Hâl
Deriz ki, hâl, yiyecek içecek ve binektir. Seyyâr bunlarla güçlenir. Küllî ve hakikî matluba giden manevî yolculuğunda ona yardım ederler. Güç ve kuvvet olmadan yolculuk yapmak haramdır. Güç, kuvvet ve takat sufîlere göre mal ve hâl ile olur.
Hâl, şehvetin nefsin, kalbin veya ruhun kuvvetidir.
Mal ise bilindiği gibi sadece nefis ve şehveti takviye eden bir şeydir.
Tabiatıyla hâl, daha kuvvetli bir güç ve takattir. Çünkü hâl;
“baki olandan, baki olanda ve baki olana”; mal ise
“fâni olandan, fânî olanda ve fâni olana” verilen bir kuvvettir.
Buradaki “bakî olandan”, Hakk’tan olandan, demektir. Bu elçi olarak gelen kimseye sultanın ikramı gibidir.
“Bakî olanda”, ifadesinden kalp ve ruhu kastediyorum. (Yukarda hâlin kuvvetinden söz ederken nefis ve şehveti de kalp ve ruhun yanına ilâve etmiştik).
Şimdi şu şekilde bir soru sorulabilir:
“Nefis ve şehvetin de baki olma özelliği var mı ki bunu aynı tasnife soktunuz?” Cevap olarak deriz ki:
Nefis bu gayeyi kendisine gaye edinirse, tezkiye edilir, temize çıkar. Temizlenen kendini kınar (nefs-i levvâme), kınayan zikreder, tatmin olur ve kalbe dönüşür. Şehvet te bunun gibidir, fâniden bakîye indiği sürece kalbte şevk, özlem ve rağbet hâline gelir. O zaman kalbten zikre benzer bir ses işitir. Bu nefse takvanın ilham edilmesinin ve şeytanın müslüman oluşunun sırrıdır.
“Fâniden, fânide, fâniye”, ifadesine gelince,
“fâniden”, maldan demektir, mal fânide olan bir fânidir. Ve mal nefis ve şehvetin kuvvetidir. Her ikisi de fânidir. Bunlar doğru yönden ve hak yoldan çıktıkları zaman heybet sahralarında yok olur giderler.
Burada şu şekilde bir soru daha sorulabilir:
Heybet kalp ve ruha (giden) yolda değil midir?
Cevap olarak deriz ki:
Evet, fakat kalp ve ruh, ikisi sadece Hakk’ı arayan, O’na âsi olmayan ve O’nun emrettiğinin dışında bir şey yapmayan Hakk’ı talepte cehd sarfeden iki haktır.
Heybet parıltıları bunların üzerine doğduğu zaman, fazilet, rahmet ve cemâl nurları ikisine de kavuşur. Allah Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı olarak bulundukları yerde korku ve endişe hissetmezler.
Hevâ ve şehvet kalp ve ruhla beraber olmak istediği ve heybet varidi ile onları sevk ettiği zaman, inâbe (günahı terk ve yönelmen)in hakikati ve heva ve şehvette Allah Teâlâ’ya sığınmanın sırrı ortaya çıkar. Bundan sonra hevâ ve şehvet kalp ve ruhun eteklerine yapışırlar, böylece, ruhların ruhu ve kalplerin kalbine beslenen hüsn-i zanla beraber, kalpte ve ruhta tevekkül, rıza, tefviz, teslimiyet havi ve kuvvetten teberinin (yüz çevirmenin) sırrı ortaya çıkar. O zaman cemâlin nuru ve rahmeti ona kavuşur ve onunla dost olur. Artık kalp ve ruh Rabb’i ile hevâ ve şehvet te kalp ve ruhla bakî olur. Böylece hepsi de kurtulmuş olurlar. “Aynı zamanda onlar öyle bir Kavimdirler ki, onlarla oturup kalkan bedbaht olmaz.” Bu, arkadaşlığın sırrı yolda belli olur, demektir.
Makam
Makam, yolculuk yorgunluğunu atmak için istirahat ve konaklamaktır.
Hâl, yolculuğun sebepleriyse, makam yoldaki konaklar gibidir. Şu şekilde diyebiliriz:
Hâl, kuşun iki kanadı, makam ise yuvası gibidir.
Seyyâr için, bir manadan fışkıran tek bir halette iki muhtelif kuvvetin bulunması şarttır. Seyyâr ister yolun başında olsun, ister ortasında isterse sonunda olsun durum değişmez.
İşe yeni başlayan kimse yol çocuğudur.
Ortada olan olgun kişidir.
Sona kavuşmuş olan ise yol şeyhidir(ihtiyar).
Bu iki kuvvet terazinin kefeleri gibi eşit olmalıdır. Bu sırrın keşfedilmesinden mizan (kavramı) tecelli eder. Bu da şu sözle bilinir:
“Sırat kıldan ince, kılıçtan keskincedir”.
Yavrunun kanadı, orta yaşlının kanadı gibi, orta yaşlının kanadı da müntehinin kanadı gibi değildir. Artık herkesin kanadı ile buas kuşunun (Küçük Kuş) kanadını, buna kıyas et.
Yavrunun kanatları havf-recâ, (Korku-Ümit)
Orta yaşlının kanatları kabz-bast, (Darlık-Genişlik)
İhtiyarın kanatları ise üns ve heybet (Yakınlık sevinci-Uzaklaşma Korkusu)tir.
Onlardan sonra marifet, muhabbet fenâ-bekâ, vasl-fasl, sahv-sekr, mahv-isbat kanatlarına yükselir (ve bu kanatlarla uçar).
Bu iki kanatla uçabilmek için her ikisinin de zat ve hareketleri yönünden eşit olması gerekir. Kanatların ya zatları veya sıfatları değişik olursa, bu Seyyârı ve bu kanatla uçanı da değişikliğe uğratır. Çünkü ağır olan taraf aşağıya doğru çeker, hafif olan taraf yukarı doğru çıkarır. Ve dengesi bozulur. Biri diğerinden kuvvetli olursa, kuvvetli olan öne geçer diğeri geride kalır. Bu ise Seyyârın durmasına sebep olur.
Eğer iki kanattan biri öbüründen daha hareketli ise, bu farklılık, kılıçtan ince olan sırat-ı müstakim ve doğru yoldan sapmaya sebebtir. Bu yol kıldan incedir. Kıl kadar olsaydı sapmamak için bir genişlik mevcut olurdu.
Bir kimsenin havf (Korku) tarafı reca (Ümit) tarafına ağır basarsa, karakış gibi soğuk fikirlere düşer. Aksine, reca havfa nazaran ağır basarsa müstakimden yuvarlanarak “aldanma cehennemi”ne düşer.
“Adil olan Hakk’ın sıfatı, azabı şiddetli, lutfu bol olmaktadır.” Şu halde Allah Teâlâ’nın azabı Seyyârın havf kanadına, lutfu ise reca kanadına sahip olmasını gerektirmektedir.
İyi bil ki! Bu iki kanat çocuk meydanındadır, bunlar onda düzelmedikçe değişmezler. İstikamet ve düzgünlük köprüden geçiş sebebidir. Ya günah işlenerek ayak sürçer, korku artar veya ibadetine aldanır, böylece ayağı kayar, bir daha geçişe tamah ve gayret etmez. Çocukların âdeti böyledir. Bir müddet karakışa benzeyen havf ta, bir müddet cehenneme benzeyen recanın sıcaklığında, kalırlar bir müddet orada müstakim ve düzgün hale gelirler. Bu onların zaaf ve eksikliklerinden ileri gelir. “Havf ve reca” (Korku-Ümit) makamındaki, “telvîn” (halden hale geçiş) makamı budur. Her makam ve hâl sahibinin de başlangıçta renkli sonuçta ise müstakim ve yerleşmiş olması kaçınılmazdır. “İstikamet ve temkin (durulma)” hâsıl olunca, Sırat’tan geçmek de imkân dâhiline girmiş olur.
Havf ve reca (Korku-Ümit) makamındaki istikamet tamamlanınca Seyyâr orta yaşlılık sınırlarının başlangıç noktasına ulaşır. Bu da kabz ve basttır. Kabz ve bastın da şartları vardır. Bunlarla ilgili açıklamalar, havf ve recada olduğu gibidir.
Kabz ve bast orta yaşlı kimsenin iki kanadı haline gelmiş ve onun işlerini dengeleyen bir terazi gibi olmuş, ikisi arasında bir yol teşkil etmiş ondan sağa veya sola sapmak Seyyâr için bir sıcaklık veya soğukluk halini atmıştır. Zira bunun sebebi her ikisinde yani kabz ve bastın havf ve recadan, derece yönünden bir mertebe üstün oluşudur. Sebebi de şudur:
Havf ve recanın (Korku-Ümit) sebebi ilimdir, kabz ve bastın sebebi işe Seyyârdaki kadîm kudretin tasarrufudur.
Seyyârdaki ilme, unutmak veya ilmin zıddı, muhalifi olan şeylerle meşgul olmak, gibi âfetler arız olur. Bununla beraber ilim irâde sahibinin bir fiilidir. Hâlbuki kabz ve basta böyle bir tehlike yol bulmaz. Kadîm kudretten kaynaklandığı için bir arıza bir engel v.b. âfet söz konusu değildir. Zaten o noktada Seyyârın değil, “Vâhidu’l-kahhar olan Allah’ın irâde ve dilemesi geçerlidir”
Bir diğer fark da şudur:
Kabz ve bastın zevki hem kalp için hem de vücut için geçerlidir. Hâlbuki havf ve recanın zevki vücutta hissedilmez sadece kalple duyulur ve tadılır.
Şu şekilde bir soru sorulsa:
“Anlaşıldı ki havf ve recâyı bir tek hal olarak görmek ikisi arasında bir istikametin varlığını kabul etmek mümkün olmaktadır. Acaba bu durum bir araya gelmez iki zıt olmakla beraber, kabz ve bastda mümkün müdür?”
Cevap olarak deriz ki:
Bu meydana girişin ilk günlerinde kalp bazen iz ve eseri yüzde görülecek şekilde bast hâlinde, bazen da yine izleri yüzde tezahür edecek şekilde kabz hâlinde olur. Bu, kabz ve bast meydanındaki “telvîn” makamıdır. Müstakim olan kimse burada hem kabz hem de bast hâli içinde olur. Fakat cahil bir kimse onu gördüğünde sadece kabz hâlinde olduğunu, hâlden anlayan bir kimse onu gördüğünde hemen onun içinde bast cevheri bulunan bir kabz hali içinde olduğunu alnından okur. Çünkü o şahıs onun ulaştığı makama daha önce ulaşmış, onun tattığını tatmıştır. Bunun sebebi şudur:
Allah Teâlâ’nın has kulları bütün manevî hazine ve definelerin yerlerini bilseler ve bunların ebedî olarak bitmez tükenmez bir şekilde devam edeceğini öğrenseler bile yine yanlarındaki ile kanâat eder, bununla sevinir. Daha fazlasını aramak için yola çıkarlar ama vakara yapışırlar, sırların ağyara zahir olmasından korktukları ve bunu kıskandıkları için o hazineleri açıklamaktan kaçınırlar. Ceberut ve kibriya sıfatları onları yüceltir onlar ise, cemâl ve rahmet sıfatlarını gizlerler. Sanki hatırlama, ağır davranma ve vakardaki şiddetten dolayı zincirle bağlanmış gibi bedenleriyle kabz halindedirler. Rüzgârın estiği bir yerde güzel koku satan kimse gibi de ruhlarıyla bast halindedirler.
Şu şekilde bir soru sorulsa:
Heybet ve ceberûtun onları yükseltmesi, onların ise cemâl, fazl ve rahmet sıfatlarını gizlemelerini gerektiren şey nedir?
Cevap olarak deriz ki:
Cemâl fazl ve rahmet sıfatları haremdeki asalet sahibi güzel ve nazlı kadınlardır. Perde ve peçe ile örtünürler ki, yabancılar onlara tamah edip de fitneye düşürmesin.
Şu şekilde sorulsa:
Peki, bu heybet ve ceberut istenilen ve makbul değil midir?
Cevap olarak deriz ki:
Tabii. Fakat ağyar onların manalarını değil suretlerini görür. Suretleri ise yılan, aslan ve akrep gibi korkunçtur. Ağyar bu tip şeylerden uzak dururlar. Hâlbuki cemâl sıfatlarında durum bunun tersinedir. Cemâl sıfatların celâl sıfatlara nispeti suret ve dış güzellikleri yönünden kadın-erkek arasındaki güzelliğe benzer. Mana itibariyle ise, durum bunun tersidir, (Erkek kadından, celâl cemâldan daha güzeldir).
Sözler ve Haller
Cüneyd Bağdadî kaddese’llâhü ruhâhû dedi ki:
“İçinde olduğumuz durumu sultanlar bilseydi, o hali elde etmek için muhakkak bize kılıçlarıyla savaş açarlardı”.
Denildi ki;
Cüneyd bir gün bir kısım dostlarının semâ meclisinde bulunuyordu. Dervişler coştu ve raksa kalktılar. Cüneyd yerinden hiç kımıldamadı. Bu durumu gören müridler onun raksı haram saydığını zannettiler. Ve raksa kalkmamasının sebebini sordular. Cüneyd şu âyet ile bu soruya karşılık verdi:
“Dağları görür, onları hareketsiz donmuş zannedersin. Hâlbuki onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler…”
Raks eden şahsa bast malik olur ve onu hâkimiyeti altına alır. Şeyhe ise hiçbir şey hâkim olamaz, aksine o hallere mâlik ve hâkim olur.
Yine bir gün Ebu Hasan Nuri (ks) semâ meclisinde bulunduğu sırada dostları raks ve deverana başladılar. O hiç yerinden kalkmadı. Cansız bir varlıkmış gibi hiç kımıldamadı. Yanındakiler semâdan etkilenmediğini zannettiler. Bir müddet sonra alnından ter boşandı ve rengi uçtu. Renginin uçması, o andaki haletinin yükselerek zirveye ulaşmasına işaretti.
Hal, nihâyete erdi mi ki haletin (halin) makamı ruhtur. Kan (uçması) da ruhun Arşıdır, o zaman damarlar açılır ve nur dolar. Halet için orada bir mecal ve dolaşma sahası kalmayınca da fışkırır.
Hal senin zaman içinde yaşadıklarındır. Her ilahi isim senin nefsi natıkanda nur bırakır, ahlak bırakır. Makam bu hallerin sabitleşmesi hal ile gelen ahlakların sabitleşmesidir. Hal nefste nur bıraktığından çok değerlidir. Bu hallerin makam olması ise arzu edilendir. Haller içinde uçlarda savrulmamak ve makama ulaşmak için anahtar KURAN ve SÜNNET-İ MUHAMMEDİ’ dir. Bu bütün haller için geçerlidir. Kişi hallerde ifrat ve tefrite düşmeden “itidal” içinde olmaya gayret etmelidir. Mürşidinin himmeti bu yolda her hal için gereklidir. Zira itidalin yaşanması için zahir ve batın bütünlüğü gereklidir. Zahir-batın birlikteliği ve dengesi bozulacak olursa, dünya yaşantısı bozulur. Makamdan uzak kalınır. Kur’an ahlakından uzaklaşılmış olunur. Bu ise tasavvuf sınırlarından çıkmaktır. Her hal kişide ahlaki vasıfları oluşturacak izler bırakıyorsa değerlidir. Makam için ileriye doğru yol alınıyor demektir. Aksi ise gelen tecelliye Hakk’ça uymamak ve tecelliden ibret almamaktır. Kulluk ise tecelliye Hakk’ça riayet etmektir. Hakk’ça riayet edilen her tecelli nefste nur ve ahlak bırakır. Bunlar nefste “tecrübe” olur ve makam olma yolunda irfan yolunda ilerleme sağlanır. Ne zamanki hal, ahlak kişide tahakkuk ederse makam olur. Arzu edilende budur. Makam içinde her hal ise “itidal” üzere yaşamaya başlanır. Tasavvufun amacıda, hedefide, sonucuda haller ile makama ulaşmaktır. Tecellilere Hakk’la Hakk’ça riayet edip abduhu sırrına ulaşıp makam sahibi olmaktır. Her hal ve makamı KURAN ve SÜNNET üzere yaşamaktır.