Sözlükte, sekr veya sükr/seker, mestlik, mestolmak, esrimek, sarhoşluk ve sarhoş olmak; sekrân/mestî de gaşyolmak anlamına gelmektedir. Sahv veya suhuv/sahve ise sarhoşluğu geçmek, aklı başına gelmek, ifâkat, ayılmak, sâhî/huşyar, sarhoşluğu geçmiş olan, ayık manasındadır.
Sekr, herhangi bir alkollü içkiyi içip kendinden geçmek ve sarhoş olmak; sahv ise sarhoşluğun geçmesi halidir. Sarhoşluğun en belirgin niteliği sarhoş olan kimsede, sarhoşluğu oranında akletme ve şuur halinin, temyiz özelliğinin kaybolmasıdır. İşte bu özelliği sebebiyle dinî anlamda muhabbet ve aşk duygularıyla dolup heyecanlanma ve galeyana gelme hali de sarhoşluk haline benzetilmiştir. Çünkü şiddetli sevgi, aşk ve coşku da belli ölçüde sâlikin fikretme ve muhakeme niteliğini ortadan kaldırır. Bundan dolayı bazen Allah âşıklarına mecnûn ve divâne dendiği de olur.
Seni sevenlerin ola mı aklı
Bir dem usluysa her dem delidir.
Kur’an’da, şarap içerek ve alkol alarak sarhoş olmak kötülenmiş ve haram kılınmıştır. (Maide, 5/90-91) Kıyametin dehşetiyle insanların şaşkınlaşmaları ve akıllarının başlarından gitmesi hali de yine sarhoşluk kavramıyla ifade edilmiştir. (Hacc, 22/2) Ancak şarap, hamr ahirette, cennette mü’minlere vaat edilmiş bir nimet olarak da sunulmuştur. (Muhammed, 47/15; Nahl, 16/67)
Sûfîler, başlangıçtan itibaren İlâhî muhabbet, aşkla ilgili his ve heyecanlarını dile getirmek için şarab (hamr, mey, bâde) ve sarhoşluk/mestlik terimlerini mecâzi olarak kullanmışlardır. Hakk Teala, huzuruna gelen Ma’ruf Kerhî’yi meleklerine şöyle tanıtmıştı: “Sevgimde sarhoş olan bu er bana kavuşana dek ayılmaz.” (Kuşeyrî, Risale, 61) Sekri esas alan bir tasavvufî hareketin kurucusu ise âriflerin sultanı olan Bayezid-i Bistamî’dir.
Sekr, kuvvetli bir vârid/tecelli sebebiyle sâlikin duyarlığını yitirmesi ve kendinden geçmesi; sahv ise kendinden geçme halinden sonra hislerine dönmesi halidir. (Kuşeyrî, Risâle, s. 217; Tarifat).
Manevi sarhoşluk ve mestlik anlamına gelen sekr bir bakıma gaybetin ilerisinde bir haldir. Çünkü sekr halindeki sâlik, bu hal kendisinde tam olarak gerçekleşmediği zamanlarda bile bast/neşe halinde olabilir. Bu durumda nesneleri hatırlama hali gönlünden gider. Bu haldeki bir sâlike sarhoş/sekran değil, yarı sarhoş/mütesâkir adı verilir. Mütesâkirin mazhar olduğu tecellî tam olmadığından duyarlılığı ve bilinç hali tamamıyla ortadan kalkmamıştır.
Sekr hali kuvvetli olan bir sâlik bazen gaybet halinde bulunan sâlikten daha fazla kendinden geçmiş olabilir. Diğer yandan sekri tam olmayan mütesâkire göre gaybet sahibi olan bir sâlik daha mükemmel bir halde bulunabilir.
Kalplerinde kaygı ve emel, korku ve ümit halleri galib durumda bulunan abidlerde de gaybet hali görülebilir. Fakat sekr hali vecd ehline özgüdür. (Kuşeyrî, 217)
İlâhî muhabbetle sermest olan sûfîler, “Rableri onlara tertemiz bir şarab içirir.” “Erdemliler kâfur katılmış bir kadehten (şarab) içerler.” (İnsan, 21/5) âyetlerine göndermeler yaparlar.
Hâce Abdullah Ensârî: Mest olmak temyiz halinin ortadan kalkması, var ile yokun seçilmemesi halidir. Mestlik iyi olanı kötü olandan ayırd etmeme hali değil, sâlikin kendisini dosttan, dostunu kendisinden ayırd edememesi halidir. Kimi şarabtan sarhoş, kimi şarabı sunandan, kimi faniden, kimi de Bâki’den. Varlık ancak mest olarak bulunur. Yokluğa ancak mestlikle erilir. (Tehânevî, 654)
Lâhicî: Sekr, hayret, dehşet, mestlik ve gaşyolma hali, sevgilinin güzelliğini temaşa etmekten hasıl olur.
Aşk ve muhabbet son aşamaya varıp hayvanî ve nefsanî kuvvete baskın bir duruma gelince; şaşkınlık, hayret ve mestlik hali ortaya çıkar. Bu da sâliki hayret, şaşkınlık ve mestlik haline düşürür.
İbn Hafif: Sekr, sevgilinin zikri ile karşılaştığı zaman kalbin galeyana gelmesidir. (Sülemî, 464)
Hallâc: Tevhidin nurlarıyla sermest olan bir kimsenin bu hali, tecrid ibaresine perde olur. Tecridin nurlarıyla sermest olan ise tevhidin hakikatlarını dile getirir. Çünkü sermest olan gizli olan her şeyi ifşa eder. (Sülemî, 311)
Allah’ın evliya için hazırladığı bir şarap vardır. Veliler onu içince sermest olurlar. Sermest olunca neşelenirler, neşelenince taleb ederler, taleb edince bulurlar, bulunca erirler, eriyince gaib olurlar. Gaib olunca hoşlanırlar, hoşlanınca elde ederler. Elde edince özünü alırlar. Özünü alınca ererler, erince temas kurarlar. Temas kurunca da onlarla sevgilileri arasında fark kalmaz. (Cevâhiru’l-Esrar, 302)
Serrâc, sekr ve sahvın anlamları gaybet ve huzur hallerinin anlamlarına yakındır, der ve ekler: Sekr ve sahv, gaybet ve huzurdan daha kuvvetli, daha mükemmel ve daha etkilidir. (el-Luma, 416)
Sekr ile gaşiy (mestolmak ile gaşyolmak) arasındaki fark şudur: Sekr tabiattan kaynaklanmadığından tabiat ve hislerle oluşu onu değiştirmez. Gaşiy tabiatla karışık bir halde ortaya çıktığından tabiat ve hislerle birlikte oluşu onu değiştirir, temizliğini eksiltir. Gaşiy devam etmez, sekr devam eder. (Serrâc, 417)
Kelabazî’ye göre sekr, eşyanın farkına varmamak değil, eşyadaki niteliklerin farkına varmamaktır. Bu da sâlikin hoşuna giden şeyle kendisini rahatsız eden şey arasındaki farkı hissetmemesidir. Hakk’ın vücûdunun galib durumda oluşu bu ayrımı yapamamasına sebep olur. Hârise hadisindeki, “Katımda altınla taş bir oldu.” ifadesi bunu gösterir. İbn Mesud’un, “Bana göre fakirlikle zenginlik birdir. Fakr halinde sabr eder, zenginlik halinde şükr eder, böylece her iki halde de sevap alırım.” demesi de böyledir. Burada nefsine hoş gelen ve gelmeyen şey ortadan kalkmakta, Hakk’ın rızasını kazanmayı hedef alan sabır ve şükür, baskın ve etkin bir hal olarak ortaya çıkmaktadır. Tasavvufta bu hal, “Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” deyimiyle dile getirilir. Bu da hakîki faili görüp fiilini görememe veya her şeyi ondan görme halidir. İlâhî muhabbet ve aşktan kaynaklanan sekr, sâlik’in yaptığının ve söylediğinin farkına varamaması, eylemlerini ve konuşmalarını şer’î hükümler ve ahlak kuralları çerçevesinde tutamaması neticesini de doğurabilir. Bu halde iken söylenen ve dini hükümlere uygun düşmeyen veya öyle görünen sözlere şathiye denir. Tasavvuf tarihinde yoğun bir şekilde sekr hayatı yaşayan, sekri manevi bir hayat tarzı haline getiren, bu hususta çevresindekiler ve daha sonraki çağlarda yaşayanlara örnek olan tasavvuf anlayışı Tayfuriyye diye ifade edilir. Bu konuda Hucvîrî şöyle der:
“Bayezid’i örnek alan ve O’na bağlananlara Tayfurîler denir. Sûfîlerin ulularından Bayezid’in yolu, galebe ve sekr hallerini esas almıştı. Bazıları sekri, diğer bazıları sahvı daha üstün bir hal olarak görür. Sekri daha üstün manevi bir hal olarak görenler derler ki: Temkin ve itidal hali üzerine olmak anlamına gelen sahv insanın sıfatıdır. Çünkü insan, bu hali iradesi ve çabasıyla kazanmaktadır. Beşerî sıfatların var olması ise Hak ile sâlik arasındaki en kalın perdeyi oluşturur. Sekr ise beşerî sıfatlardan kaynaklanan afet ve noksanlıkların, tedbir ve iradenin ortadan kalkması, faaliyetlerin fani olmasıdır. Bunlar ortadan kalkarken yerine beşerî olmayan bir bekâ hali alır. Bu hal daha anlamlı, daha iyi ve daha mükemmeldir. Hakk Teâla, “Davut, Calut’u katletti.” (Bakara, 2/251) buyurdu. Katletme fiilini sahv halinde olan Hz. Davud’a nisbet etti. Allah Teâla Hz. Peygamber’den bahsederken: “Attığın zaman Sen atmadın, onu Allah atmıştı.” (Enfal, 8/17) buyurdu. Burada atma fiilini sekr/fena halinde bulunan Hz. Muhammed’e değil, bizzat kendine nisbet etti ki, iki kul arasında ne kadar büyük fark var! Bir fiilin Hakk’a nisbeti elbette ki o fiilin insana nisbetinden daha iyidir. Çünkü birinde kul Hakk ile, diğerinde kendi sıfatları ile kâimdir. Ve Hakk’la kaim olmak daha iyidir. (Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s. 229)
Sekr ve galebe halinde bulunan yani nefsinden fani olan bir kulun diliyle konuşan Hakk Teala’dır. “Hakk, Ömer’in diliyle konuşur.” ifadesi bu hali anlatır. Bayezid’in, “Tenzih ederim kendimi, şanım ne yücedir.” ifadesi de böyledir.
Sekr halinde söylenen sözlerden bir kısmı şer’î hükümlere aykırı olabilir veya öyle zannedilir. Aslında bu tür sözlerin şer’î ve zahiri hükümlere aykırı düşmeyen bir yorumu vardır. Fakat bu yorumu herkesin anlaması ve kabul etmesi beklenemeyeceğinden onlarla konuşurken, “Kelâm-ı sükerâ makbul değildir.” deyip tartışmayı kesmek, böylece işin içinden çıkmak ama evliya aleyhinde de bulunmamak gerekir. Bundan dolayı Ebû Ali Cüzcâni, “Bayezid’i sözler ve halleriyle baş başa bırakınız, bunlar galebe ve sekr halinde söylenmiş olabilir.” (Sülemî, s. 248) demektedir. “Âşıklar, söyledikleri sözlerden dolayı kınanmazlar.” (Kuşeyrî, s. 625)
Sahv, sâlikin bilinçli, aklı başında, dengeli ve ölçülü olması halidir. Sekr halinde mest olduğundan kendine hakim olamayan sâlik, sahv halinde kendine hâkimdir. Sûfîler sahvı, “Sâlikin, sekr ve gaybet halinden hislerine dönmesi ve duyarlı hale gelmesidir.” şeklinde tarif ederler. (Kelabazî, s. 117; Kuşeyrî, s. 217) Bu durumda sûfî, elem ve haz veren hususları bilir, birbirinden ayırd eder, Hakk’ın rızasına uygun düşen elem veren hususları tercih eder, bunun acısını hissetmez, tersine bundan haz alır. Bir sûfî, “O beni lime lime doğrasa yine de ona ancak sevgim artar.” sözüyle buna işaret etmiştir. Ebû Derdâ’nın şu sözü de bu anlama gelir: “Rabbimi özlediğim için ölümü, günahlarıma kefaret olduğu için hastalığı ve Rabbime boyun eğme haline sebep olduğu için fakirliği seviyorum. Yani hakîki faili temaşaya dalan kul bedenle ilgili elem ve hazları hissetmez.”
Diğer bir sahabe de şöyle demiş: “Hoş olmayan şu iki şey ne kadar hoştur: Ölüm ve yoksulluk!”
Bu, elemi haz, sıkıntıyı rahat, acıyı tatlı edinme halidir. Ama sırf Hakk yolunda ve Hakk’ın rızası için.
Tasavvufta makbul ve muteber olan sekr, galebe ve gaybet hallerinden sonra gelen sahv/bilinçli olma halidir. Sahv, “Gaybetten sonra hislere dönme halidir.” denirken bu hususa işaret edilir. Buna, “Sahv, ba’de’l-mahv” (sekr ve mahv halinden sonraki mahv) sahv-i sâni, sahv-ı cem, (ikinci sahvi, cem sahvî) de denir. Aynen cem’den sonraki fark/fark-ı sânî gibidir. Fenâdan sonraki bekâ da böyledir. Bu halde sâlik, Hakk’ı Hakk’la kâim olarak görmek, her şeyde O’nu temaşa etmektir. Sekrden evvelki sahv önemli değildir.
Sekr, fenâda fenâ; sahv, bekâda bekâdır.
Sahv, sekre göre olur. Sekri Hakk’la olanın sahvı da Hakk’la olur. Sekre nefsin hazzı katışırsa sahve de karışmış olur. Sahv halinde Hakk üzere olan sekr halinde İlâhî koruma altında bulunur. Sekr ve sahv bir anlamda fark haline işaret eder.
Sahv, sekrin üstündedir, bast makamına uygun düşer. Sekr Hakk’da, sahv Hakk ile olur. Sekr ve sahv kulun sıfatlarıyla ilgili bulunduğundan bir tür perdedirler, kul beşerî sıfatlarından fânî olunca bu perdeler de kalkar. Hakikat sultanı tecellî edince ne sekr kalır ne de mahv. Tıpkı güneş doğunca yıldızların kalmaması gibi. (Kuşeyrî, s. 218) “Rabbi dağa tecellî edince Musa kendinden geçip yere düşmüştür.” (A’raf, 7/142)
Vâsıtî, vecdin dört aşaması vardır, der. Dalgınlık/zühûl, hayret, sekr ve sahv/ifâkat. Önce denizin adını işiten, sonra onu gören, sonra içine giren, sonra da dalgalara kapılan kulun haline benzer bu aşamalar. Sekr gönül ehlinin, sahv gaybın hakîkatlarına eren bir kulun halidir. (Sühreverdî, Avarif, s. 527)
Bayezid Bistamî, sekrin daha üstün ve daha değerli manevî bir hal olduğunu savunurken Cüneyd Bağdâdî, sahvın daha üstün mânevî bir hal olduğunu savunmuş ve tasavvuf görüşünü bu temel üzerinde inşa etmiştir. Şöyle der, “Sekr, bir tür âfet mahallidir, kusurların ortaya çıktığı bir yerdir. Çünkü sekr halindeki sâlikin hali karmakarışıktır, sıhhati gitmiştir. Fenâ-bekâ, mahv-i isbat gibi manevî hallerde esas olan sâliktir. Onun hali sahih olmazsa hakikatın faydası elde edilemez. Hakk ehli, gönülleri bütün eşyadan soyutlanmış olmadıkça rahata eremezler. Halkı Hakk’la görmemek eşyayı olduğu gibi görmemekten ileri gelir. Onu olduğu gibi görünce kurtuluşa ererler. Çünkü onlar eşyaya bekâ gözüyle değil, fenâ gözüyle bakar. Fânî olan eşyanın bâkî olan Hakk’la varolduğunu, kendi kendine var olmadığını idrak eder, bunun bilincine varırlar. “Allahım! Bize eşyayı olduğu gibi göster.” diye dua ederler. “Ey basiret sahipleri! İbret alınız.” (Haşr, 59/2) âyetine uyarak nesnelere ibret gözüyle bakarlar. Bu durum ise ancak sahv halinde gerçekleşir. Sekr halinde olanlar bu hususlardan haberdar olamazlar. Hz. Musa, sekr halinde olduğundan bir tek tecellîye takat getiremeyip kendinden geçti. Hz. Muhammed (s.a.v.), sahv halinde bulunduğundan Mirac gecesi Mekke’den Kabe Kavseyn makamına varıncaya kadar tamamıyla tecelli içinde idi ama buna rağmen sahv ve ifakat halinde bulunuyordu. Sahv, erlerin fenâya erdikleri bir meydandır.
Sekr ve sahv, Allah’la kul arasında perde olan beşerî hallerdir. Fenâya erenlerde bunlar bulunmaz, diyen Hallac’a, Cüneyd dedi ki: “Hata ediyorsun. Çünkü sahv, sıhhatli bir hal ile kulun Hakk’la birlikteliğidir. Bunun kulun sıfatı ve kazanımı olmakla da bir ilgisi yoktur. Sözlerin boş ve anlamsızdır, ey Hallâc!”
Ebû Osman Mağribî inzivaya çekilmiş tam yirmi sene çile çekmiş, bir deri bir kemik kalmıştı. Mekke’ye geldiğinde şeyhler sordular: “Bunca çile çektin, sonuç ne oldu? Niçin gittin? Ne gördün? Ne buldun? Niçin döndün?” Dedi ki: “Sekr ile gittim, sekrin afetini gördüm. Ümitsizlik buldum, acz ile döndüm.” (Hucvirî, s. 232) Bunun üzerine şeyhler, sekr ve sahv, bundan daha güzel tarif edilemez, diye ittifak ettiler.
Kimi nimeti görerek, kimi de nimeti vereni görerek mest olur. Nimeti vereni görüp mest olmak daha iyidir.
Serahs’ta iki sûfî vardı. Biri Lokman, diğeri Ebu’l-Fadl Hasan idi. Bir gün Hasan, Lokman’ı ziyarete gitti. Bir kitap okumakta olduğunu görünce sordu:
- “Hasan! Bu kitapta ne arıyorsun? Hasan:
- Senin terk ve inzivaya çekilmek sûretiyle bulmak istediğin şeyin aynını. Lokman:
- O halde aramızdaki ihtilaf ve fark niye? Hasan:
- Bu farkı gören sensin. Çünkü bana ne arıyorsun diyen, sensin. Sekrden sahva gel ve sahvda da dikkatli ol ki ihtilaf ortadan kalksın, senin ve benim ne aradığımızı böylece bilmiş olasın.
Sahv da iki türlüdür. Biri gafletteki sahv, diğeri muhabbetteki sahvdır. Gaflet sahvı kalın bir perde, muhabbet sahvı açık bir keşif halidir. Gaflet sahvı aslında bir tür sekr/sarhoşluk halidir. Gaflette ayık olduklarını zanneden aymazların kimi kuvvet-kudret, kimi iyâl-evlad, kimi başarı-zafer sarhoşudur. Bunlar ve benzeri; maddî, dünyevî ve nefsânî olan her şey sarhoşluk sebebidir. Bu tür sarhoşluk insanın gören gözünü kör, işiten kulağını sağır yapar. Bunların kulağı, Hak ve doğru söze kapalıdır. İbn Arabî’nin tabii sekr dediği nefsten kaynaklanan sekrdir. İlâhi sekr veya tarikat sekri ise en mükemmel şekilde sevilmek ve neşelenmek şeklinde gerçekleşir. Hak yolda bulunan âşıkların sekri böyledir. Bu sekr esnasında bazı sırlara dair de ipuçları verilir. İlâhi sekr, kâmillere, aklî sekr âriflere özgüdür.
“Şol hal ki; neşe ve sevinç sebebi olmaya ve İlâhî esrârı ifşa kılmaya, o sekr değildir, tarikat ahvalinden bir haldir.”
Sekr halinde olanlar, ifşâ edilmesi ve edilmemesi gereken sırların arasındaki farkı göremez, mertebelerin hükümlerini bilmez, bâtınının esrârını saklamaz, ehil olana da olmayana da söyler. Eğerçi söz haktır ve lâkin her hak indallah makbul değildir.”
Sekrden sonra sahv haline gelen sâlik gizli tutulması gereken sırrı gizli tutar, açıklanması gerekeni de açıklar. Herkese anlayacağı bir dille hitap eder. Mertebelerin hükmüne riayet eder.” (Ankaravî, s. 258-61; İbn Arabî, II, 720)
Tasavvuf edebiyatında mestlik/sekr üzerinde geniş olarak durulur. Âşıkların sultanı diye ünlenen sûfî İbn Fârız’ın meşhur kasidesi, hamra/şaraba dairdir (Hamriye Kasidesi). Şiirinde sekre yer vermeyen tasavvuf şâiri yok gibidir.
Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestiz
Biz ehli-i harâbattanız mest-i elestiz.
Rûhi Bağdadi
Çün beni bezm-i ezelde eyledi ol yâr mest
Ol cihetten görünür bu çeşmime deyyâr mest
Şöyle mestim tâ kıyametten dahi hûşyar olmazam
Çün beni vahdet meyinden eyledi ol yâr mest
S. Nesîmi
Bu bizim işretimiz oldur bu lezzetimiz?
İçip esridiğimiz ışk şerbeti gölüdür
Yunus