YAKÎN TEVHİD-İ SIFAT
ZİKRİ: Ahad Ahad Ya Ahad
ALEMİ: Sıfat-ı Hakikati Muhammedi; Ceberut Alemi. Tafsili Hakikati Muhammedi.
AHAD isminin kısaca anlamı: İsim ve sıfatlarında mutlak TEK olan, misli ve şeriki olmayan ZAT. Hiçbir şeyin O’na, O’nunda hiçbir şeye nispeti olmayan Zat olarak mutlak olan. Ezelde ve ebede TEK olan. Uluhiyeti yönüyle tek olan Mutlak Zat. Sadece kendi hükmü geçen Zat.
TEVHİD ZİKRİ: “lâ mevsufe illallah muhammeden resulullah”
(Allah’tan başka vasıflanan yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür)
“lâ ilahe illa Allah; lâ mevsufe illa Hu”
(Allah’tan başka ilah yoktur; ilahi hüviyetinden başka vasıflanan yoktur)
İDRAK AYETİ: “Hüvellahüllezi lâ ilahe illa hu alimül gaybı veşşehadeh hüverrahmanürrahim” (Haşr/23)
Mealen: “O, ilahi hüviyetiyle öyle bir Allah’tırki, ilahi hüviyeti ile O’ndan başka ilah yoktur, gaybı ve şehadeti bilir, ilahi hüviyetiyle rahman ve rahimdir”
İDRAK AYET “Külli nefsin zaikatül mevt” (Ali İmran/185)
Mealen: “Her nefis ölümü tadacaktır”
İDRAK AYETİ: “ve eyyednahü biruhil kûdûsi” (Bakara/87)
Mealen: “Biz onu ruhul Kudüs ile destekledik”
YAŞANTISI: Sübuti sıfatların mazharı olan Ruh’u, Zati hakikatlerden olan Ruhul Kudûsü yakinen idrak etmek, bu ilahi sıfatları hem enfüsde hem afakta müşahe ederek yakinen tevhid etmektir.
Vasıflanan, sıfatların sahibi ancak Allah’tır. Sıfatları ve sıfatların zuhur mahallerinde değişmesi farklılaşması ile vasıflanan ancak Allah’tır. Vasıflarını sıfatları ile zuhura çıkan ancak Allah olup, uluhiyetini alemlerde “Muhammeden Resulullah” özü ve gerçeği ile irsal ve tebliğ ettiği Kur’anı ve Sünnet-i Muhammedi, ve batını olan Hakikat-i Muhammedi ile açığa çıkarmış, insanların hizmetine sunmuştur.
Ruh, sıfatı sübitiyenin mazharıdır. Sübuti sıfatlar ise hayat, ilim, irade, kudret, sem, basar ve kelam sıfatlarıdır. Bu sıfatlar ile arzulanan bu sıfatların hakkını Kur’an ve Sünnet-i Muhammedi ölçülerinde vermek amaçtır. Ama Kur’andaki tüm vasıflananlar (mümin, münafık, kafir, salih vb) Kur’an’ın içinde özellikleri belirterek, alemlerde zuhura çıkmışlardır. Vasıflanan her özellik Kur’andandır. Vasıflananlar ise örneğin ilim, irade gibi sıfatlarındaki değişiklikler ve farklılıklar ile hayatını, değişik ve farklı şekilde geçirmek ile ilgilidir. Kişilerin nefislerindeki ahlaki vasıfların, özelliklerin değişmesinden kaynaklanmaktadır. Tüm sıfat tecellileri (ruhul kudüs) her nefse olmakta, ancak nefsinin kabiliyetleri, ezeli istidadına göre kişiden farklı vasıflar ve özellikler açığa çıkmaktadır. Ruh tecellisi “daim ilahi tecelli” olup, Kur’anı vasıfları insanda ve alemlerde kendi mertebelerinde zuhura çıkaran faktördür.
Kişi, “Muhammeden Resulullah” ile alemlerin Zat ve sıfat kaynaklı fiili Kur’an, temsili Kur’an ve tafsili Kur’an olduğunu sıfat mertebesinde de idrak etmiş olacaktır. Kur’andaki bahsedilen tüm isim ve sıfatların tüm zamanlarda farklı isimler altında zuhurda olduğunu ve olacağının şuuruna varır. Bu suretle cennet ve cehennem adı altında bahsedilen ilahi boyutlarında vakti saati gelince açığa çıkacağını bugünden yakinen bilir. Bugünden nefsi yakinen ölümü tatmış olur. “Her nefis ölümü tadacaktır” hükmü ilahisi bu hali çok güzel anlatır. Benliğini sıfat mertebesine de tanıyıp, bu mertebede yeni bir anlayışa sahip olacaktır.
“Kendi nefisleri üzerine şahid oldular” hükmüyle de gerçek ilahi nefslerini teşbih mertebesinde müşahede etmiş olacaklardır.
Bütün bu sıfatlar ile vasıflanan kişi, bu mertebede “Biz onu Ruhul Kudüs ile destekledik” hitabına mazhar olacaktır.
Adem (as) hakkında “Biz ona ruhumuzdan nefh ettik” hükmü daha kemale ulaşarak, “Biz onu, Ruhul Kudüs ile destekledik” hakikatine döner. Biz ifadesi ile kişideki sıfatların kendi sıfatları olduklarını açık olarak belirtmiştir. Bu mertebenin mukaddes bir mertebe olduğunu açıklamıştır.
Sıfatların kaynağı, kökeni Hüviyeti Mutlaka olup, tüm taayyün mertebelerinde seyran eden ilahi hüviyettir. İzafi vücudları olan, mevcudların sıfatları da izafi sıfatlar olup, kişi hüviyeti ile bu sıfatları taşımaktadır. Sıfatlar mevcudlarla zahir ismi gereği bu mertebede açığa çıkmıştır, ancak şehadet alemine göre batın bir mertebedir.
Kaynağı hüviyeti mutlaka olup, mevcudlarda görülen izafi hüviyetler, batındaki sıfatların, zuhura çıkmasından ibarettir. Dolayısıyla bu mertebenin idraki ile de, idrakte batın olan bu sıfatların, idrakte ve şuhudda zahir hale geleceği açıktır.
İzafi hüviyetlerde’de vasıflanan ancak O’dur. İlahi hüviyetten başka vasıflanan yoktur.
Allah’ın tüm sıfatlarının tecellisi Kur’an vasıflarına göre olmaktadır. Kur’anın bu kadar ilmi bir arada bulundurması hem zatının, hem sıfatlarının hem de isimlerinin çokluğundandır. İzafi vasıfların çok olmasının kaynağı budur. Tüm vasıflar Kur’andan yani Zattan kaynaklandığı ve Kur’anda Zati hüviyeti, İlahi hüviyeti temsil ettiğinden tüm vasıflar ilahi hüviyeti temsil ve tafsil etmektedir.
“O ilahi hüviyetiyle öyle bir Allah’tır ki, ilahi hüviyetinden başka ilah (uluhiyet sahibi) yoktur. Bu ilahi hüviyetiyle hem gaybı hemde şehadet alemindeki her şeyi tüm mertebelerde en ince noktasına kadar bilmektedir. Zira O, ilahi hüviyetiyle Rahman’dır, yani tüm esma ve sıfatların açığa çıkış mertebesidir, hem de Rahim’dir, yani esma ve sıfatların fiile dönmesinde rol oynar” denmektedir.
Bu nedenle ilahi hüviyetten başka vasıflanan yoktur. Her mevcud kendi mertebesinde, kendi özellikleri ve vasıflarıyla izafi olarak ilahi hüviyetten bir eser taşır. Latif halden kesif hale geçtiğinde Zatına edeben vasfedilemeyen bazı hususiyetleride o mertebenin icablarına göre ilahi hüviyetinde bulundurur. Buna örnek olarak şu kudsi hadis verilebilir:
- Ey Ademoğlu hasta oldum, ziyaretime gelmedin
Ademoğlu sordu:
- Ya Rabbi, sen alemlerin Rabbisin. Seni nasıl ziyaret edeyim. Allahu Teala buyurdu:
- Bilmiyormusun? Falan kulum hasta oldu, Ama sen onu ziyaret etmedin eğer onu ziyaret etseydin Beni yanında bulacaktın. Allahu Teala devamla buyurdu:
- Ey Ademoğlu, senden yemekle doyurulmamı istedim, ama sen Beni doyurmadın. Ademoğlu sordu:
- Ya Rabbi seni yemekle asıl doyurayım? Sen alemlerin Rabbisin. Allahu Teala anlattı:
- Falan kulum senden yemek istedi. Ama ona yedirmedin. Bilemedin mi? Ona yedirseydin beni yanında bulacaktın. Allahu Teala devamla buyurdu:
- Ey Ademoğlu, senden su istedim, ama vermedin. Ademoğlu sordu:
- Ya Rabbi sana nasıl su vereyim? Sen alemlerin Rabbisin. Allahu Teala anlattı:
- Falan kulum senden su istedi, vermedin. Ona su verseydin Beni yanında bulacaktın. Bunudamı anlayamadın?
Bu kudsi hadisin manasını şu şekilde açabiliriz: “Ey Ademoğlu…” şeklinde olan hitap ruha, kalbe yani aslı olan nefs-i natıkayadır. Bilhassa nefsi perdelerle perdelenmiş aslına uzaklaşan nefse. Bu kalbe şöyle hitap edilmektedir:
“Ben, belli bir zuhur yerine tecelli ettim. Zuhura geldim orada. Yine belli bir taayyünde de aynı şekilde tecelli ettim, zuhur eyledim. Fakat bu has zuhurla perdelendim, gizlendim. Özellikle mutlak hakikatimi, hüviyetimi müşahede edilmeden yana sakladım. Belli bir şekle girmekten ve kayda sığmaktan yana kendimi sakladım, kapadım. Bütün bu işler bu belli taayyünün özünde oldu. Gel gör ki sen bu taayyünü bilmedin. Ki O mutlak hakikatimin, hüviyetimin aynıdır”.
Burada “Ya Rabbi sen alemlerin Rabbisin seni nasıl ziyaret edeyim?” cümlesi bir başka mana taşır.
Onuda anlatırsak şöyle demektir:
“Belli bir surette seni nasıl müşahede edebilirim? Bilhassa keyfiyeti ve şekli olan bir şeyde. Halbuki Sen bu gözle görülen alemlerin suretine inhisar etmekten ve belli bir şekilde almaktan yana münezzehsin.
“Bilmiyormusun?” kelimeleri ile başlayan cümlelerede verilecek mana ise şu şekilde olur:
“Sen şöyle bir marifete sahip olmadın mı ki, Mutlak Vücudun her taayyünde, yani göze gelen her belli şeyde kendi mertebesinde vardır. Sonra her taayyün hali mutlak olandan bir mana taşır. Halbuki Sen, anlatıldığı gibi, nefsinde bir irfana sahip olmadın. Sonra bilmedin ki, o hasta kulun hakikati hakikatimin aynıdır. Zira onda zahir olan Benim”
Yukarıda ki açıklama nazara alınarak “Bilmiyor musun?” şeklinde gelen cümlenin devamı olan “Eğer onu ziyaret etseydin Beni yanında bulacaktın…” cümlesine başka bir mana vermek icab eder:
“Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca anlayamadın mı ki, Mutlak Vücudum onun izafi vücudunda seyrini tamamlamaktadır. Onu zuhura getirmektedir. Onu ziyaret Beni ziyaret demektir.
Konumuz olan Hadisi Şerifin hepsini açıklamadık Ama kendisi ile kıyas yapılacak kadarını açıklamış olduk. Kalanıda buna göre kıyas etmek gerekir.
İşte hastalık, açlık, susuzluk gibi İlahi Zata atfedilemeyen vasıfların, ilahi hüviyetin kesafet, cisim mertebesindeki zuhurları olduğunu bu kudsi hadis bize çok güzel anlatmaktadır. İlahi hüviyetten başka vasıflananın olmadığını, her vasfın, Zatın zuhur yerinde ve kendi mertebesinde açığa çıkmış bir özelliğin olduğunu insan idrak etmelidir. Bu vasıflanmaların bir ilahi isim ile zuhura çıktığını kavramaktır. İlahi isimler ve sıfatlar çok olduğundan vasıfların çoğaldığını, ancak hepsinin uluhiyet kanalından tek ilahi hüviyete, Allah ismi camisi ile İlahi Zata dayandığını idrak etmelidir.
Bir örnek verilecek olursa:
Bir kimse güneşin ışığını görmeden, bilmeden hayli zaman karanlık bir yerde kalsa; günün birinde o kaldığı yere renk renk camlar açılsa ve sabah güneşi doğduğunda o camlara vursa içeriye renk renk ışıklar dolar. O zat bunlara bakıp güneşin rengi yeşildir, kırmızıdır diye türlü zan ve itikadlara düşer. Hayal ve tasavvura kapılır. Ama irfan sahibi, işin hakikatini bilir. Yine bilirki “Suyun rengi kabının rengidir” ve bütün eşyaya ışık veren Hakk’ın nurudur.
İrfan sahibide mevcudun kabiliyet ve istidadına göre içinde bulunduğu mertebenin düzeyinde vasıfları zuhura çıkmaktadır. İlahi hüviyet o vasıfla o taayyünde kayıtlanmaktadır. Ama Hakk sadece o vasıf ile kayıtlanamaz. İlahi hüviyet tüm vasıfları cem eden Mutlak Zat olarak idrak eder. Allah’ın bazı vasıflardan razı olduğunu, bazı vasıflardan da razı olmadığının şuuruna yakinen varır. Ancak kişi Hakk hangi vasıfla zuhura çıkarsa, o yüzü kabul eder. Zira bilir ki “Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır” (Bakara/115). Bu nedenle, o zattan (o yüzden) çıkan vasıfları kabul eder. Ancak bu yüz ile kayıtlanmaz. Tüm yüzleri, vasıfları cem eden ilahi hüviyetin Zatına yönelir. Tüm vasıfları birleştiren Allah isminin tüm esma ve sıfatları cem ettiğinin, bu surette alemlerde uluhiyetini sürdürdüğünün idrakine varır.
Bilinsin ki Hakk’ın ilmi biri Zati ve diğeri sıfati ve esmai olmak üzere iki çeşittir.
Zati ilmi, Hakkın Mutlak Zatının bütün sıfat ve isimlerin izafesinden münezzeh ve gani bulunduğu ahadiyet (la taayyün) mertebesinde, kendi Zatına olan ilminden ibarettir. Bu ilim mutlak Zatın aynı olup, bu mertebede ilim, alim, malum yani bilinen bağıntıları sırf Zatta mahv ve helak vaziyettedir. Bundan dolayı bu mertebede ilmin maluma tabi oluşu meselesi bahis konusu olamaz.
Sıfati ve esmai ilim ise, Mutlak Zatta ve Gayblerin Gaybi, hüviyeti Mutlaka mertebesinde potansiyel olarak mevcud ve gizli olan bütün bağıntıların ilmi suretler ile zuhur ettiği vahidiyyet mertebesine ait olduğundan burada ilim, alim, malum bağıntıları bir diğerinden ayrılır. Örneğin Mudill isminin suretlerinden bir suret olarak ilahi ilimden sabit olan bir kafirin ayn-ı sabitesi, o suretle ilahi bilinen olur. Ve Hakkın ilminde o maluma tabi olur. Böyle olunca Hakk’a sıfat ve isimler mertebesinde ilmi veren malumlar, bilinenler yani ayan-ı sabiteler olmuş olur.
Zatı İlim ezeli nefsi sıfattır. Bundan dolayı Hakk Teala’nın kendi nefsine ve halkına olan ilmi, bir ilim olup bölünmüş değildir ve çoğalmaz. Velakin O, kendi nefsini, kendine mahsus olan şeyle, halkını da üzerinde bulundukları şeyle bilir. Muhyiddin-i Arabi Hazretleri “muhakkak Hakkın malumları, kendi nefislerinden Hakk’a ilim verdi. Bu bilgi ile Hakk zaten bildiği ilmini izhar etti” buyurmuştur. Bunu açıklayan ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur. “Kitabını oku, nefsin sana yeter” (İsra/14)
Hayat sıfatı (sıfat-ı hayatiye) ile tecelli eden ilahi hüviyettir, gayrısı değildir. İlahi hüviyet evvela nefesi rahmanide ve sonrada onun vasıtasıyla her şeyde zahir oldu. Bu nedenle Hak, hüviyetiyle her görünme yerinde, tecelligahta mevcuttur. Hakk hüviyetiyle zerrelerin bütününde mevcuttur. İşte bu hayati Zatiyenin ilk zuhur yeri Nefs-i Muhammedi oldu. Hakikati Muhammedi bu nedenle ilahi hüviyetin en kemalli zuhuru oldu. Bu hakikat mecazen “hayati Zatiyenin” suda serayanından dolayıdırki, Hakk Teala her şeyi sudan diri kıldı. Hakikati ise hakikati Muhammedi olup, bu nedenle “nefsinizden peygamber geldi” (Tevbe/128) buyuruldu. Nefesi rahmanın su ıtlakı mecazendir. Zira su, nefesi rahmanın (genel vücud tecellisi) mahalli zuhurudur.
Aleme ilişen ilmin menşei, kaynağı, Hakkın kendisini, nefsini bilmesinin zuhuru ise, “malum” lardan ibaret olan ilminin nispetlerinin zuhur etmesine bağlıdır. Hak, Zatı ilim ile her şeyi ihate ettiği ve her şeyin kaynağı olduğu için, sonsuzu bilir, Zatını bilir, Zatının lazımını ve lazımının lazımını, çoğul ve tekil, icmal ve tafsil olarak sonsuza kadar bilir. “O (hüve) her şeyi alimdir” (Hadid/3).
Hak, herhangi bir şarta veya sebeple tayin ettiği veya mertebesinin taayyün ettiğini bildiği bir şeyi, o şart ve sebebe göre ve onun lazımı ile bilir. Çünkü Hakkın ilmi, bu şart ve taayyünden öncedir. Hakk Teala, o şeyi kendisiyle ve dilediği gibide bilir. Yani Hakkın ilmi yenilenmez, sınırlanacağı bir durum ve hüküm ortaya çıkmaz. Hakkın kemali, kendi Zatına bağlıdır. Varlığı bilfiildir bilkuvve değildir. Eşya (mevcutlar) kendisinden taayyün ettikleri cihetten Hakk ile irtibatlıdır. Eşyanın varlığı Hakka dayanır; Hakkın varlığı onlara dayanmaz. Hakk ile eşya (mevcutlar) arasında inayet ilişkisi vardır. Gerçekte “Hakkın inayeti” ayan-ı sabitenin aynasına yansıyan ve Hakkın halk etme hükmünü ve mazharı olmayı kabul eden şeye nefesi rahman ile “varlık (vücud) nurunu” vermesidir. Ki bu ayan-ı sabite o mevcudun Hakkın ilmindeki malumluk nispetidir. Birinci yönüyle Hakk “O’nun (hüve) misli (benzeri) yoktur” (Şura/11) ikinci yönüyle “O (hüve), semi ve basardır” (Şura/11). Bu suretle iki yönüyle tenzih ve teşbihi cem etmiştir.
Hakkın varlığı (vücudu Mutlak), gerçekte tekil veya çoğul olarak “tek bir olan Hakkın ilminin” nispetleri ve izafetleri olan taayyün etmiş mevcutların ayan-ı sabitelerinin her birisinin özellikleriyle “sınırlanmış” ve “kayıtlanmış” olarak taayyün eder. Bu taayyün ve somutlaşma, zuhura çıkış, “halk” diye isimlendirilir.
Hakkın varlığının belirtilen vasıflarla “sınırlanmış” ve “kayıtlanmış” olarak taayyün ettiği bu durumda, bütün bu vasıflar Hakka, ilahi hüviyete izafe edilir, her isimle isimlendirilir, her hükmü kabul eder. Bu vasıfların Hakka izafe edilebilmelerinin sebebi, Hakk Tealanın bölünme, parçalanma, ruhlara ve cisimlere hulul etmekten münezzeh olan “ilahi Zati Nuru” ile her şeye sirayet etmesidir. Genel Vücud tecellisi olan Nefes-i Rahman ile Hakkın Zati Nuru vasıtasıyla gizli, batında olan şeyler, zahir olur. El-Bari ve El-Mübdi isimleri ile gayb aleminden şehadet alemine bereketler iner. Hak, bu nefesi rahmanın içerdiği muhabbet tecellisi ile varlıkları izhar eder. Bu ilahi muhabbet mevcutlara sirayet eder. Her zuhur ve hüküm, uluhiyet mertebesine dayanır. Uluhiyet mertebesi bütün isimleri ihata etmiştir. En-Nur, ez-Zahir ve benzeri ilahi isimler ise, Zatın hallerinin suretleri ve taayyün mertebelerinden ibarettir. İlahi hüviyet farklı taayyün mertebelerini ve mertebelerde farklı düzeylerde tecellilerini oluşturur. Tecellilerin hükümleri mevcudun mertebesinde ve düzeyinde zuhur eder ve taayyünde bu “kayıtlanmış” ve “sınırlanmış” düzeye göredir.
Hakikati İlim tek bir şeydir. Hakk Tealanın sıfatları ise kadimdir. Çünkü Zatı kadimdir. Sonradan var olanın (hadis) ilmi ve sıfatları ise kendi nefsiyle değil Hakkın Zatı Nefsi ile kaimdir. Hakkın Zatı ile mevcuttur. Hakk Teala gölgeden ibaret olan bizim hüviyetimizdir. Hakkın İlmi her malumun hakikatini bütün yönlerden muhittir, kuşatmıştır.
Güneşin bereketi ışınlarıdır. Zatın bereketi isim ve sıfatlarıdır. Işınlar nasıl güneşten zuhur edip, zuhur yerinin özelliklerine göre renk alıyorsa, isimler ve sıfatlarda tecelli mahallinde, tecelli mahallinin özelliklerine göre değişikliğe uğrar. İsimlerin farklılığı hükümleride değiştirir. Zira isim ve sıfatlar izafet ve itibarlardır. Bereketten kasıt, gayb ve şehadet hükümleri ile zahir olan çoğalmadır.
Her insanın ilmi, kendi nefsinin mertebelerinin nihayeti olmuştur. İlim, mazhar mertebesinin hükümleriyle zuhur eder ve değişiklik gösterir. Bu nedenle “ilim maluma tabidir” denmiştir. İlim arttığında talepte artar, çünkü talebin aslı olan muhabbet ilme tabidir. Muhabbet, ilmin kuvveti ile güçlenir ve böylece eseride güçlü olur.
Kelam, kelamı söyleyen, kelamı işiten, ve kelamı bilende O’dur. Ve O dediğimizde Vücud-u Mutlaktır. Vücud dahi kendinin aynıdır. İlahi hüviyetidir. Hakk kemalıyla bütün mevcudat, varlık ile ilişki içindedir. Kur’an, mevcutların farklı düzey ve mertebelerine ve bunların halleri, fiilleri, nispet ve bütün alemlerdeki izafetlerine göre, mevcutları, eşyayı ihata eden ilmin hükmünün suretidir. Bu nedenle alemler, fiili Kuran, temsili Kur’an ve tafsili Kur’an dır.
Sen Cenab-ı Hakkı kendi nefsini tanıdığın ölçüde tanırsın. Cenab-ı Hakk’ta Zatını kendi Zatı Nefsi ile bilir. Bu nedenle senin Cenab-ı Hakka aid olan marifetin, Cenab-ı Hakkın kendi nefsine aid olan marifeti Zatiyesinin aynı değildir. Bizdeki Cenab-ı Hakka karşı marifet, bizde olan ilimden ibarettir. Nefsimizde hasıl olan ilim kadardır. Bu nedenle “künhü zatını” idrak edemeyiz. Halbuki Cenab-ı Hakkın Zati Nefsindeki ilim Zatında daim ve bakidir.
İlim, varlığa (vücuda) tabidir. Varlığı en kamil şekilde kabul eden mahiyette ilim en kamil şekilde bulunur. Varlığı eksik kabul ile de ilim noksanlaşır. İlahi hüviyetin nurundan ibaret olan bu ilmin, iki hükmü ve iki nispeti vardır. Bunlar, zahir ve batın nispetlerdir. “Zahir nispetlerin hükmü” nurun soyutluğu itibariyle zahiren idrak edilemeyişidir. Nur, suretler ile kaim olan renkler ve yüzeyler vasıtasıyla idrak olunur. Manevi bir şeyin, yani manalar, isimler ve hakikatler aleminin bir ürün, eser meydana getirmesi ilahi hüviyet açısından Hakka dayanır. Bunun anlamı, vücudi bir şart ve vasıta itibari olmaksızın, ayan-ı sabite anlamındaki vech-i has itibariyle bir şeyin Hakka dayanmasıdır. Bu batını hakikatlere yansıyan genel vücudi nur tecellisi tekdir.
Sıfatların, isimlerin ve hükümlerin Hakka verilmesi ve nispet edilmesi, taayyünler itibariyle mümkün olabilir. Her türlü çokluk ve çokluğun iliştiği şeylerin öncesinde bir birlik (vahdet) bulunur. Bu “sırf Mutlak Vücud” taayyünlerin kökeni ve kaynağıdır. İlk taayyün Zat’a ait ilmi nispettir. Fakat bu ilmi nispet, Zattan nispi olarak farklıdır. Nefes-i Rahmani, kendisini kabul eden ve kendisi ile zuhur eden ayan-ı sabiteler üzerine yayılan varlıktan, vücudi nurdan ibarettir. Bu feyiz, kaynağı ve kökeni açısından dikkate alındığında “BİR” olur ve bu itibar ile de “Zati ikram” olarak isimlendirilir. Zira, o Haktan kaynaklanır.
Şayet bir ikramın kaynağı ve kökeni sıfat isimleri ise, bu durumda ikramda, sıfati ve esma-i bir ikramdır.
Zati ikram, yaratılmamış istidada göre, ilahi-zati tecelli ile varlığın verilmesi ve yayılmasıdır. Buna karşın esmai ikram ise, harici ve aynî varlıktan sonra ikincil kemallerin gönderilmesidir. Esmai ikramlar, ancak varlıktan sonra olabilir. Buda istidat talebine dayanır. İstidat talebi, taleplerin en gizlisidir ve sahibi bunun farkına varmaz. Bu talebin farkına varmak, sadece en zor ilimlerden birisi olan kader sırrına, başka bir ifadeyle isimler ve ayan-ı sabite alemine muttali olan kimselere mahsustur. İstidatın talebi, ayan-ı sabitede gizli olan talep itibarına bağlıdır. Buna göre istidat lisanı, onun Allah’tan olan bir emri kabul etmesini ve ona ehil olmasını kemale erdirir. Hakkın bir Zati kemali, birde zuhuru alemin yaratılmasına bağlı esmai kemali vardır. Her iki kemalde, ortaya çıkışı açısından isim kaynaklıdır. Hakkın Zati kemali taayyünlerinden ibarettir. Hakkın isimlerinin birlik (vahdet) mertebesinden meydana gelmesi ise, O’nun Zatının gerektirdiği bir şeydir. Çünkü Hakkın nitelendiği bütün kemaller zati kemallerden ibarettir. Zat’ın müsemması hiçbir şekilde isimlerinden farklı değildir. İsimler ise, birbirinden farklılaşır ve zıtlaşırlar. Onlar hepsini içeren Zat açısından ise “BİR” olurlar. Zat isminin Hakka verilmesi sadece taayyün etmesi itibariyledir.
İlim, ilahi-zati isimleri içermesi açısından Zat aynasıdır. Bunun yanı sıra ilim, manevi çokluğun kökeni ve kaynağıdır. Bu çokluğun nedeni ise ilmi-zatta ayan-ı sabitelerin farklılaşmasıdır. Bu ise itibari bir ayrılıktır. Tümünü kapsayan Zati ilmi Hakk için bir ayna mesabesindedir. Bu açıdan Hakkın hakikati, kendisini bilmesinin suretinden ibarettir. Hakk ilahi hüviyetle zuhur edenin ve mazharın aynıdır. Mertebeler ise ilimden ibaret olan tek lazımın külli taayyünlerden ibarettir. Mertebeler onlarla bitişen ve onlara uğrayan mutlak feyzin keyfiyetleri ile kendilerine ulaşan ve onlarda sınırlanan her şeye tesir ederler. Mertebeler, bir sona ve neticeye varmadan ezel ile ebed arasında ortaya çıkan derece ve menzillerde seyr eden “vücud tecellisi” ve “zati feyz” için itibari sonlar mesabesindedirler. Mertebelerin hükmü, kendilerine ulaşan ve onlarda yerleşip, şekillenen ve kalıplaşan her şey için şekil ve kalıpları, suretleri mesabesindedir. Bütün bunlar “Mutlak Vücud” un taayyünleridir, ilminin nispetlerinin suretleri veya her mevcudun ayan-ı sabitesinde, onunla ve onun için ve ona göre zuhurunun sırrındandır. Taayyünler Rabbani tenezzül makamı ve Zat’a mahsus Rahmani cömertliğin, hüviyet gaybından ve izzet perdesinden zuhur ettiği mertebelerdir. Bu nedenle Hak, her şeyi ihata ettiği ve her şeyin kaynağı olduğu için, sonsuzu bilir, böylelikle Zatını bilir, zatının lazımını ve lazımın lazımını çoğul ve tekil, genel ve ayrıntılı olarak bilir. Hakk her şeyi sonsuza kadar böylece bilir. Bununla birlikte Hakkın ilmi yenilenmez, sınırlanacağı bir durum ve hüküm O’nun hakkında ortaya çıkmaz. Hakkın kemali, kendi Zatına bağlıdır, varlığı bilfiildir, bilkuvve değildir. Eşyanın, mevcudların varlığı Hakka dayanır, Hakkın varlığı onlara dayanmaz. Mevcudlar ile Hakk arasında sadece “inayet” ilişkisi vardır. Gerçekte Hakkın inayeti, ilahi ilim mertebesine yansıyan şeye (ayan-ı sabitelere) “vücud nurunu” yaymasıdır. Ve bu nur tüm mertebelerde mevcuda eşlik eder, varlığının devamını sağlar. Mevcudları zuhura çıkarır. Bu esnada ed-Dehr isminin hükümlerine tabi olup, vakitler diye isimlendirilen şeyler ile mertebeler ile sınırlanmış olarak taayyün ettiğinde bu taayyün ve zuhur “halk” diye isimlendirilir. İlahi hüviyetin bu taayyünü ve zuhuru sırasında, bütün nitelikler Hakka izafe edilir, her isimle isimlendirilir; her hükmü kabul eder; her makamda her tanımla sınırlanır; idrak vasıtaları ve melekleri ile idrak edilir. Bunun sebebi Hakk Tealanın, bölünme, parçalanma, ruhlara ve cisimlere hulul etmekten münezzeh olan Zati-vücudi nuru ile her şeye sirayet etmesidir. Nefesi rahmani tecellisi olan bu tecelli ile her şeye nüfuz ve sirayet eder. Nefes-i rahmani, Zattan ayrı değildir. Ahadiyeti Zat mertebesindeki Zatın “genel vücud tecellisi” olup, Zatin aynıdır. Bu tecelli aynı zamanda “hubbi teveccüh” olup ilahi muhabbeti bünyesinde taşır. “Bilinmek istedim” diye ifade edilen cemal sıfatına ait muhabbet ile, mevcudları ve hakikatleri izhar eder. Bizzat bu muhabbet, Hakkı mevcutlarda ve hakikatlerde izhar eder. Bu muhabbet, isimlerine ait kemallerle Hakkı mevcutlara tanıtır.
Kulun marifetinin doğruluğu ve Hakk ile kulun karşılıklı rıza yetkinliğine ulaşmasında önemli rol oynar. Kul Rabbine itaatkar olup, ilahi icabedde hiç gecikmeden ve savsaklamadan dilediği şeye hızla ulaşır. Zira Allah buyuruyor ki: “Bana itaat edene, itaat ediciyim”.
Zikredilen dua lisanlarından birisiyle dua edenden sadır olan bütün dua ve taleplerin mukabilinde bir icabet bulunur; bu icabet dua sahibinin ilmine ve inancına göre dua lisanının dayandığı mertebenin aslındandır. Bu dua sahibi, bu icabeti bu lisan yönünden davet etmektedir ve sonuçta dua esnasında dua sahibine hakim vasıf ve hal ile ortaya çıkar. Bu konuda tasavvurun sahipliği ve huzurun genişliğinin büyük tesiri vardır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) bunu dikkate almış ve Hz. Ali’ye “Allah’ım, beni hidayete ulaştır ve bana yol göster” duasını öğrettiğinde şöyle demiştir: “Hidayetin ile yol hidayetini zikret ve yol göstermekle de okun hedefine gitmesini düşün”
Böylelikle Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye dua esnasında bu iki şeyi aklında tutmasını emretmiştir. Bu anlaşılırsa, Hakkın; resullerin, kamillerin ve benzeri gibi seçkinlerin dualarına icabet etmesinin pek çok sırrına erilir; ayrıca talep ve yakarışta tasavvurun, marifetin ve halin düzgün oluşunun icabet için güçlü bir şart olduğu idrak edilir. Bu ifadeyi destekleyen hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sav): “Eğer Allah’ı hakkıyla bilseydiniz, duanızla dağlar hareket ederdi” buyurur.
Böylece Hakkı daha sahih olarak bilen marifet sahibi ve O’nu tasavvur eden kimseye Hakkın istediği şeyde icabet etmesi daha süratlidir. Hakkın emirlerini gözetmede ve onlara koşmada daha yetkin olandan, Hakkın hoşnutluğu diğer kullarına göre daha yetkin olur. Bunun için Ehlullah’ın büyüklerinin halinin gereği şudur: Onlar Hakk’tan hoşnut olup, Allah’ı bildikleri ve O’nu kamil ve salih anlamda tasavvur edebildikleri için dualarının büyük kısmı kabul edilen dualardır. Nitekim şu ayette duaların kabul edilmesine işaret vardır: “Bana dua ediniz ki, size icabet edeyim” (Mü’min/60)
Buna göre sahih müşahedeye dayanan marifetten yoksun, Allah hakkında kötü tasavvur sahibi olan kimse ise “Bana dua edin ki, size icabet edeyim” ayeti ile duasının kabul edileceği vaat edilen kimseler gibi Hakka dua eden birisi değildir. Böyle bir insan, dua ederken duasında kendi zihninde somutlaşan surete teveccüh etmektedir. Bu suret, o şahsın kendi nazarı ve hayalinin veya başka birisinin hayal veya nazarının veya bu işaret edilen şeylerin toplamının bir ürünüdür. İşte bu nedenle, bu durumdaki kimsenin Haktan talep ettiği şeye karşılık verilmez veya duasının kabulü geciktirilir.
Böyle bir insanın duası kabul edilirse bunun sebebi, hiçbir şeyin Haktan yoksun kalmayışını gerektiren “ilahi maiyet” (Hakkın her şey ile beraber olması) veya dua edenlere mahsus “tam camilik” (her şeyi kuşatma) sırrıdır bunların, zorlulukla ve buna bağlı olan istidadlarıyla yaptıkları taleplerine karşılık verileceği vaat edilmiştir.
Bu özellikteki bir kimsenin hali, sahih bir tasavvur ve tahkik edilmiş bir marifete sahip olan kimse, Hakkı tefekkür eder ve bütün vecihlerden olmasada “huzuri ve gerçek teveccüh” ile O’na yönelir. Bu kişinin, bazı mertebelerde ve bazı isim ve sıfatlar cihetinden olsa bile teveccühünde Hakkı tasavvuru ve tefekkürü ona yeter. Bu durum Ehlullah’ın orta mertebedekilerin halidir. Buna karşın önceden zikredilenler ise perdeli olanların halidir.
Bu bağlamda Kamiller ve Efrad’a gelince, onların Hakka teveccühleri, zati tecelliye tabidir. Bu tecelli, kendileri için hasıl olmuştur ve onların kemal makamına ulaşmaları, bu tecelliyi elde etmelerine bağlıdır. Bu tecelli onlara bütün isim, sıfat, mertebe ve itibarları birleştiren “kamil marifeti” verir.
Bunun yanı sıra onlar Hakkı işaret eden ve kendileri için en yetkin müşahede ile gerçekleşen zati tecelli açısından sahih tasavvur etmişlerdir. İşte bunun için dua ettiklerinde dualarına karşılık gecikmez. Allah’ın diledikleri, bazı makam ve mertebelerin sırrına ererler, böylece ilahi ilim gerçekleşmesi hükmünü verdiği için gerçekleşmesi takdir edilmiş şeylerin farkına varırlar. Bu nedenle onlar varlığı takdir edilmiş, imkansız bir şeyi talep etmezler. Onların himmetleri de böyle bir şeyi istemeye veya onu irade etmeye kesinlikle yönelmez. İrade etmeye deyişimin sebebi şudur: Bazıları vardır ki, dua etmese ve böyle bir şeyi Haktan dilemese de bazı şeylerin gerçekleşmesi ve meydana gelmesi iradesine bağlı olur. Bu makam dualara icabet edilen makamın üstündedir ve rızanın kemalinin özelliklerindendir. Çünkü bu özelliğe sahip olan kimse Hakkın iradesinde ayrı bir irade sahibi değildir; bilakis o Rabbinin iradesinin ve diğer sıfatlarının aynısıdır. Bu durumda insan-ı kamilin duası, kendi iradesinde silinir gider. Söz konusu bu irade Hakkın iradesinden ve diğer sıfatlarından farklı değildir. Bunun neticesinde ise, insan-ı kamilin irade ettiği şey gerçekleşir. Burada belirtilen özelliğe tam olarak sahip olan kişi, eğer dua ederse, bütün alemlerin ve mertebelerinin lisanlarıyla dua eder; çünkü o, bütün alemler ve mertebelerin bir aynası olmuştur.
Şayet bu insan duayı terk ederse, Hakka tecelligah olmasından dolayı terk eder; bu, insan-ı kamilin Hakkın mertebesini takip eden iki vechinden birisi ve “irade ettiğini yapar” özelliğinde Haktan ayrı olmayışı itibariyle gerçekleşir. Bunun ardında ise hiç kimsenin ulaşabileceği bir makam ya da elde edilebilecek bir mertebe yoktur. Bu makamın altında bulunan kişi “kamil marifet” ile ve “Bana dua ediniz ki, size icabet edeyim” hitabıyla kast edilen doğru tasavvur ile Hakka yönelmiştir.
Ruh, nefesi rahmanidir. Sıfatı zatiyenin mazharı ruhul azam, sıfatı sübutiyenin mazharı ruhul kudüstür. Cebrail (as)’ın Hz. Meryem’e ruhul kudsü nakli, Hz. Muhammed (sav)’in Kur’anı ümmetine nakletmesine benzer. Kur’an kelamının (kelamullah) harfler ve kelimeler kisvesine giydirip bizlere nakletti. Her bir kelime işaret ettiği ve mananın o surette taayyününden başka bir şey değildir. Ve “mana” o suretin ruhudur. Bu ruhla Kur’andaki manalar suretlere bürünerek ümmete nakledilmektedir. Hz. İsa (as) Allah’ın kelimesidir. “İnnellahe hüvel mesihubnu Meryem” (Maide/17) Allah’ın hüviyeti Meryem oğlu İsa’dır diyenler kafir oldular. Zira Allah’ın hüviyetini Hz. İsa (as)’nın suretinde genellediler. Allah’ın hüviyetini İsa’ya isnad ettiler mutlak olan Hakk’ı sadece İsevi taayyün olarak belirttikleri için hata ettiler. Hakkın Mutlak Vücudu bütün görünme yerlerinde yayılmıştır. O’nun hüviyetinin bir görünme yeri ile sınırlanması hatalıdır. Ve diğer taraftan Hakkı, İsa (as)’ın beşer sureti ile örtmekle kafir oldular. Çünkü örtmek için iki vücud lazımdır ki diğerini örtebilsin. Oysa Hakk’ın Vücudundan başka vücud yoktur. Bu izafi vücudlar ise Mutlak Vücud’un mertebelerinden ibarettir. “Allahe hüve” sözünde hata yoktur. Çünkü Allah bütün eşya suretlerinde hüviyetiyle tecelli edici olduğu gibi, İsevi beşeri surette de hüviyetiyle tecelli edicidir. Ve bu tecelli ile suretlerinde Kayyum’udur. Ve bu tecelli ile O’nun Hakiki Mutlaklığının değişmesinden yüce ve münezzehdir.
Sıfatların hakikatleri, sıfatlar ile vasıflanmış olan Hakkın Zatı ile kaim izafi bir vücut olup Zatın hakiki ve bağımsız vücudu üzerine ilave olmuş bağımsız bir vücud değildir. Bilinmelidir ki o sıfatların hakikatleri, sıfatlar ile vasıflanmış olan Hakk’ın Zatı ile kendileri arasında ve kendilerinin idrak edilebilir hakikatleri, yani zihinsel suretleri arasında bir takım bağıntılar ve izafetlerdir. Hakkın sıfatlarının hariçte bağımsız, kendilerine has vücudları yoktur. Fakat akılda Hakk’ın Zatı üzerine ilave olarak mevcuttur. Akılda onların birbirinden ayrılmış hakikatleri sabittir, fakat hariçte hakikatleri ve vücutları yoktur. Bundan dolayı onların hariçte vücudları Hakk Teala’nın Zatının “ayn” ıdır, hüviyetidir. Bu nedenle Hakkın rahmetide Zatının aynıdır. “Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (Araf/156). Bu ayette rahmet “Ben” sözü ile Zatıyla tüm eşyayı vücud ve hüküm olarak kuşatmıştır. Bu sirayeti ise Nefes-i Rahman tecellisi sağlar.
Rahmâniyyet : (Sıfat Mertebesi)
Rahmaniyette, bütün varlıklar (daha henüz varlık sahnesine çıkmamış olarak) kendi bilimsel ve birimsel varlıklarını bulmaktadırlar. Bu mertebe, “isimlerin ve sıfatların gerçek yüzleri ile meydana gelişinden ibarettir”
Rahmâniyyet; isimlerin ve sıfatların gerçek yüzleri ile meydana gelişinden ibarettir. Rahmâniyyet mertebesine verilen zâhiri isim “Rahmân” dır. Bu mertebede “Rahmân” ismi ile bir özellik almasının sebebi, Hakk’a ve halka bağlanan bütün mertebeleri “rahmet” kapsamına almasıdır. Yüce Allah’ın ilk rahmeti odur ki, onunla bütün âleme rahmet tecellisi ile onları kendi özünden yarattı (halk etti). Varlık, zerrelerinden herbir zerreye sirâyet etti. Bu sirâyetin başlıca sırrı, bu âlemi kendi özünden yaratmış, var etmiş olmasıdır. Ama kendisi hiçbir şekilde bölünüp parçalanmadan Zât-ı Mutlak, onların birer elbise giyerek, zuhur etmelerini diledi. “illâ bil hakk” ancak hakk olarak, “hak” esmasının tecellisiyle zuhura gelmelerini sağladı. Bu oluşum da “Rahmâniyyet” ile başladı ve “ve ecelin müsemma” (kendilerine tanınan bir süreye kadar) “Rahmân” varlıktan rahmetini çekinceye kadar. Rahmâniyyet, en büyük zuhur yeridir. Varlıkların herbirinde, yüce ve sübhan Allah’ın zâtı vardır. O’nun zâtının bulunduğu varlıklar ise, doğrudan doğruya “arşı” dır. Çünkü onlar varlıklarını yüce Hakk’ın zâtından almaktadır. Çünkü mevcûdatın özü aynen kendisidir. Kudretin menşei aslında “Ahadiyet” tir. Lâkin “Rahmân” tecellisi yolundan gelir. İlmin kökü “Vahidiyyet” sıfatına dayanır, ne var ki, bu da “Rahmân” tecellisi yolundan gelir. Rahmâniyyet, “İsneyniyyet” yani ikiliğin ortaya çıkmaya başladığı sahadır. İşte “nefes-i Rahmâni” bu âlemin tümüne nefesini üflemesiyle, kendinde mevcûd bütün özelliklerini sonsuz fezaya yaymış oldu. Bu kudret yayılışı ile her yöne, sonsuz fezaya, boşluğa gönderilen âlemin ilk hayat kaynağı “nefes-i Rahmâni” oldu. Böylece “ilm-i ilâhi”de gizli olan “hakikat-i ayn” lar ilk hayat cevherlerine kavuşmuş oldular. Bu hayat cevherinin ismine “Rah’mân” sıfatının hakikatinden meydana gelen “Rah” zuhur yolunda “Rûh” a dönüşerek, bütün âlemin ilk hayat kaynağı, cevheri olmuştur. Bu rûh’a, “Rûh-ül Kuds” ismi verilmiştir ve bu rûhtan daha sonraki tecelliler ile bütün rûh mertebeleri meydana gelecektir. “Rûh’ul Kudüs” diğer rûhların da rûhudur ve kendinde bütün mükevvenatın ve fertlerinin rûh-u mevcuttur.
er râhmanü (1) allemel Kûr’âne (2) halekal insâne (3) allemehül beyane (4)