Fenâ kelimesi, FNY sülâsi fiilinden masdardır. Lügatta şu manâlara gelir:
1) Helâk oldu, inkıraz buldu, vücudu sona erdi, yok oldu.
2) İhtiyarladı, ölüme yaklaştı.
3) Fî harf-i cerriyle kullanıldığında, bir şeye (hırsla) sarılmak, onda fâni olmak (erimek), şiddetli çaba göstermek manâlarına gelir.
Istılahta fenâ, başlangıcı ve sonu olan şey için kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hakk mahlûkat için: "Yeryüzünde ne varsa fanidir" buyurur (Rahman, 55/26).
Tasavvufta ise, bütün hazlardan sıyrılıp hiçbir şeye karşı haz duymamaktır. Öyleki böyle bir kimse kendisinden fâni olduğu, Cenâb-ı Hakk'la meşgul bulunduğu için bütün eşya ile alâkasını kesmiş olur.
Cüneyd'e göre fenâ, beşerî ve nefsanî vasıfların bütünüyle susturulması, tüm varlığın Cenâb-ı Hakk'la meşgul olmasıdır.
Mutasavvife, Abdullah, b. Ömer'e ait şu vak'ayı fenâya delil kabul eder. Tavaf ederken birisi İbn Ömer'e selâm vermiş, o da almamış. Selâm veren zat Abdullah'ı arkadaşlarına şikayet edip kırgınlığını belirtir. Bunun üzerine İbn Ömer "Biz tavaf ederken Allahu Teâlâ'nın tecellilerini görmekteydik" cevabını verir.
Bekâ kelimesi, BKY sülâsi fiilinin masdarıdır. Lügatta şu manâlara gelir:
1) Devam ve sebat etmek (Rahman, 55/27).
2) Min harf-i cerriyle kullanıldığında fazla olmak, artmak ve kalmak (Bakara, 2/127)
3) Alâ harf-i cerriyle kullanıldığında korumak, acımak ve şefkât göstermek.
4) Yine min ile kullanılınca bir şeyin bir kısmını depolamak ve stok etmek.
5) Mef'ulün bih ile kullanılınca kendi haline bırakmak.
6) Bir şeyden geri kalan iz, eser ve kalıntı (Hakka, 69/2; Bakara, 2/248).
Istılahta ise "bekâ"nın üç manâsı vardır:
Birincisi: Mecazî olarak dünya ve başlangıcı ile sonu bulunmayan şeyler demektir.
İkincisi: Önceden kesinlikle mevcut olmayan, sonradan var olan fakat hiçbir zaman fâni olmayacak olan varlıklar demektir. (Ahiret, Cennet, Cehennem gibi).
Üçüncüsü: Mevcudiyeti hiç yok olmamış olan ve asla yok olmayacak olan varlık demektir (Allah (cc) ve sıfatları gibi).
Tasavvufta bekâ, kulun kendisine ait şeylerden fâni ve Allah için olan şeylerle bâki olması demektir. Kötü huylardan sıyrılıp Allah'ın razı olacağı huylarla bezenmektir.
KONUMUZLA İLGİLİ ÂYETLER
"Sizin yanınızda olan fâni, Allah'ın nezdinde olan ise bâkidir" (Nahl, 16/96).
"Yeryüzünde olan her şey fânidir, (Ancak) celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü ve zâtı bâkidir" (Rahman, 55/26-27).
"... Allah'ın vereceği mükâfat daha iyi ve daha devamlıdır" (Taha,20/73).
"... Bâki kalacak yararlı ameller, Rabbinin katında sevap olarak daha iyidir" (Meryem, 19/76).
"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Ama bâki kalacak yararlı işler, sevap olarak da, amel olarak da Rabbinin katında daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46)
"İnanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helâl kâr, sizin için daha hayırlıdır" (Had, 11/86).
"Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının bir geçimliği ve süsüdür. Allah katında olan ise daha iyi ve devamlıdır. Akletmez misiniz?"(Kasas, 28/60).
"... Allah katında olan; inanıp Rablerine güvenen, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan çekinen öfkelendiklerinde bile bağışlayanlar,' Rabbinin çağrısına cevap verenler ve namaz kılanlar için daha iyi ve süreklidir" (Şûra, 42/36-37).
"Ahiret, daha hayırlı ve daha bakîdir"(A'lâ, 87/17).
Bütün âyet-i kerîmeler, insanın dünyaya ve onun süsüne takılmayıp, kötülükleri terk ederek Allah katında bulunan hayırlı şeylere talip olması; güzel huylarla bezenmesi gerektiğini ifade eder. Devamlı ve bâki olanlar bunlardır; insanın bekâsını da bunlar temin eder. Yalnız insana verilen bu bekâ ahirettedir. Dünya ise içindekilerle fânidir.
Fenâ ve bekâ tasavvufun en nazik, en hassas ve en ince meselelerinden biridir. Yeni bir fenâ-bekâ anlayışının tasavvufa Ebu Said el-Harraz vasıtasıyla girdiği konusunda kaynaklar müttefiktirler. Hucvirî, Harraz'ın fenâ-bekâ nazariyesini mümkün olan en güzel şekilde tasvir etmiştir. Bu şekildeki fenâ anlayışı daha sonra bütün Sünnî sufîler tarafından benimsenmiş, sonraki asırlarda yetişen mu'tedil sufîler tarafından devam ettirilmiş, zahir uleması da bu nev'i anlayışa tepki göstermemişlerdir.
Buna göre üç çeşit fenâ vardır:
1- Alemin başlangıcı ve sonu ile ilgili olan, tamamıyla kelâmı ve metafizik mahiyetteki fenâdır.
2- Tamamen ahlâkî mahiyette olan kötü sıfat ve huyları yok ederek yerine iyi sıfatları, güzel huyları koymayı hedef alan bir fenâdır.
Fenâ ile bekâ birbirlerinin müteradifidir, şöyleki:
Cehalet fani olunca, ilmin bekâsı zarurîdir; bilgisizlik yok olunca, mutlaka bilgi var olur. Asilik hali fâni olunca, itaat hali bâki olur. Neticede kötü huyların yok olması fenâ, yerini güzel huyların alması bekâdır.9
"Kul vasıflarından fâni olunca, bekânın tümünü elde eder."
Bu şu demektir: Kul, insanlık vasıflarını taşımasına rağmen, bu vasıfları terk ederek kendi muradını, Allah'ın muradı istikametinde yönlendirirse bekâya ulaşmış olur.
Fenâ makamında olan kimse, Allah'a karşı olan görevlerinde çok titizdir. Her türlü muhalefetten şiddetle kaçınır. Fenânın arkasından bekâ gelir. Bekâ, kulun kendisine ait olan şeylerden, fâni, Allah için olan şeylerle bakî olması demektir.
Fenâyı, Hz. Musa'nın dağa tecelli eden Cenâb-ı Hakk'ın azameti karşısında kendinden geçmesi gibi, bütün eşyadan fâni olmaktır diye açıklayanlar da vardır.
Kul eşyadan fâni olunca bekâya ulaşır. Bu durumda onun için herşey birdir. Kurb ile bu'dun, sevgi ile nefretin, sıkıntı ile neşenin farkı yoktur.
FENÂ VE BEKÂDA AŞIRILIK
Fenâ ve bekâ konusunda ifrat ve tefrite gitmek insanı hataya düşürür. Birisinde Allah'ın kul ile birleşmesi görüşüne ulaşılır. Diğerinde dünyaya temessükte beis olmadığı zehabına varılır. Nitekim bazıları bu noktada hataya düşmüşlerdir. Zannetmişlerdir ki fenâ, zatın kaybolması ve şahsın bedeninin yok olması manâsına, bekâ da Hakk'ın bekâsının kula bitişmesi ve eklenmesi manâsına gelmektedir. Bu duruma küllî fenâ, fenâ-yı ayrı ve fenâ-yı zât isimlerini vermişlerdir. Halbuki bu hallerin her ikisi de imkânsızdır. Zira hâdise kadîmin ve kadîme, hâdisin ârız olması mümkün değildir.
Bu aşırılık bazı cahil sufîlerde ittihad ve hulûl itikadını doğurmuştur. İttihad, Allah'ın kul ile birleşmesi; hulûl de bir şeyin başka bir şeye girmesi demektir. Buna göre Allah "hâll" hulûl eden, kul ise, "mahal" (hulûl edilen) olmaktadır. Bu anlayışın aşırı şeklinden ve ileri ölçülere vardırılmasından Vahdet-i Vücud akidesi zuhur etmiştir. Bunun da ötesinde tenasüh inancını hâvî Hulûliye mezhebi ortaya çıkmıştır.
Hulûl ve ittihadın tabiî ve zarurî sonucu İbâhiliktir. Allah ile kul bir ve aynı şey olunca, teklif edenle mükellef, âmir ile memur arasında fark kalmamaktadır. Neticede haram ve yasak olan her şey caiz ve mübah olmaktadır. Tasavvufta bu nevî akideleri benimseyenler az değildir. Hulmâniye ve görüşlerini Hallaç'a dayandıran Faris'in yolu mezkûr tutumu sergiler.
TASAVVUF EHLİNİN BU KONUDAKİ SÖZLERİ
Harraz: "Fenâ, Hakk'ta yok olmak, bekâ ise yalnız Hakk ile beraber bulunmaktır" diye tarif etmiştir.
Cüneyd ise: "Fenâ beşerî ve nefsanî vasıfların bütün ile susturulması, tüm varlığın Cenâb-ı Hakk ile meşgul olmasıdır" diye açıklamıştır.
İbrahim b. Şeyban: "Fenâ ve bekâ ilmi, vahdaniyetteki ihlas ve ubudiyetteki sıhhat üzerine devreder. Bunun dışındaki bütün değerlendirmeler muğalâta ve zındıklıktan ibarettir" demiştir.
Ebu Yakup Nehrecorî: "Ubudiyetin sıhhati fenâ ve bekâdadır" demiştir. Zira kul kendisine ait nasip ve faydaların tümünden kendini çekip uzaklaştırmazsa, ihlâsla hizmete şayeste ve lâyık olmaz. Beşerî haz ve nasiplerinden teberrî ve kendini uzaklaştırmak, fenâ denilen şeydir. Ubudiyetteki ihlâs da bekâ denilen şeydir.
Harraz'a, fenâ makamına eren fâninin alâmeti sorulduğunda: "Fenâ iddiasında bulunan kimsenin alâmeti, Allahu Tealâ'nın dışında dünya ve ahiretle ilgili bütün hazların gitmesidir" diye cevap vermiştir.
Harraz: "Fenâda fâni olan fenâ ehlinin, fenâlarının sıhhati, beraberlerinde bekâ ilminin bulunması; bekâda bâki olan bekâ ehlinin bekâlarının sıhhati de beraberlerinde fenâ ilminin bulunmasına bağlıdır' demiştir.
NETİCE
Tasavvufun gayesi insanı saflaştırıp duru ve temiz olarak, aslî fıtratına (Elest Bezmi'ndeki durumuna) kavuşturmaktır. Zira Allah'la mülâki olmak, O'na vuslat bulmak Elest Bezmi'ndeki safiyete ulaşmakla mümkündür. İnsan bu duruluğa ulaşınca Allahu Tealâ ile kontak kurar, teatî ve konuşmada bulunabilir.
Nitekim bu durum daha önce Elest Bezminde tahakkuk etmiştir, ikinci kez vuku bulması gayet normaldir (A'raf, 7/72). Ayrıca bir kudsî hadiste: "Kulumu sevdiğim zaman, onun duyan kulağı, gören gözü, yürüyen ayağı... olurum" buyrulmuştur. Bir başka kudsî hadiste kul, ibadetleriyle Allah'a yaklaştığında; Allahu Tealâ'nın daha fazla kuluna yaklaştığı ifade edilmiştir. Bu da bize kul ile Allah (cc) arasında bir rezonans halinin vuku bulacağını gösterir. Yalnız anlatılan rezonans hali, hulûl ve birleşme şeklinde değil, sâlikin mâsivadan sıyrılarak sadece Allah'ın zatını ve sıfatlarını müşahede etmesi, başka şeyleri görmemesi tarzındadır. Bu duruma, "Fenâ fi't-Tevhid" denir. Vahdet-i Vücud Şuhudu bunun zirvesidir.
Tasavvufta zikredilen fenâ ve bekâ hali insanın sıfatıdır. Allahu Tealâ'nın sıfatlarıyla ayniyeti yoktur; fakat O'nun esma ve sıfatlarının insanda tebeyyün eden tecellileridir. Zira bizim bekâmız, bizim sıfatımız; bizim fenâmız da bizim sıfatımızdır. Allahu Tealâ'nın bekâsı ise; O'nun kendi sıfatıdır. Bizim bu sıfatımız O'nunkine benzemez. Fakat O'na bağlıdır. Bizim bekâmız, bağımlı bekâdır, Allahu Tealâ istemeyince biz onu tadamayız.
Hucvirî, fenâ ve bekâ görüşünü, bütün yanlışlıkları bertaraf edecek fevkalâde bir teşbihle anlatmıştır.
Bir demir, ateşin içine atılınca; ateş o demirin vasfı olan siyahlık ve soğukluğu yok ederek, ona kendi vasfı olan kırmızılığı ve sıcaklığı kazandırır. Ocağa bakılınca ateş ile demir ayırt edilemez. Ama ateşin zatıyla demirin zatı değişmemiştir. Ateş eski ateş, demir ise yine eski demirdir. Tıpkı bunun gibi Allah'ın muhabbeti ve aşkı kulu istilâ edince onun vasıflarını yok ederek, ona kendi vasfını kazandırır. Bu manâda demir nârî olduğu gibi insan da ilâhî ve lâhutî olur. Tasavvuftaki fenâ ve bekâ işte budur.21
Bu durum salikte, şeyhte fenâ olma şeklinde de zuhur eder. Mürid bu durumda şeyhiyle aynileşir. Her şeyde ona uyar, iradesini şeyhine teslim eder. İşte buna "Fena fi'ş-Şeyh" denir.
Kısaca mutlak manâda fenâ ve bekâ, Allahu Tealâ'nın emirlerinin kul üzerinde kesin bir hâkimiyet kurmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın bütün tasarruf ve tecellileri ile otorite tesis etmesidir. Bir açıdan kulun tevbe-i nasûh ile tevbe edip, kötülüklerden ve dünya metamdan el etek çekmesidir.