Üyelik Girişi
Site Haritası
Önerilen Siteler

N. T. 15. Tasavvufta Fakr

15. TASAVVUFTA FAKR

Resûl-i müctebâ nesli Rifâî Seyyid Ahmed'dir
Aliyye'l-mürtezâ sulbi Rifâî Seyyid Ahmed'dir
Alîm Allah, azîm Allah ebü'l-alameyn şey'en lillah

Muhammed ile Alî Zehrâ Hüseyn ile Hasan âsâ
Eden ad şânını ezka Rifâî Seyyid Ahmed'dir
Alîm Allah, azîm Allah ebü'l-alameyn şey'en lillah

Rızâ bâbın gözet pîrin hakîkat kıl hemen seyrin
Senin işte dest-i gîr'in Rifâî Seyyid Ahmed'dir
Alîm Allah, azîm Allah ebü'l-alameyn şey'en lillah

Kur’ân-ı Kerîm’de ilgili âyetletlerde geçen fakirlik kelimesi maddî veya ma’nevî ihtiyaç anlamında kullanılmıştır. Bundan dolayı Kur’ân’daki bağlamı üzerinden fakrı insanın maddî ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar yoksul olması anlamında maddî fakirlik veya kendini her zaman, mekan ve imkanda (şartta) âllah’a muhtâc bilmesi anlamına gelen ma’nevî fakirlik şeklinde ta’rîf edilmiştir. Söz konusu ta’rîflere binâen tasavvuf literatüründa, mutasavvıflar, fakrı umûmiyetle tasavvuf ve zühd kavramlarına yakın anlamda kullanmışlardır.

Konuyu biraz daha açarsak; mutasavvıflar fakrı ikiye ayırırlar:

1. Sûret Fakirliği: Maddî varlığa sâhib olmama anlamındaki fakra şeklî (zâhirî) fakr derler. Fakîr bir şeye sâhib olmadığı gibi sâhib olmayı da istemez. Bu anlamda fakîre ehl-i tecrîd ve ehl-i terk de denir. Kur’ân-ı Kerîm’de söz konusu âyetlerin çoğunda maddî anlamdaki fakîrlik üzerinde durulmuş ve bununla ilgili hükümler konulmuştur.

 

2. Ma’nevî Fakîrlik: Dünyâdan, topyekûn mâsivâdan, beşerî sıfâtlardan sıyrılıp (fenâ-i sıfât) hiçbir şeye gönülde yer vermeyerek, mâlik olunan şeyleri Hakk’ın rizâsına sunmak ve O’nun yolunda bezletmektir. (Kölenin nesi varsa efendisinindir) fehvâsı üzere yani fakîr nefsinden ve mülk görmeden kendine mensûb olan şeyden berî olandır. Bütün her şeyi Ganiyy-i Mutlak’ın bilir. Ma’nen fakîr olan beşerî sıfâtlardan sıyrılıp kendini bir şeye mâlik görmeyen kimsedir. Bunlar sayısız mal, mülk ve mansıba sâhib olsalar bile hiçbirine gönül bağlamazlar, yani sâhib oldukları mülkün-makamın vs.’nin kulu olmayıp, onu kendilerine kul ederler; mülkün gerçek sâhibini düşünüp kendilerini fakîr sayarlar. Dünyevî ve uhravî kendilerinde bir vücûd görmezler. Kendilerinde olan vücûdu, amelleri, hâlleri, makamları, esrâr kemâlâtın hepsini mahzâ Allah’ın fazlı ve mevhibeti bilirler. Onlar kalblerini alâkalardan soyutladıklarından dünya esaretinden kurtulmuş ve Allah ile istklâle kavuşmuşlardır. Fakrı her iki cihanda da Allah’dan gayrıyı görmemek sadece ‘ona kilitlenmek şeklimde anlamışlar ve fakr kelimesinin “fe” harfinin kullukta fenâya, “kaf” harfinin kullukta kıyama, “ra” harfinin ise nefsin ayıplarını rü’yete işâret olduğunu işaret ederek kelimenin anlamı ile harflerin bileşenleri arasında da bir irtibat kurmuşlardır.

Ma’nevî fakirlik mala sâhib olmamak değil, ona kul-köle olmamaktır. Bu yüzden bütün varlıklar ona muhtâcdır. Nitekim, “Ey insânlar! Siz Allah’a karşı fakîr (muhtac)sınız. Allah ise ganî (zengin-hiçbir şeye ihtiyâcı olamyan) ve övgüye lâyıktır.” (Fâtır, 35/15) âyetiyle “Allah ganîdir, siz fakîrlarsiniz.” (Muhamed, 47/38) âyeti bu anlamdadır. Bu fakîrlik, iffete ve haysiyete zarar vermeyen fakîrliktir. Yukarıdaki tanımlamadan hareketle mutasavvıflar fakîrin ta’rîfini ya’nî “fakîr hiçbir şeye muhtâc olmayan” şeklinde yapmışlardır. Bir kısım mutasavvıflar da fakîri ya’nî “fakîr her şeye ihtiyâcı olandır” şeklinde ta’rîf etmişlerdir. Son tanımlamayla paralel olarak İbn Arabî’nin de “bizim katımızda fakîr her şeye muhtâc olandır” dediği nakledilir. Bu iki tanımlama arasında tenâkuz olduğu görülse de aslında bu bir madalyonun iki yüzü gibidir. Paradoksal bir anlatımla bir bütünün iki ayrı şekilde ifâde edilmesidir. Şöyle ki; birinci kavli diyen mutasavvıflar katında fakî esbâbdan mücerred olarak ya’nî zâtını mâsivâdan tenzîh kılmış ve fenafillah mertebesine ulaşmış olarak görülmüştür. Bu mertebe sahibi hiç bir şeye muhtaç olmaz. Ganiyy-i Mutlak ile gani olur. İkinci kavli diyen mutasavvıflar katında da fakir her ne zaman bir eşyaya nazar eylese, mezahiri, Hakk’ı görür, ve Vücud-i Mutlak’ın tecellisini O’nda müşahede eder. Dolayısıyla vahdet-i vücud düşüncesi içinde Allah’a fakir olan bütün her şeye fakir olur. Bu mertebede fakir bu itibarla ayn-ı ganidir, diğer itibarla da ayn-ı fakirdir. Hz. Ali’nin Fakr ile gına iki binittir. Hangisinin sırtına binmişim kayırmam sözü de bu manaya gelmektedir. Allah’a fakr gınânın ta kendisidir. Çünkü mutlak ganî O’dur. O’nun karşısında fakîr olan da kul olduğuna göre, mahlûkata karşı kul da O’nunla ganîdir. Yani böyle bir kul Allahâ karşı fakîr, mahlûkata karşı ise ganîdir.

Diğer taraftan fakr konusundaki hadîslere binâen, fakrın üç çeşit olduğu belirtilmiştir:

1. Sadece Allah’a karşı duyulan ihtiyâc,

2. Allah’a ve başka mahlûklara karşı duyulan ihtiyâc,

3. Sadece mahlûklara duyulan ihtiyâc.

Resûlullâh (sallallâhu aleyhi ve selem) “Fakr benim iftihâr vesîlemdir” hadîsiyle birinci çeşit fakra; “Fakirlik, neredeyse insânı küfre düşürecekti” hadîsiyle ikinci çeşit fakra; “Fakîrlik iki cihânda yüz karasıdır” hadîsiyle de üçüncü çeşit fakra işâret buyurmuşlardır.

İlk dönem âbid ve zâhidleri İslâm toplumunun yükselen sosyal ve siyâsî refâh düzeyini ve buna bağlı olarak ortaya çıkan entelektüel yönelişlere karşı bir tepki ortaya koymuşlar, refahın ve zenginleşmenin dînî hassasiyetleri ortadan kaldırdığını ve bir bakıma Hz. Peygamber zamanının rûhuna aykırı olarak dünyevîleşmenin insanı Allah’tan uzaklaştırdığı üzerinde durmuşlardır. Dünyevîleşmeye karşı ahrete yönelmenin dindarlık açısından gerekli olduğunu  ileri sürmüşler, Allah’a yönelmek için de insanı meşgul edecek alaka ve ağırlıklardan kurtulmanın gereği üzerinde durmuşlardır . Alaka ve ağırlıklardan kurtulmak yanlış bir şekilde fakirlik olarak anlaşılmış ve daha sonraları mecrasından saptırılacak şekilde, söz konusu olan fakirlikle ilgili bazı hadislerin yanlış anlaşılması, zayıf ve mevzû hadislerin delil kabul edilmesi neticesinde zenginlik mi üstün, fakirlik mi?  gibi bir tartışmanın içine girilmiştir. Bu konuda ilk dönem âbid ve zâhidleri fakîrliği dînî kurtuluş için daha ihtiyâtlı kabûl etmekle birlikte zenginliği de kötülemişlerdir. Ancak zamanla fakrı aşırı derecede öven ve zenginliği yeren bazı zümreler ortaya çıkmıştır. Bu şekilde fakr ile sabır, zenginlik ile şükür arasında bir bağ kurularak sabırlı fakîrin şükreden zenginden daha fazîletli olduğu ileri sürülmüştür. Fakat bunun aksini savunanlar da ortaya çıkmıştır.

Maddî anlamdaki fakrın zenginlikten üstün olduğunu benimseyen ilk sûfîler insanın Allah’a muhtâc olduğunun idrâkinde olmasının mı (fakr ilallâh), yoksa ma’nevî zenginliğin mi (istiğnâ billâh) daha üstün olduğu konusunda da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ma’nevî zenginliğin, kendini Allah’a karşı muhtâc bilme hâlinden daha üstün olduğunu söyleyenlere göre zenginlik Allah’ın sıfatı olduğundan kulun sıfatı olan fakrdan daha üstündür. Diğer bir gurup sûfî ise Allah’ın kendisine ganî, insanlara fakîr sıfatını verdiğini göz önüne alarak insana fakrın daha çok yakıştığını savunmuşlardır.

Ahmed er-Rifâî de bu gurub sûfîler arasındadır. Ona göre, Fakr, ahrârın libâsı; el-gınâ billâh ise ebrârın libâsıdır. Fakr ve gınâ Allah’ın ve kulun iki ayrı sıfatıdır. Allah için olan gınâ, nasıl medih sıfatı ise, kula ait olan fakr da medih sıfatıdır. Hakiki fakr kulun sıfatıdır. Çünkü ona gınâ karıştırılmamıştır. Haiki gınâ ise Rabb’ın sıfatıdır. Çünkü ona da fakr karıştırılmamıştır. Her şeyde Allah’ın kuldan müstağnî olması, nasıl Rabb’ın sıfatlarının en yücesi ise şübhesiz kulun sıfatlarının en yücesi de bütün işlerinde Alla’a karşı fakr hâlinde olmasıdır. Allah’a iftikar ise nefs, rûh, kalb ve sırr bakımından değişik kısımlara ayrılmıştır. Nefsin Allah’a karşı fakrı kurb ve rızâ yokuyla; sırrın Allah’a fakrı ise müşâhede ve lika yoluyla olur. Kul ne zaman ahd ve vefâ kapısı önünde nefsine uyarsa iftkiarla onun af kapısına döner. Her ne zaman O’nun sevgi ve muhabbet kapısında rûhunun emrine uyarsa, o zaman da Allah’a muhtâc olarak O’nun inâyet kapısına döner. Allah’la yetinmek ve zayıf olan nefsi bağışlaması bol olan Allah’ın önüne atmak gerçek iftikardır. Gerçek fakr Allah’ın dışında hiçbir şeye ihtiyâc duymamaktır, yani sadece Allah ile zengin olmaktır.

Yine aynı şekilde İftikar, muhiblerin en yüce derecesi, Allah’a yalvaranların en yüksek menzili, mürüdlerin en ileri hâlleri, tevbekârların en üstün makamları, mukarrablerin en yüce mevkiidir. İftikar ubûdiyetin aslı, ihlâsın sadrı, takvânın başı, sıdkın temeli, doğruluğun esâsıdır. Her kim iftikar sâhibi kimselerin asabesine dâhil olmak isterse nefsinin ve âile efrâdının isteklerine önem vermemesi ve Allah’a muhtâc olarak O’nun dışındaki her şeyden ümîdini kesmesi gerekir.

Aslında insanın kendisini Allah’tan başkasına muhtâc bilmemesi anlamına gelen “istiğnâ billâh” ile kendini mutlak olarak O’na muhtâc hissetmesi anlamına gele “iftikar ilallâh” arasında fazla fark yoktur. Cüneyd-i Bağdâdî, “Allah’a muhtâc olma hâli sağlam olmayanın Allah ile mustağnî olma hâli de sağlam olmaz; bu iki hâlden biri olmadan öbürü tam olarak gerçekleşmez ” (O hâlde, aslında fukarâ-yı sâbirîn, ağniyâ-yı şâkirîndir.) demiştir. Ebû Bekir eş-Şiblî de fakrı, “Azîz ve Celîl olan Allah olmadan kulun hiçbir şeyle müstağnî olmamasıdır” şeklinde ta’rîf etmiştir.

Seyyid-i Kebîr, fakr anlayışını fenâ ve kulluk anlayışıyla da birleştirmiştir. Buna göre Allah, mevlâ (rab), insan O’nun kuludur; kulun sâhib olduğu her şey mevlâsına âittir. Şu hâlde iyi bir kul mevlâsı karşısında hiçbir şeye sâhib olmadığını yani fakîr olduğunu idrâk eder. Kul kendi varlığının gerçek sâhibinin de mevlâsı olduğunun şuuruna varınca fenâ mertebesine ulaşır. Fakr bu noktada tevhîdin en yüksek derecesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamdaki fakr sâlikin aslî yokluğuna dönüp bir hiç olmasından ibârettir. “Fakr tamamlanınca geriye sadece Allah kalır” sözüyle sûfîler bu anlamını kasdederler. Zira sâlikin fakrın en üst derecesine vararak Allah’da fânî olmasıyla ikilik ortadan kalkacağından ikilikten gelen ihtiyâc da yok olur. En büyük tehlike “ene” yani “ben-nefis” demektir. Her kim “sen” yani “Allah” demişse, Allah onu illiyyûnun en üst derecesine yükseltmiştir. Bir kulda “Ben” kelimesinin harflerinden bir bakıyye bulunduğu müddetçe o, kemâl ehlinin mertebesine erişemez. Şöyle derdi: “Nefsini fenâ (fakrın en yüksek derecesi) ile bilen, rabbini beka ile bilir. Bâbullâhı fakr u ıztırâr ile kak ve huzûr-i Hakk’a bâb-ı züll ve inkisârdan gir!” “Kim bu kapıyı saygı ile çalarsa kabûl ile kapı kendisine açılır. Boyun bükerek (züll-inkisâr) genişlik sahasına giren, şeref salonunda oturtulur.”



önceki sayfa               sonraki sayfa
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi26
Bugün Toplam422
Toplam Ziyaret888214
Hava Durumu
Saat
Takvim