Üyelik Girişi
Site Haritası
Önerilen Siteler

N.T. 13. Tasavvufta Telvin ve Temkin

13. TASAVVUFTA TELVİN VE TEMKİN

Renk verme, boyama, boyanma ve farklı görünümler arz etme mânâlarına gelen telvin; sofiye ıstılahında, bir hâlden bir hâle, bir tavırdan bir tavra intikal ederek farklı renk ve görüntüler sergileme.. konup-kalktığı yerler itibarıyla "müstevda'" iken Hak rızası hedefli hareketleriyle hep "müstekar" olma peşinde koşanlara has önemli bir pâyedir.

Eğer telvin –bazı kimselerin de ifade ettiği gibi– her zaman değişip durmak suretiyle farklı görüntüler sergilemek ise; telvin sahibi, henüz hedeflediği ufka ulaşamamış, itmi'nana erememiş, oturaklaşamamış "ibnü's-sebil" ve "ibnü'z-zaman" diyebileceğimiz bir mübtedîdir. Aksine, şayet sahib-i telvin; ibtidâyı yaşarken intihâyı duyabiliyor ve değişip durmaları, konup kalkmaları –Bir gün ya da onun bir bölümünde (orada) kaldık..." (yani o kadarcık bir "müstevda'" yaşadık) sâbitesince görüp değerlendirebiliyorsa, o, niyet, irade ve azmiyle makamdan makama, dereceden dereceye uçacak ve geçtiği noktaların üstünde sürekli hedefin gölgesini gördüğü, hatta onu duyduğu, ruh vee duygularıyla hep onunla olduğu için, yol aldığının, yollarda oturup kalktığının ve merdiven çıktığının farkına bile varamayacak; hâle ait tebeddül ve tagayyürün hâsıl ettiği boşlukları, her zaman niyet ve nazar ufkuyla doldurup, hususiyle de hedefin câzibe ve ihtişamıyla meşbû, meşgul, hatta mahmur bulunduğu anlarda hep elvân ü eşkâlden, zevken müberrâ kalacaktır. Bir de, yol boyu sergilediği yüksek performansa yer yer hedef televvünlü avanslar alabiliyorsa, artık onun "müstevda'"ı aynen "müstekar" demektir.. evet, böyle bir seviye insanının televvünü, "mâ yeûlü ileyh" itibarıyla her zaman temkin sayılabilir. Bu itibarla da, bu seviyedeki hakikat yolcularının, telvinde hep temkin solukladıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira bu mânâdaki telvin, bir ilâhî şe'n ve sıfattır. Eğer o bir ilâhî şe'n ve sıfatsa; zaten onda eksik ve kusur tasavvur edilemez; edilemez, çünkü Cenâb-ı Hak Zât'ıyla olduğu gibi, sıfat ve şe'nleriyle de kusursuzdur ki –O her gün (bî kem u keyf) ayrı bir şe'n ve hâldedir." âyeti de bu gerçeği ihtar etse gerek.

Tasavvuf erbabı, telvini iki bölümde mütalâa edegelmişlerdir:

1. Seyr u sülûkün başlangıcında, az-çok nefis ve hevâ insibağıyla alâkası olan telvindir ki; sâlik için tehlikelere, aldanmalara; mehdiyet ve mesihiyet türünden bâlâpervâzâne iddialara açık ve her zaman istikbal vaadetmeyen telvin..

2. Na't-ı ilâhî olan telvindir ki, Hak ve Hudâ dalga boylu, acz, fakr, şükür ve tefekkür derinlikli, hüsn-ü akıbete namzet, her zaman itmi'nan edalı ve geleceğin temkin basamakları sayılan televvünleri şimdiden duyma, yaşama ve aksettirebilme hâlidir. Böyle bir telvinde aldanma oldukça nadir.. tehlikeler az.. şatahat ve iddialar ise hemen hemen yok gibidir. Dolayısıyla da birinci telvin gibi "zâhiri görkemli ve gürültülü fakat saçılıp savrulmaya namzet, renkli ve câzibedâr ama hevâ ve hevese açık" değildir. Değildir, zira:

"Rüzgâr, saman çöpünü (sürükler) çöle götürür; ama dağı nasıl (sürükleyip) götürebilir ki?"
Mizanü'l-İrfan sahibi de bu hususu dildâde bir üslûpla şöyle ifade eder:

"Hem telâş eyler mezâlikte bütün,

Eyler o tayy-i menzil gece-gün.

Bir sıfattan diğere seyreyler o,

Bir makamdan âhere devreyler o.

Eyler ahvâli tebeddül dembedem,

Başka bir âlemdedir her gün kadem.

Eyler hem kat'-ı merâhil daimâ,

Her an ayrı bir televvün rû-nümâ..

Böyle eyler terakkî-i kemal,

İşte telvin hâletidir bu hâl!"

Temkin; oynak ve hafif-meşrepli olmanın zıddı; vakur, ciddî, uslu ve oturaklı olma hâlidir ki; tasavvuf erbabınca, istikamette derinleşip istikrar kazanma, yüzüp-gezmeden kurtularak huzur ve itmi'nana ulaşmaktan ibarettir. Böyle bir hak yolcusu, ibtidâsı aynı intihâ, sürekli rıza ufkunun müşâhedesiyle hâlden hâle, makamdan makama intikali fark etmeden, her zaman vuslatın neşvesiyle, hüsn-ü akıbetini duymanın itmi'nanını yaşar ve çok defa sefer meşakkatinin zerresini bile hissetmez.

Hak yolcusu, bidâyet-i hâl itibarıyla, hâlin gereği, hep televvün edalıdır; zira o, seyr u sülûk-i ruhanîde, esmâdan Müsemmâ'ya, sıfâttan Mevsûf'a, hâlden makama… yolcular için uzun bir mesafe sayılan eb'âdı aşarken, sürekli farklı şeyler görür, farklı şeyler duyar, farklı şeyler hisseder; bu duyuş, bu görüş ve bu hissedişler, her zaman sâlikin benliğini tesir altına alacağından, onun tavırlarından hep televvün akar.. ve bu yolda olma hususiyeti, hakikat yolcusunun hedefe ulaşacağı "ân"a kadar devam eder. Gün gelip de "fenâ fillâh" ufkunda, "beka billâh" hakikati zuhur edince, telvin de yerini temkine bırakır, televvün temekkünle becayiş olur. Ve artık Mizanü'l-İrfan sahibinin de dediği gibi:

"Çün ere Maksûd'una merd-i Hudâ,

İrciî' remziyle eyler nidâ..

Kâbe-i maksûda bulunca vusûl,

Matlab-ı âlâya erdikte yol;

İşte temkin-i tarikattir bu hâl!

Ekmel olmuş burda erbab-ı kemal..."

der ve itmi'nan soluklar.

Temkin, itmi'nandan bir iki kadem daha üsttedir ve –Yakîne ermemiş olanlar, seni hafifliğe (ve telvine) sevk etmesin." fehvâsınca ulü'l-azmâne bir oturmuşluğun ifadesidir.

Yolun başındakilerin temekkünü; sağlam niyet, ulü'l-azmâne irade, kaynağından gelen tam bilgi ve yolun yol rehberiyle yürünmesine bağlıdır. Yani; maksat, rıza-i ilâhî; azık, Ehl-i Sünnet anlayışı içinde dinin hayata hayat kılınması ve yol da, Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın rehberliğinde sürdürülendir ki; bunu şöyle de ifade edebiliriz: Gaye, Allah; maksat, O'ndan gelenlere karşı duyarlı olup olabildiğince titiz yaşamak; yol da, değişik türden ifratlar ve tefritlere karşı istikamet ifadesi kabul edilen sırat-ı müstakîmdir.

Kendini tamamen Hakk'a adamışların temekkünü; kalben ağyâr münasebetlerinden sıyrılıp, her an sinesini Hak tecellîleri için pak tutmak suretiyle hazır bulunarak, ilâhî vâridleri avlamakla meşgul olmaktır ki; Hz. Hakkı:

"Dil beyt-i Hudâ'dır, ânı pâk eyle sivâdan,

Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde..."

tenbihleriyle bu gerçeğe parmak basar.

Ârif-i billâh olanların temekkünü; makam-ı cem unvanıyla da ifade edilen ihsan şuurunun en kâmil mânâda duyuluş ve hissedilişiyle sürekli murâkabe hâlidir ki, "fenâ fillâh" ve "beka billâh"ın tam tahakkukuyla elde edilir ve bu sayede hak eri kendi feyiz kaynağına muttali olarak teveccüh-ü tâmma erer ve ciddî bir iştiyak içinde tam bir hayretle hep O'na yönelir.. vücud ve devamının, O'nun vücud ve kayyûmiyetinden beslendiğini duymaya başlar; başlar ve Rehber-i Ekmel'in ziya-i feyziyle ne vücudiyeye ne de şuhûdiyeye girmeden عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ ile çerçevelenen hakikat dairesinden, her şeyin varlığının da bekasının da O'ndan olduğu mülâhazasıyla kendini daha bir güçlü, daha bir yerleşik hissederek, tam bir bekaya mazhariyetin, tam bir fenâdan geçtiğini itiraf ve ifade sadedinde:

"Topyekün varlığı, Senin aşk u sevdan uğrunda terk ettim. Seni görme yolunda iyâlimi de yetim bıraktım." der, her şeyini yollara döker ve "Seni! Seni!" mülâhazalarıyla dolaşır durur.



önceki sayfa               sonraki sayfa
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi24
Bugün Toplam310
Toplam Ziyaret888102
Hava Durumu
Saat
Takvim