Üyelik Girişi
Site Haritası
Önerilen Siteler

T.İ. 8. Nefsini Bilen Rabbını Bilir

8. NEFSİNİ BİLEN RABBINI BİLİR

Nefs bir şeyin zatıdır. İnsanın hakikatini nefs oluşturur. Nefsin hakikatine ulaşan kendini ve Rabbını kamil manada tanımış olur. Nefsi bilmek fıtridir. Herkesin “BEN” dediği şey, nefsi özelliklerini taşır. Ama “ASIL BEN HAKİKATİ” bunun çok çok ötesinde anlam taşır. Zira bu hakikate sonradan çok şey ilave olduğundan nefsin hakikat örtülmüştür. ASLI BİR iken sonradan ilişenler o hakikati örtmüştür.

Nefsin hakikati Allah’ın Nuru ve Kur’anın sırrındandır. “Nefsi natıka” adı verilen hakikat insanı gerçek hüviyetidir. Nefsi natıka Allah’ın altı Zatı sıfatının mazharıdır. Bu altı sıfat Vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, kaim bi nefsihi, muhalefetlil havadis sıfatlarıdır. Allah’ın nurunu taşırlar. Her nefis Allah’ın tecellisi zamanında ve tecelli oranınca bu sıfatlardan hissesini alır. Yani nefs bu sıfatlar ile ilahi isimlerin nurlarını taşıyan cevherdir. Ayrıntılı bilgi “tasavvufta tevhid ve nefsi irfan yolu” eserimizde “nefsin hakikati” bölümünde mevcuttur.

İnsanın diğer bir hakikatide Hakk’ın İlmi Zat mertebesindeki kendisine ait “ilmi hakikati”dir. Bu ilmi hakikate “ayan-ı sabite” adı verilir. İlmi Zat mertebesi “ANA PROGRAM”, ayan-ı sabite ise bu ANA program içindeki “alt programlar” gibidir.

Alemlerde insan dahil her mevcudun böyle bir ilmi hakikat olan alt programı vardır. Alt program olan ayan-ı sabite Zatın, Zatından Zatına Zatıyla düzenlediği Zatına ait ilmi hakikatlerdir. Tıpkı Windows ana programının içindeki alt programlar gibi. İnsanın alt programı (ayan-ı sabite) ana programı (ilmi Zat) uluhiyet mertebesinde (ilahlık) bilebilecek özelliklerle donatılarak halk edilmiştir. Bu nedenle “lâ ilahe illallah” tevhidi insana bilmesi için emredilmiştir. Ayan-ı sabiteler uluhiyetin (ilahlığın) bir düzenlenmesi-program olup ilahi isim ve sıfatlarla düzenlendiğinden, bunları idrak ederek kendi programını idrak edip, Rabbını bilebilecek şekilde bilgiye ulaşır. Ayan-ı sabiteler mahluk değildir. Sadece “ilmi hakikatler” dir. Onların zuhuru yoktur. İşte nefsi natıka insanın bu hakikatini suretlerle açığa çıkarıp varlık sebebine ulaşması için insana armağan edilmiştir. Gizli hazine olan Allah, bilinme vasıtası olarak nefsi natıkayı halk etmiştir. Nefsi natıka bu nedenle Allah Zati, sıfati ve ilahi isimlerinin tecelli mahalli olarak zuhura getirilmiştir. Nefsi natıkayı bilmeden Allah’ı kamil manada bilmek mümkün değildir. Bu nedenle ayette “Nefse ve onu düzenleyene yemin ederim ki” (Şems/7) buyurularak Nefs ve kendi üzerine Allah yemin etmektedir. En kamil nefsi natıka Efendimizin nefsi olup Nefs-i Muhammedi’dir. Nefs Allah indinde düzenlenmiştir ve “Allah indinde din İslamdır” (Ali-İmran/19) ayetiyle ve Efendimizin nefsi natıkasıda İslam üzerinde olduğundan her nefis İslam fıtratında halk edilmiştir. Bu nedenle Hz. Resul (sav): “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar” buyurmuştur. Nefs-i natıkanın düzeni bu nedenle Kur’anın sırrını taşır. Kur’an tüm ilahi isim ve sıfatları içeren Zat’tır. Her ilahi isim “ilahi nur” ve “Zat” ta NUR olduğundan nefsi natıkanın hakikati Allah’In nuru ve Kur’anın sırrı makamıdır.

“Nefs ve onu düzenleyene yemin ederim ki” (Şems/7) ayeti Hakkın nefsi en güzel surette halk ettiğini ifade etmektedir. Diğer bir ayette ise şöyle buyurulmaktadır: “Onu düzenleyip içine ruhumdan nefh ettiğim (üflediğim) zaman, onun için hemen secdeye kapanın” (Hicr/29).

İnsanı değerli kılan nefse nefh edilen ruhtur. Ruh Allah’ın Ruhu olup, Ruhul Azam ve Ruhul kudustür. Bu ruh üflendiğinde nefs “alıcı” konumdadır. Allah vericidir. Nefh edilen ruh ise Allah’ın Zatı sıfatları (Ruhul Azam) sübuti sıfatları (Ruhul Kudüs) ve ilahi isimlerdir. Zati sıfatlar (Ruhul Azam: Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kaim bi nefsihi, Muhalefet lil Havadis). Sübuti Sıfatlar: Hayat, ilim, irade, kudret, sem, basar, kelam. Nefs, Allah’In Zatı, sıfatları ve isimleri ile en güzel surette (ahsen-i takvim) halk edilmiş olmaktadır. (Tin/4) İnsanı en şerefli ve kerem kılan bu ruhtur. Nefsi natıka bu ruhla beraber olan ismidir nefsin. Allah’ın sırrı makamıdır. Bu özelliği ile nefsi natıkaya “insan ruhu” da denilmektedir. Böyle bir nefsi natıka bu ruhla alemlerdeki her mevcudla ilişki içindedir ve hem “alıcı” hem “verici” konumundadır. Meleklerin secde etmesini istediği de bu vasfıdır. Zira bu özellikteki bir nefs Allah’ın Ruhunu ve Nurunu taşımaktadır. Adem’i halife kılanda bu vasıflarıdır.

Bu hakikatler üzerine halk edilen nefsi natıka şehadet alemine ulaşıp beden kalıbına girdiğinde “nur” beden zulmeti (karanlığı) içine girmiş aslından uzaklaşmış olur. Kur’an bu aşamayı “Nefisler bedenlerle birleştirildiğinde” (Tekvir/7) ayetiyle açıklar. Nefsin hakikati beden kalıbıyla örtülmüş olur. Ayrıca doğumdan sonra nefse arız olan, nefse ilişen her türlü bilgi-ahlak-tecrübe nefsi bu hakikatten ya uzaklaştırır ya da aslı üzerine korunmuş olur. Bu hakikati Hz. Resul (sav) “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar. Sonra onu ana, babası (çevresi) hristiyan, Mecusi, müşrik yapar” buyurmuştur. Bu nefsin hakikatinin örtüldüğü nüzul (iniş) mertebesidir. Nur ve Kur’an örtülmüş, açığa çıkmaya bekleyen bir hazine, bir tohum hükmüne dönüşmüştür. İşlenirse ve eğitilirse hazine açığa çıkar ve ağacın meyvesinden faydalanılır. Yoksa örtülü kalır, hiç faydalanılamadan dünyadan göçülür, gidilir. Nefse ve Rabbe arif olunmadan ahirete intikal edilir. İşte bu nedenle Allah nefse dünya aleminde ilham ile yardım edeceğini şu ayetle bildirmiştir: “kötü ile iyiyi, doğruluk ile sapıklığı birbirinden ayıracak özellik ve ölçüyü öğreten, hayır ve şerri, itaat ve isyanı nefse ilham edene yemin ederim ki” (Şems/8). Nefsindeki nur ve Kur’an ile ona yardım eden Allah, ayetin devamına hayatın önemini şöyle açıklamaktadır: “Nefsini temizleyen (tezkiye eden) kurtulmuştur” (Şems/9) tersi ise “Nefsini karanlıklara (kötülüklere) gömen ziyandadır” (Şems/10) buyurarak yaşamımızı nefs tezkiyesi ve mücahedesi yoluyla nefsimizi ilk asli haline döndürmemiz gerektiğini bizlere gayet açık bir şekilde emretmektedir. Bunun yolunuda Hz. Resul (sav): “Nefsini bilen Rabbını bilir” hadisiyle açıklamıştır.

Nefsi bilmek ise her mertebede onu bilmek demektir. Yoksa sadece “nefsi emmare” mertebesindeki nefsi bilmek değildir. Böyle bir bilgi gerekli olup, çok sığ, eksik, yetersiz, kendi hakikatine insanı ulaştıramayan bilgidir. Nefsi natıka bir ve vahid olup aldığı sıfatlara göre Kur’anda mertebelerine ayrılmıştır. NEFSİ NATIKA, nefsi emmare mertebesinde nefs, nefsi levvame mertebesinde ruh, nefsi mülhime mertebesinde kalp, nefsi mutmainne mertebesinde akıl, nefsi raziye mertebesinde sır, nefsi marziyye mertebesinde hafi, nefsi safiye mertebesinde ahfa adı ile müsemma olur. İnsanın hedefi bu nefs mertebelerini irfan yolu ile katedip (uruç) nefsi asli haline (temiz, saf, arı, nur) ulaştırmaktır. Nefsi bilmek ancak bu mertebelerin ve tevhid mertebelerinin eğitimini almak yoluyla mümkündür. Hadisin orjinalin de “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehubuyurulur. Hu zamiri Hakkın Zatına dönük olduğunda Hak Zatı Nefsiyle Rab olduğunu bilir anlamını taşır. Bu irfana ulaşılması içinde insana Zati Nefsinin aynası olarak nefsi natıkayı armağan etmiştir. Bu hediyeye karşılık ise ancak O’nu bilmek ile verilebilir. Yaşamın ve insanın yaradılış amacıda budur. Buna ulaşmanın yolunuda yine nefsi natıkasına yerleştirdiği “Kur’an sırrı” ile sağlar. En kemalli nefsi natıka olan Hz. Resul (sav) “Benim mucizem Kur’andır” buyurarak bu sırrı açıklamıştır. Bu ise “Muhammeden Resulullah” tevhidine ulaşmaktır. Yani nefsi natıkanın temel hedefi şehadetle kelime-i tevhidi yaşamaktır. Allah’ın Rububiyetini ve Uluhiyetini tanımaktır. Zira kendi nefsini ve Rabbını bilen alemlerdeki her nefsin (nefs-i külli) Rabbının bir olduğunu idrak edecektir. Bu noktadan hareketle uluhiyetine yol bulacak “Allah” anlayışı kemale ulaşacaktır. “Nefse ve onu düzenleyene yemin ederim ki” (Şems/7) ayeti ve nefsi natıka ile ilgili ilimlerle bu hakikatin Allah’ın emaneti olduğu şuuruna ulaşan insanın emaneti sahibine (Allah’a) teslim etmesi oldukça kolaylaşacaktır.  

“BEN” dediği varlığın ve bu varlığa ait ne varsa hepsini Allah’a teslim ederek Müslüman olmuş olur. Dünyanın en zengini bile olsa, alemler onda dürülü olsa da, bütün mülkün Allah’ın olduğu idrakiyle “Mal O’nun” der ve “Fakr” haline ulaşır. Yunus Emrenin “Miskin Yunus” “Derviş Yunus” “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” buyurduğu hale ulaşır. Efendimizin “Fakrımla ihtihar ederim” buyurduğu haldir. Hakk bu kişileri kendi ile zengin etsede, onlar tüm varlığın Allah’a ait olduğunu bilirler. Niyazi Mısrı’nin dediği gibi “Nurdur aslım Niyazi dediler” haline bürünür. Bu haldeki kişi mevcudatta O’ndan başkasını görmez. Her şeyi tek vücud hüviyetinin mertebeleri olarak görür. Nefsine de bu idrakle bakar. Şöyle bir idrake ulaşır: Vücud O (hüve) dur. İsimle müsemma O’dur. O’ndan gayrının ismi dahi yoktur. Böyle olduğu içindir ki evveliyetsiz evvel O’dur; ahiriyetsiz ahir O’dur, ahiriyetsiz zahir O’dur; batıniyetsiz batın O’dur. O, kendi Zatı Nefsini bilir. Kendi nefsiyle görür, işitir, bilir… Kendi nefsiyle O’nu O’ndan başkası göremez. Perdesi vahdaniyetidir. Başka bir şey O’na perde olamaz. O’ndan başkasının vücudu yoktur, fenasıda yoktur. O’ndan başkasının ismi ve müsemması olmadığı içindir ki Hz. Peygamber (sav) “Men arefe nefsehu fekad arefe nefsehu” (Nefsini bilen Rabbını bilir” ve “Rabbımı Rabbımla bildim” diyerek bu hakikate işaret etmiştir. kendi varlığını (nefsini) bu zikrolunan sıfatlarla bildinse Allah’ı gerçekten bildin. Yoksa bilemedin. Şimdi eğer sen nefsini vücudsuz fani edebildin ise Allah’ı gerçekten bildin. Yani nefsine Hakk’tan gayrı vücud vermeden vücudsuz Hakk’la Hakk’a teslim ettin ise Allah’ı bildin. Bu nedenle Hz. Resul “Nefsini bilen Rabbını bilir” buyurdu, vücudunu fani eden bilir buyurmadı. Bu açıdan Hakk Ahadiyeti Zat mertebesinde iken O’nu hiçbir şey idrak edemez. Ama vahidiyet mertebesinde O, isim ve sıfatları ile bilinir. Kim vücuduna Hakk’ın vücudundan başka vücud verirse şirke düşmüş olur. O vücudu Hakk’ın gayrı kabul eder ve o vücudu fani etmeye uğraşırsa, o kişi marifet-i nefse (nefs marifetine) ulaşamamış demektir. Bu kimseler nefsine arif olan kimseler değildir. Nefsini bilme yolu odur ki Allah’ı var bilesin ve hiçbir şeyi O’ndan ayrı görmeyesin ve bilmeyesin (nefsin de dahil). Resul “Nefsini bilen” derken nefsin hakikatini, nefsi natıkayı ve nefsi natıkanın köken aldığı Zatı Nefsi kastetmiştir. Nefsi natıka, Zatı Nefsin sıfatlarını taşıdığından kendi mertebesinden O’dur. Bu nedenle “Allah’ım eşyanın hakikatini göster” buyurmuştur. Yani eşyanın hakikatini bildirki bileyim ve arif olayım dedi. Hz. Muhammed (sav) eşyayı, mevcutları niceliksiz ve niteliksiz olarak Zatullah gördü. Bu durumda Hz. Muhammed (sav)’in nefside, başka ne varsa da eşya ismine dahil oldu. Bilinmelidir ki, Vücud, nefs ve eşyanın varlığını şey niteliğinde birdir. Kim eşyanın hakikatini bildi ise nefsini bildi ve gerçekten Allah’ı bildi. Hangi şeyi Allah’tan gayrı zannediyorsan, o şey gayrı değildir. Ve bildik ki sen vücud olarak fani olmaya muhtaç değilsin. Eşyanın, nefsinin hakikatinin Hakkın Vücudu olduğu bilgisine muhtaçsın. Ki cehlin yerini ilim alsın. Senin nefsinin bütün sıfatları O’nun sıfatlarıdır. O’nun ilahi hüviyetisin. Zahirin O’nun zahiridir. Evvelin O’nun evvelidir. Ahirin O’nun ahiridir, batının O’nun batınıdır. Sıfatın O’nun sıfatıdır. Zatın O’nun Zatı’dır. Zat tecellisi sayesinde varsın.

Nitekim Allah Teala “külli şeyin halikun vechehu” (O’nun Zatı hariç her şey helak olacaktır) (Kasas/88) buyurmuştur. Aslında onlar şey değillerdir; onların fani olacaklarını zannederler, halbuki onlar fani olmazlar. Bilinmelidirki fani olan onların cehlidir, cehaletidir. Vücud olduğu gibi bakidir, değişmez. Başka vücuda dönüşmez. Sadece taayyün itibariyle kesifleşir ve sınırlanır. Yoksa Vücud birdir. Fani olan cehlidir. Yerine ilim girince cehli fani olmuş, ilim baki kalmıştır. Yoksa vücudda bir değişiklik olmaz. Resulullah (sav) “Vücudun başka günahla kıyas edilemeyecek kadar büyük bir günahtır” buyurmuştur. Kendi varlığına vücud vermek büyük günahtır vehimden ibarettir. Başkası O’na hicab olmaz. Çünkü başkası yoktur. Bu noktaya ulaşan sıfatını sıfatullah, zatını Zatullah, nefsini Zatı nefsten görmüştür. Hemde kendisinin sıfatı ve Zatı olmaksızın ve Allah’a dahil ve hariç olmaksızın. Hatta kendi nefsinin hakikatini Hakk’a teslim eder, vücudun yok olduğunu görür. Madem nefsinin vücudu yoktur, onun fenasıda olmaz. Hakk’ın vücuduyla BİR görür.

İşte bu sebeple Hz. Resul (sav): “Ölmeden önce ölünüz” yani ölmezden önce nefsinizi biliniz buyurmuştur. Her kim nefsini bilirse Vücudunu zatında ve sıfatında, esmasında O’nun Vücudu görür, fark görmez. Zira vücudu ve zatı yoktur. Cahil idi, nefsini bildi. Ne zamanki nefsini bildi, ikiliği giderip Allah’tan gayrı olmadığını bildi. Bu açıdan “la ilahe illallah”ın manası sana zahir olur. Tek Vücud’da O’nun uluhiyetini seyredersin Zahir, batın, evvel, ahir O olduğunu anlarsın. Ne zamanki nefsini böyle bildin, Allah’ı zikrolunan sıfatlarla eşsiz ve benzersiz denksiz ve şeriksiz olarak hakikat olarak bildin Senin varlığın ve yokluğunun O olduğunu idrak ettin. Kim bu anlatılanları fehmederse “vücud şirkinden” kurtulur. Şirkten kurtulmanın yolu ise nefsini bu şekilde bilmektir. Özetle nefsinin, eşyanın ve mevcudların vücudunun Allah’ın Vücududur, eşyada ayrı vücud yoktur. Gayrı kendidir, hüviyeti ile taayyün halidir. İşte bu hale ulaşmak nefsini hakiki olarak bilmek ve Hakk’a ulaşmak demektir. “Nefsini bilen Rabbını bilir” hadisinin son hedefide budur. TEK VÜCUD HÜVİYETİNDE ZATI NEFSİYLE O’NU “zatıyla kaim ve batın, vücuduyla mevcud, sıfatıyla muhit ve tecelli, esmasıyla malum ve tecelli, kudretiyle fail, fiiliyle zahir, eserleriyle meşhud, batını ile sır” olarak bilmektir.

Bu ise “tasavvufta tevhid ve nefsi irfan yolu” eğitimi ile hal olarak yaşanır.




önceki sayfa               sonraki sayfa
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi25
Bugün Toplam383
Toplam Ziyaret888175
Hava Durumu
Saat
Takvim