayfa, ondaki yazı, kişinin nefesi ve ses Genel Vücud Nurunun söz konusu Nefesi Rahmani ile yayılmasının benzeridir, var olan malumların suretleri bu nefesi rahmanide taayyün etmiştir. Yazmak ve söylemek, halketmek ve izhar etmenin benzeridir; halk ise, ya taayyünleri “Kün/ Ol” ile zuhur eden Nefes-i Rahmani vasıtasıyla yada Akl-ı kül vasıtasıyla gerçekleşir. İnsanı kamilden, batınından gelen seste, irade, nefes, manevi mana, nur, ruh olup, nefesi rahman gibi “kün” lafzı gibidir. Belirli hükümleri zuhura çıkarır.
AMÂ
Amâ, hakikatül hakaik (yani hakikatler hakikati) olup özden ibarettir. Bunda Hakk ve Halkiyyet ile vasıflanmak düşünülemez. Zira, O sırf zattır. Çünkü O, Hakkiyyet ve halkıyyet ile muttasıf olmayan bir mertebeye (Ahadiyyet makamına) muzaf değildir. Bu izafetsizliğinden dolayıda Amâ ne vasıf ve nede isim gerektirir. Zira Ahadiyyette, isimler ve sıfatlar yok olarak hiçbir şeyin zuhuru olmadığı gibi Amâ’dada bunlara ait hiçbir şeyin ne tecellisi, nede zuhuru mevcuttur. Amâ ile Ahadiyyet arasındaki fark şudur. Ahadiyyet, teali icabları ile Zatın Zatta hükmüdür ve bu da Ahad olan Zati zuhurdan ibarettir. Amâ ise mutlak bir iktiza ile Zatın hükmüdür. Amâ amâya ait Zati gizliliktir. Özetle amâ ahadiyetin mukabilidir. Ancak şu varki Ahadiyyette Zata ait sırf oluş tecelli hükmüyledir. Amâda hiç tecelli yoktur. Amâda Zata ait sırfiyet (sırf oluş) gizlilik hükmüyledir.
Vahidiyyet
Vahidiyette zat sıfat olarak, sıfatta zat olarak tecelli eder. Bu itibarla sıfatların hepsi bu mertebede birbirinin aynıdır. İsterse birbirinin zıddı olarak gözüksün, bir şey fark etmez, hüküm aynıdır.
Ahadiyyet, Vahidiyyet ve Uluhiyyet arasındaki fark şöyledir:
Ahadiyette isim ve sıfatlara dair hiçbir şey zahir olmaz. Zira ahadiyyet, Zatının şanında sırf Zattan ibarettir.
Vahidiyyette isim ve sıfatlar, müssirleri ile beraber zahir olur. Fakat bu zahir oluş Zat hükmüyledir. Yoksa Zattan ayrılma hükmüyle değildir. Bu bakımdan o sıfatların her biri diğerinin aynıdır. Zatta bir hükümdedirler.
Uluhiyyette isim ve sıfatların her biri istihkak ve liyakatı hükmüyle zahir olur. Zira uluhiyyette münim ismi, müntakim isminin zıddı; müntakimde münimin zıddı olarak meydana gelir. Diğer isim ve sıfatlarda böyledir. Uluhiyet tecellisi, bütün tecellilerin hükümlerine şamildir. Zira uluhiyet, her haklıya hakkını verme tecellisidir. Uluhiyetin hükmü her şeye hakkını vermektir. Allah ismi uluhiyeti temsil ettiğinden, Allah ismi isimlerin ulvisi, en ihatalısı, en azizi, en yükseğidir. Uluhiyetin, ahadiyetin üzerine üstünlüğü, aslın, füru’a üstünlüğü gibidir. Vahidiyetin, diğer tecellilere üstünlüğü cemin, fark üzerine üstünlüğü gibidir.
AHADİYYET
Ahadiyyet, Zatın tecellisinden ibarettir. Bu tecellide, isimlerin, sıfatların ve bunların müessirlerinden hiçbir şeyin zuhuru yoktur. Ahadiyyet, Hakkıyet ve halkiyet itibarlarının hepsinden sıyrılmış olarak tecelli eden sırf Zatın ismidir. Ahadiyyet, Zatın amâ’ya ait zulmetin tecelli yerleri olan nurlara birinci (ilk) nuzuludür. Zati tecellinin en yükseği bu tecellidir. Bu tecellide Zat; sıfatlardan, isimlerden, işaretlerden, nispetlerden, itibarlardan münezzehtir. Ve bunların hepsinin Zatta varlığıda gizlilik hükmüyledir. “Ben gizli hazineydim” buyurulduğu mertebedir. Zati Benliğindeki istiğrak, hüviyeti itibariyle zatının tecellisinin ismi olarak Ahadiyetidir. Ahadiyet, Cenab-ı Hakka mahsus Zati bir tecellidir.
ULUHİYYET
Varlıklarla (Mevcutlarla) ilgili bütün hakikatleri hem bizzat hemde mertebelerinde korumaya uluhiyet denir. Varlık (mevcut) hakikatleri tabiri ile, zahiri ve mazharların hükümlerini, yani Hakk ve halk kastedilmektedir. Halık zahir, halk mazhardır, yani zuhur yeridir. İlahi mertebelerle alemlere dair bütün mertebelere şamil olmak ve bunların her birine varlık mertebesinde Hakkı vermek uluhiyyetin manasıdır. Uluhiyetin her mazhar üzerine külli ihatası, mutlak şumuli ve her vasıf ve isim üzerine saltanatı, hüküm ve kudreti mevcuttur. Uluhiyyet ümmül kitaptır. Kur’an ahadiyettir. Furkan vahidiyyettir. Uluhiyyet, kadim-hadis, Hak-Halk, Varlık-Yokluk gibi biri diğerine zıt olan sıfatları ihtva etmiş, kapsamıştır. Uluhiyyet, eserleri müşahede edilen, fakat bakışta kaybolandır, sırda kalandır. Hükmü bilinir, fakat resmi görülmez.
RAHMANİYYET
Rahmaniyyet, isim ve sıfatların hakikatleri ile zahir olmasıdır. Rahmaniyyet zati isimler gibi zata mahsus şeylere şamil bulunduğu gibi mahlukata yönü olan hakikatlere ve sıfatlara şamildir. Rahmaniyyet bütün Hakk mertebelerine ait isimdir. Rahmaniyyet, Zatın ulvi mertebelerde zuhurundan ve aşağı mertebelerden mukaddes oluşundan ibarettir. Bu bakımdan, Zatın cem’iyyet itibariyle ulvi mertebelere mahsus olan mazharlarından hususi mazharı ancak Rahmaniyyettir. Rahmaniyyet mertebesinde zahir olan isim Rahman ismidir. Rahman ismi hem Zata ait isimleri, hemde nefse ait sıfatları içine alır.
Zata ait isimler, Ehadiyyet, Vahidiyyet, Samediyyet, Azamet, Kudsiyet ve benzeri olan Zat’a ait isimlerdir.
Nefse ait vasıflar yedidir:
1)Hayat 2)İlim 3)İrade 4)Kudret 5)Kelam 6)Sem 7)Basardır
Rahmaniyyet Hakk ve halka ilgili mertebelere şümullüdür, hepsini kapsar. Rahmetin Hakka ait mertebelerde zuhuru, halka ait mertebelerde zuhuruna sebep olmuştur. Bu sebeple bütün varlıklara (mevcutlara) şamil olan rahmet, Rahmaniyyete aittir. Hakkın mevcutlara ilişen rahmetinin birincisi; suretleri (esmanın, sıfatlarının ve manalarının) alemleri kılmasından ibarettir.
Rahmaniyet, Rahman ismi ile zuhura çıkar. Nefesi Rahman hükmünü Kur ‘an ile zuhura çıkarır. Rahman suresinde “Rahman. Allemel Kuran. Helakel insan. Allemehul beyan” (Rahman/1-4). Bu ayetlerle Rahmanın ayan-ı sabitelere Kur’an ile tecelli ettiğini ve Kur’an ile insanı halk ettiğini ve bu şekilde beyanı öğrettiğini ifade etmektedir.
Gayret bizden, muvaffakiyet Allah’tandır.
önceki sayfa sonraki sayfa