İLMİ TEVHİD-İ ZAT
Efal, esma, sıfat birliğini zevk edip, bunları Hakka bağlayan, teslim eden salike ilmi tevhid-i Zat tevhid mertebesinin ilmi ve kısmen aynel yakîn bilgisi açılır. Tamamiyle aynel yakin hali, beş hazret mertebesinin eğitimiyle tamamlanır.
Zat: Bir şeyin nefsi, kimliği, hüviyeti, özü, cevheri, kişiliğin özü
Tevhid-i Zat: Vûcud birliği, Zat birliği
Zati vûcud hakiki varlığa delalet eder. Bu mutlak var olan “vacibûl vûcud” Hakkın vücududur. Hakiki varlığın gölgesi olan yaratılan her şey “mümkünül vücud” yani “masiva” olarak adlandırılan “mevcud” kelimesiyle ifade edilendir. Bu nedenle amaç salikin masivanın yani tüm mevcudların hakikatini idrak ederek, Zati Vücud’a (Mutlak Vücud) yol bulmaktır.
Vücud kelimesini yalnızca bir kalıp, bir gövde olarak görüp algılamak yanlış ve eksik bir algılayıştır. Çünkü örneğin insan vücudu aza ve organlarla donanmış bir bütündür. Başka bir deyişle vücut fiiller, isimler ve sıfatlarla donanmış bir zattır. Yalnız bu mümkün (halkedilmiş) vücud için bu şekilde örneklenmiştir. Mevcutlara bu vücut, Allah’ın Zati sıfatlarından “vücud sıfatı” nın idrak edilmesi için, bu sıfatın bir sureti, eseri olarak verilmiştir. Mümküne (mevcudlara) vücud verilmesi itibari, izafi ve nispi olup, mevcutların vücudu ancak Zati Vücud’un varlığı ile söz konusu olabilir. Zati Vücud tecellisi kalktığı anda mevcudlar için vücud söz konusu olamaz. Zat yoksa, fiilleri, esmaları ve sıfatlarından da söz edilemez. Örneğin insanın organları isim, sıfat ve bunlardan açığa çıkan eylemlerde fiilleridir. Tüm aza ve organlara etkisi olan beyni zatını temsil eder. Şayet kollarını omuzlardan, bacaklarını kalçadan keserseniz fiillerini elinden alırsınız, gözleri kör, kulakları sağır, dilide konuşmuyorsa isim ve sıfatlarıda yok demektir. Ama bunlar varda beyin yoksa organları kullanmak mümkün olamaz. Bu konunun anlaşılması için bir benzetmedir. Yani mevcudun varlığı ancak Allah’ın Zati Vücudun’dandır.
Bu mertebe için şöyle denmiştir:
“Vücud Hakk’ındır. Bu makamda salik, hissen, aklın ve hayalen gerek ef’al, gerek esma, gerek sıfat ve gerek zat aynalarından vücudullaha bağlanıp cümle eşyanın Vücud-ı Hakk olduğunu mülahaza eder ve bu esnada istiğrak hasıl olur” (Pir Seyyid Muhammed Nurul Arabi)
Vücudullah (Zati Vücud), hakiki varlığa, Mutlak Vücud’a delalet eder. “Vacibül Vücud” dediğimiz Allah’ın Vücudu tek ve bir bütündür, bölünüp parçalara ayrılması düşünülemez. Onun için vücud kelimesi sadece anlatabilmek için tasarlanmış bir kelimeden ibarettir. Bu yüzden O, her türlü akla ve hayale gelebilecek her türlü vücuddan münezzehtir. Aslında O, mevcud olan her yaratılmışın (mümkünül vücud) varlığının tek ve gerçek kaynağıdır. Yani görünen ve görünmeyen bütün alem Zati Vücud sayesinde varlık bulup, zahir oldu. Yine Allah’ın Zati sıfatlarından olan “kaim bi nefsihi” ile bu Vücud kaim oldu ve varlığının devamı bu sıfatı sayesinde “kaim ve daim” olmuştur. Mevcudlarda Allah’ın “kaim binefsihi (Zati nefis ile kaim)” sıfatı sayesinde kayyumiyetini ve varlıklarının devamını İlahi Zata borçludurlar. Bunada nefsin (Nefsi-natıkanın) hakikati hakkında bilgi vermek uygun olacaktır.
NEFSİN (NEFS-İ NATIKANIN) HAKİKATİ:
Nefs kelimesi bir şeyin zatı, kendisi, öz varlığı manalarına gelmektedir. Nefs-i natıka insan nefsi için isim terkibi olarak verilen isimdir. Nefs-i natıka mertebelere göre değişen; nefs, ruh, kalp, akıl, sır, hafi ahfa isimlerini alan sadece suret ve sıfatlarının değiştiği özellikler arz eder.
Nefsi Natıka’nın tarifi şöyledir:
Nefsi natıka Allah’ın nurlarından bir nurdur. Allah’ın Zatıyla kaimdir, mekanı yoktur, Allah’dan geldi Allah’a gidecektir.
Nefs-i natıka Allahû Teala’nın Zatının, muhabbetinin, nurunun gölgesi, mazhardır. Nefis mukaddem ve ezelidir. Allah’ın Zati sıfatlarının (sıfatı Zatiye) mazharıdır. Allahû Tealanın Zatına has sıfatları altı tanedir:
İşte bu belirttiğimiz altı sıfatın mazharıdır. Mazharı demek, bu sıfatlar nefsi natıkada’da vardır demektir. Ancak bilkülliye mazharı demek değildir. Bu sıfatların zıllı yani gölgesi mesabesindedir. Tam mazharı değil, tecelli anında ve tecelli oranında belki sureten ve kısmen aynısıdır. Gölge sahibinin varlığı ile, gölgenin varlığı arasında nasıl büyük fark varsa ve gölge, gölge sahibi ile varlığını devam ettiriyorsa, nefisde varlığını, Mutlak Zat olan Allah’ın varlığı ile devam ettirir. İlahi Zatın Varlığının sonu yok ve ebedi olduğuna göre, nefisde tecelli gölgesi olarak varlığını devam ettirir. Gölge suret, sahibinin aynısı değildir. Sahibinden başkası da değildir. Nefisde Hakk’ın varlığının aynı değil fakat gayrısıda değildir. Ciddi ve dikkatli düşünmelidir. HÜVEL HAKK değildir, fakat bihasebissıfat, minel HAKK ve meal HAKK’dır.
Mevcudların suret vücutlarını ayakta tutan, varlıklarının devamını sağlayan gerçek vücud, Vücud-u Mutlak (Zati Vücud) dediğimiz Hakk’ın Vücududur. Bu nedenle Vücud Hakk’ındır. Bir örnek verilecek olursa “su” düşünülürse, su bazen buhar, bazen kar, bazen buz şeklinde tecelli eder. Ancak kendi kendilerine varlık bulamayan kar, buhar ve buz olarak suret vücutları ayakta tutan, varlıklarının devamını sağlayan sudan başkası değildir. Su olmasa diğerlerinin varlığından da söz edilemez. Bu örnekte vücud suya aittir. Suret vücutları olan buhar, kar ve buz şartlar oluşunca suya tebdil olur. Su bu örnekte bakidir. Buhar, kar, buz su ile kaimdir.
Bütün suretlerde tecelli edip, kendini açığa çıkaran Hakk, yine bütün bu suretlerle kendini saklayıp gizler. Hangi suretten tecelli edip, zuhura çıkıp görünürse, o suretin dış görüşünü, batın olan Hakk’ı gizleyip perdeler. Bütün mevcudlar Allah’ın Zatıyla kaim olduklarından, Vücud Hakk’ındır, alemlerde Hakkın’dır ve bu mevcudiyeti uluhiyeti ile zuhura çıkarmıştır. Vahdaniyeti ile tek, evvelinin ve sonrasının olmaması ile kıdem ve beka ile sıfatlanan o ilahi Zattır. Muhalefetül lil havadis sıfatı ile de yaratılmış hiçbir şeye benzemediğini açıklamıştır. Bu O’nun vahdetidir. Tek ve Bir oluşudur. “O’nun misli ve benzeri yoktur” (Şura/11).
Çokluk (kesret) ise, Hakk’ın değişik mertebelerden sonsuz, değişik isim ve sıfatlar aracılığı ile fiiller ile tecellisinden, zuhurundan başka bir şey değildir. İsim ve fiillerin çokluğu O’nu çoğaltmaktadır. Aslında Zati Vücud tek ve bir, vücudun mertebeleri çoktur. Vücud Hakk olan İlahi Zat’a aittir. O gerçek mabuddur. Uluhiyeti ilan eden tek, bir ilahtır.
“İlahınız tek bir ilahtır” (Nahl/22)
“Muhakkak bilki, Allah’dan başka ilah yoktur (lâ ilahe illallah)” (Muhammed/19)
Kesret, netice itibariyle tek ve bir olan Hakk’ın değişik suretleridir. Değişik suretlerle açığa çıkması, isimlerinin çokluğundandır. İsimlerinin çokluğu Zatının tekliğini ve değişik suretlerle açığa çıkması O’nun bütünlüğüne, vahdetine bir zarar vermez. Hakk bütündür, parçalanamaz.
Bir örnek verilecek olursa, insan vücudu tek bir hücrenin bölünüp çoğalmasından meydana gelir. Ve bu hücrede 46 kromozom bulunur. 46 kromozom=1 birim olarak kabul edilirse, hücreler bölünüp, çoğalma ile bu hücre farklı isimler alan, farklı işlevler gören, farklı faaliyetlerde bulunan organlara dönüşür. Ez az 1 trilyon hücre olarak çoğalır. Hücreler bu kadar çok sayıda artarken, bütün fonksiyonların komuta merkezi olan kromozom sayısı aynıdır. Yani “bir birim” olarak yine 46 kromozom sayısı olarak her hücrede aynıdır. Yani bir birim, hücre sayısının artmasıyla, çoğalmasıyla değişmemiştir. Asli tekliğinde tüm insan vücudunda aynı sayıda kalmıştır, her hücrede sabittir. Yani hücrelerin çoğalması, ilk ve tek hücredeki kromozom sayısının çoğalmasına yol açmamıştır. Kromozom sayısı asli tekliğinde (1 birim) yine aynı sayıda kalmıştır.
Öyleyse mevcudlar (halkedilenler) bir bütünün yani Hakkın, değişik isim ve sıfatlar ile tecellileri ve tezahürleridir. Ve bu tecelli ve görünümleri ayakta tutan, varlıklarının devamını sağlayan yalnızca Hakk’ın yani İlahi Zat’ın Vücududur.
Allah, o vücudun içinde hayat, ilim, irade, kudret, kuvvet, sistem, plan, formül, şifre gibi tüm ilahi kanunlarla ve özelliklerle tecelli etmiş ve mevcudları kendi özellik ve kabiliyetlerine göre zuhura getirmiştir.
“Biz alemleri Hakk olarak yarattık” (Hicr/85)
“Allah Hakkın ta kendisidir” (Hac/6) şeklindeki ayetlerde tüm mevcutların Hakk olarak, Allah’ın uluhiyetini, yani Zatını, sıfat ve isimlerini yansıtacak şekilde açığa çıkarıldığını ifade etmektedir.
Allah insanoğlunu kastederek kudsi hadislerinde;
“Allah Adem’i kendi suretinde yarattı”
“Allah Adem’i Rahman suretinde yarattı” buyurmuştur. Kendi suretinde derken, vücudunu yani tüm varlığını Zati Vücud hususiyetlerini taşıyıp, temsil edebilecek mahiyette, Zati tecellisini kabul edebilecek özellikte halk ettiğini açıklamıştır. Rahman suretinde derkende esma ve sıfatlarına zuhur, tecelli mahalli olarak, esma ve sıfatlarını ortaya çıkarabilecek, taşıyabilecek yani sıfat, isim ve fiil tecellilerini kaldırabilecek mahiyette halkettiğini belirtmiştir. “İlahi emaneti” taşıyabilecek özellikte insanı yaratan Allah, Zati tecellisini ancak insana has kılmıştır. Zati tecelliyi temsil edecek tek varlık insandır. İlahi Zatı ile tüm mevcutlarda devamını sağlarken, insanoğlu Zatı tecellisini idrak edebilecek tek varlıktır. Ferd olarak insan, bu Zati tecelliyi taşıyabilecek tek canlıdır.
Yunus Emre bu gerçeği şu dizeleriyle belirtmiştir:
“Ete, kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm”
Allah, Zatı, sıfatı ve isimleriyle tüm mevcutlarda tecelli eder. Mevcudlar Hakk’ın mazharlarıdır yani Hakk’ın açığa çıkıp göründüğü tecelli yeridir, göründüğü mahallerdir. Tıpkı bir tohumdan tüm ağacın zuhura çıkıp, tohumdaki tüm sıfat ve isimlerin zatı olan tohumu temsil etmesi, özelliklerini göstermesi gibi.
Başka bir açıdan bakarsanız, mevcudlar Hakk’ın gölgesi gibidir. Gölgeler kendi başlarına bir varlığa sahip değillerdir. Mutlaka bir noktadan asıllarına bağlıdır ve aslını temsil eder. Asıl var olduğu sürece gölgede varlığını devam ettirir. Gerçekte gölgenin vücudu yoktur, ama mevcudiyetide inkar edilemez. Çünkü gölge değişken, geçici, ödünç, aldatıcı bir görünüm, suret olmasına karşın aslına ait özellikleri taşımaktadır. Ve asıl var olduğu sürece gölgede devam eder. Tıpkı Hakk’ın Mutlak Vücud’u ile varlıklarını devam ettiren mevcudlar gibi. İşte Zati Vücud ile mevcudun vücudu arasında irtibatı sağlayan Hakk’ın isimleri ve sıfatlarıdır. Rabbı has olan ilahi isimler bu irtibatı ve münasebeti sağlar. Bütün alemler ve içindekiler Hakk’ın Zatının, kendi mertebelerinde gölgeleri gibidir. Tecelli eden isim ve sıfatlarının suretleridir. O’nun varlığı nedeniyle kayyumiyetlerini, ve mevcudların devamlılığını sağlarlar. Bu nedenle vehmi benliğimiz, vücudumuz nispi izafi ve itibaridir. İzafi varlığımız, Hakkın Zati Vücud’u sebebiyle vardır ve gelip geçicidir. Benliğimizi, varlığımızı zatımızı temsil eden nefsimiz yok olmayacak ancak ölümü tadacak ve varlığını kabir ve ahiret aleminde başka boyutlarda sürdürecektir. Bunu belirten ayetlerde;
“Her nefis ölümü tadacaktır” (Ali İmran/185)
“De ki: Biz Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz” (Bakara/156) buyurulmuştur.
İşte bu özellik, alemlerde insanın nefsine, nefs-i natıkasına verilen bir özelliktir. İnsanın içinde olan ebedi olma arzusu bu özellikten kaynaklanır. O zaten ezeli ve ebedi bir varlıktır, ancak kendisi bunun farkında değildir. Nefs-i natıka Allah’ın nurundan, Kur’an sırrından köken aldığından, Allah’ın nuruda asla yok olmayacağından, nefs-i natıka ebedidir. Amaç nefse, aslı olan bu özelliği kazandırmak ve nefs mücahedesi ile tezkiyeyi sağlamaktır. Yoksa nefs ölümü her şekilde tadıp, boyut değiştirecek ahiret aleminde arınmasına göre, mertebesine göre cennet veya cehennem boyutlarında hayatına devam edecektir. Bu nedenle ebedi hayatı daha bugünden nefsi ona hissettirmekte, nefse ilham edilmektedir. Bu Hakk’la kaim olan vücudumuz yerine ahiret vücudu verilecek, o şekilde yaşamımıza devam edeceğiz. Tıpkı anne rahmindeki boyuttan, dünya boyutuna geçiş gibi.
Arifibillah Zekiye Şamiye Hazretlerinin (ra) dediği gibi: “Kalıpta iş yok”. İş nefsi terbiye ve tezkiye edip onu Zati cennetlere, O’nu müşahede cennetlerine götürecek fiilleri yapabilmekte.
Allah’ın Zati tecellisini insanın üzerinde “Mümit” esması vasıtasıyla tecelli ettirip onu başka boyuta göndermesi onun ölümüdür. Ve bu “küçük kıyamet” olarak adlandırılır. Bu tecellinin alemlerde boyut değiştirmesi ise “büyük kıyamet” olarak adlandırılır.
Zat, sıfat ve isim tecellileri başka boyutlarda, başka suretlerde devam edecektir. Zira Allah’ın Zat, sıfat ve isim tecellileri süreklidir. Kendilerinin zuhura çıkacağı görünme yerlerini, mahallerini talep ederler İlahi Zattan. Kesinti zannedilen bizdeki yanlış, eksik bilgi ve algıdır. Boyut değiştirmeyi bir son ve kesinti olarak algılamamızdır. Buna ilişkin bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz: “Müminler ölmez. Bir alemden diğer aleme intikal ederler” buyurmuşlardır. Başka bir hadislerinde; “İnsanlar uykudadır, ancak öldüklerinde uyanırlar” buyurmuşlardır.
İmam-ı Rabbani bu gerçekleri şu sözlerle açıklıyor: “Allah yarattığı varlıkların vücudlarını yokluktan başka bir şey yapmadı. Tüm bunları his ve vehim derecesinde yarattı. Alemin varlığı his ve vehim derecesinde olup maddi derecede değildir. Gerçek manada zuhurda Yüce Zat’tan yani Allah’tan başkası yoktur”.
Bütün bunları idrak edebilmek için, kişinin Hakk nazarıyla, Hakk gözlüğüyle, manasıyla bakması gerekir. O zaman Zat-ı Hak, nazar-ı Hakk ile idrak edilir. Hal böyle olunca Peygamber Efendimizin şu hadisi idrak edilir: “Ölmeden önce ölünüz”. Buradaki ölüm ihtiyari ölüm olup, kişinin vehmi benliğinin, zatının, hayatının, tüm isim ve sıfatlarının Hakk’a ait, ancak Hakk’la kaim olduğunun idrakiyle, tüm emanetleri gerçek sahibine teslim etmesiyle “ölmeden önce ölür” ve yaşamını Hakk’ın emrettiği surette, şekilde Hakk’la yaşar.
İlmi Tevhid-i Zat mertebesini zevk edip yaşayan salik, alemlerin üzerindeki gaflet perdesini kaldırmış, mevcud olan her şeyin özünde, hakikatinde Hakk’ı idrak etmiş, bütün alemlerin Hakk’ın kendi mertebelerinden bir tecellisi, tezahürü olduğunu anlamış ve Hakk’la huzur bulmuştur. “Vücud tek ve bir, Vücudu gösteren mertebelerin çok olduğu” idrakine vararak, Hakkın değişik mertebelerden zuhurlarına, yine Hakk’la yerli yerince değer verir. Mahlukata kendi mertebelerinde hakkını verir.
Gerçek Mabud olarak Allah’ın Zatını idrak eder. Alemlerin zuhurunun Allah’ın Zatı, sıfatları ve isimlerinin açığa çıkmasından başka bir şey olmadığını anlar. Arifibillah Zekiye Güren (ra) belirttiği gibi “Kendinden Kendine” bir tecellisi olup, Zatından yine Zatına sıfat ve isimleri ile tecellisi olup, Zatından yine Zatına sıfat ve isimleri ile tecelli etmekte, tecelli mahallerinde zuhura yine o nefsin mertebesinden yine Kendisi zuhura çıkmaktadır. Ve uluhiyetini bu şekilde alemlerde ilan etmektedir. Tek mabud olduğunu, bunu göstermek için uluhiyetini ilan ettiğini açıklar. “lâ mabude illallah; lâ ilahe illallah” tevhid zikri bu gerçekleri ve hakikatleri bize öz olarak vermektedir.
Konu ile ilgili daha ayrıntılı bilgi verilecek olursa şu hususların belirtilmesi gerekir.
Vücud’un Türkçe karşılığı Varlıktır. Vücud terimi, tasavvuf dilidir. Vücud-u Mutlak (Zati Vücud) Hakk olarak tanımlanır. Itlak Mutlak Vücudu’un belirli niteliklerle (ilahi isim ve sıfatlarla) sınırlandığı mukayyet (kayıtlı) vücud ise “mevcud” anlamındaki vücuddur. Bu mevcutların vücudu kayıtlı vücuttur. Zatı Vücud ile mevcuddur. Bu “mevcut” anlamındaki vücud, Mutlak Zati Vücud’un taayyün ve tecelli ile (sıfat, isim, fiil, eser mertebelerinde) zuhura, açığa çıkmış halidir. Sadreddin-i Konevi Hz., Mutlak Vücud’u bilmenin mümkün olmadığını, ancak Zati Vücud’un sahip olduğu sıfat ve isimleri ve bunların tesirleri ile “mevcud” anlamında bilinebileceğini belirtir ve bunu bilmenin bedihi olduğunu kabul eder. Bu biliş mevcudların hakikatlerinin (ayan-ı sabite) suretlerini bilmektir, idrak etmektir. Hakk’ın en büyük rahmeti ve rızası alemleri yaratmaktır. Bu nedenle Zati Vücud’un bulunduğu her yerde rahmette bulunur. Mutlak Vücud olan İlahi Zat belirli tenezzül mertebelerinde sınırlanarak, değişik açılardan farklı şeyleri “mevcud” olarak zuhura çıkartır. Mevcudların, Hakk’a göre izafi ve nispi varlıkları vardır. Mutlak Zati Vücud, mevcudların hakikatlerinde (ayan-ı sabite) “Genel vücud (varlık) tecellisi” ile tecelli ederek, bu hakikatleri kabiliyetlerine göre, belirli ölçülerde suretler olarak hariçte açığa çıkarlar. Bu şehadet alemindeki suretler “mevcud”, “eşya” olarak adlandırılırlar. Mutlak Vücud, Zatının aynıdır. Mabud olan Zattır. Bütün mevcudlar varlıklarını bu “genel vücud tecellisi” olan nefesi rahman ile mevcudiyetlerini devam ettirirler, sürdürürler. Bu nedenle gerçek Mabud ancak Allah’tır, İlahi Zattır.
Hakk olan Mutlak Vücud’un iki itibari vardır: Birincisi sadece “Vücud”, “Zat” olmasıdır. Bu itibarla “Vücud” Hakk’tır. Bu vücuda, çokluk, sıfat, isim nispet ve hüküm bulunmaz. O’nun hakkında söylenebilecek yegane şey, bütün her şeyden, niteliklerden arınmış anlamındaki “Mutlak Zati Vücud” oluşudur. Mutlak Vücud asıldır, artmaz, bölünmez, çoğalmaz, mevcudlar O’nunla kaimdir, O’na tabidir. O’ndan sadır olmuşlardır. Mevcudun anlamı Hakk ile varlığı olan “şey” demektir. Yoksa Mutlak Vücudun kendisi değildir. Bu ikinci itibar ile mevcudlar Zat’ın isim ve sıfat tecellileri ile zuhurundan ibarettir. Zat’tan ayrı değildir. Mutlak Vücud’un mahiyeti Ahadiyet Zatı, Künhü Zat, Hakk’ın hüviyeti gibi terimlerle ifade edilir. Hakk’ın mahiyeti ve Zatı bir ve aynıdır. Hakk’ın mahiyetinin ve hakikatinin bilinemez olduğunda bütün tasavvuf ehli arasında görüş birliği vardır. Bu konuda Peygamber Efendimiz (sav): “Allah’ın Zatını tefekkür etmeyiniz” ve “Künhü Zatını idrak edemedik” buyurmuşlardır.
Vücud ismine en yakın isimlerin başında el-Hay ve el-Kayyum gelir. Bir şeyin kendinden hayat sahibi olması ile O’nun var olması arasında zorunlu bir ilişki vardır. Hakk her şeyin Hayy’ı ve Kayyum’udur.
Mutlak Vücud (İlahi Zat) bilinmek ve kendisindeki kemalleri zuhura çıkarmak için “hubbi talep” ile ilahi sıfat ve isimleri ile mevcudların hakikatlerine tecelli etmiş, mevcutları açığa çıkarmış, var etmiştir. Bu durum şu kudsi hadisi bize hatırlatır: “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliliğimi sevdim. Halkı zuhura getirdim. Ta ki Beni bilsinler”
Anlaşıldığı üzere Allah, Zatını tanımlarken “Ben” lafzıyla kendini tanımlamıştır. İşte insanda kendini, nefsini, zatını tanımlarken fıtri olarak kullandığı “ben” kelimesi kökenini buradan alır. Bu mertebeye gelen kişi idrak ederki, kendi zatının kaynağı, özü, hakikati ilahi benliktir. İnsanın “ben” dediği izafi varlığı, zatı ancak İlahi Zati Benlik ile (kaim binefsihi) mevcut olabilmektedir. İlahi Zatın aynısı olmadığını ama ondan ayrı, gayrısıda olmadığının şuuruna varır. Hakikatının ayan-ı sabite olarak İlmi Zattaki mevcudiyeti olduğunun idrakine varır. İlahi benlik tek ve birdir. İnsandaki bunun tecelli ile zuhurundan başka bir şey değildir. Zati tecelli kesildiğinde bu benlikten söz edilemez. İlahi Benlik Vahdaniyet özelliğini taşır. İlahi isimlerin çokluğu, sonsuzluğu ile açığa çıkan mevcudlar ise çokluğu ifade eder. Bunada kesret adı verilir. Bu mertebede vahdet-kesret ilişkileri anlaşılır mahiyete kavuşur, idrak edilir. Vahdaniyet, zahirdeki bütün kesreti (isimleri ve sıfatları) Zati bünyesinde bulundurur. Buna “Vahdette kesret” adı verilir. Kesretin batınında ise bu çokluğu bir arada tutan Vahdet (BİRLİK) vardır. Birliği ve Tekliği gözler önüne sürer. Bunada “kesrette vahdet” adı verilir. Mutlak Vücud İlahi Zat bütün bu kesreti kabzasında tutar. Kesretin mevcudiyeti ve varlığının devamı İlahi Zat iledir. İlahi isimlerin ve sıfatların çokluğu kesreti oluşturmuştur. Rabb-ı hasları kanalıyla İlahi zat ile irtibatını sağlayan mevcudlar, çoklukları ile Zat’tan ayrı varlıklar değiller, Zati tecelli içinde ilahi isimleri ve sıfatları ile mevcudiyetlerini devam ettiren şeylerdir. Zat, vahdaniyeti (tekliği) ile hepsini Zatında cem etmiştir. “Genel vücud (varlık) tecellisi” olan “nefesi rahman” onları İlahi Zata bağlamıştır. Bu varlık tecellisi olan nefesi rahman, mevcudların hakikatleri olan ayan-ı sabitelerine, vücud vermiş, nefisleri ile her mevcudu şehadet aleminde var etmiştir. Nefesi rahman tecellisi ile nefisler Zat’tan ayrılmamış, devamlı irtibat halindedirler. Bu “genel vücud tecellisi” onları İlahi Zata bağlamış, O’nunla ilahi isimler kanalıyla irtibata ve münasebete sokmuştur.
Mevcudlar arasındaki farklar, ilahi isimlerin çokluğundan ve mevcudların istidatlarındaki farklardan kaynaklanır. Hakk, “genel vücud tecellisi” ni her mevcudun hakikatine (ayan-ı sabite) eşit şekilde yapmıştır. Ki bu o ayan-ı sabiteye KÜN (ol) emridir. Farklılığı meydana getiren şey, ayan-ı sabitelerin istidat ve kabiliyetlerindeki farklılıklardır. Bu farklılığın bir başka sebebide, Hakk ile mevcudun irtibatı arasına giren vasıtaların, perdelerin, özelliklerin sayısının artmasıdır, yani kesrettir.
Mutlak Vücud’un Allah diye isimlendirildiği mertebe, uluhiyet mertebesidir. Bu mertebe ilahi isim ve sıfatların nispet ve itibarlar olarak zuhura çıktığı mertebedir. Sadrettin Konevi Hz. (ra), bunu “Allah ismi bütün isim ve sıfatların kaynağı, halk indinde bilinen vahdet (birlik) ve çokluğun (kesret) kökenidir” ifadesiyle dile getirir. Bu mertebe aynı zamanda “vahidiyet” mertebesidir (Vahdette kesret mertebesi). Vahdet ve kesret birbirinin zıddı görünsede, bu mertebede vahdetin izafi birçokluğu söz konusudur.
Vücudda esas olan birliktir. Çokluk ise ancak nispi ve izafi bir varlığa sahiptir. Bu çokluğu ise Zata ait ilahi isim ve sıfatların çokluğu oluşturur, zuhura çıkartır. Bu kesrette vahdet (çoklukta birlik) terimiyle kalıplaşmıştır.
Bu ise Muhyiddin-i Arabi ve Sadreddin-i Konevi Hz.leri tarafından Hakk’ın birliğinin ve tevhidin anlaşılmasının yegane vasıtası sayılmıştır. Birden bir sadır olur, zuhura çıkar görüşü bu temele dayanır. Konevi iki tür birliğe işaret eder: Birincisi hiçbir şekilde çokluğun düşünülemeyeceği birliktir. Bu birlik “ahadiyet” diye ifade edilmiştir. “Ahad” Zatında hiç kimsenin ortağı olmadığı ferdin ismidir. Hakkın künhü Zatıyla, Zatı için birdir. Mutlak birliği (ahadiyeti) de kendi Zatından kaynaklanır.
Birliğin ikinci türü, belirli bir çokluğu barındırır. Vahdaniyet terimiyle ifade edilir. Bu ikinci tür birlik, her türlü çokluğun kaynağı olduğu gibi, Hakkın çokluk ile ilişkiside bu birlik sayesinde mümkündür. Bu çokluk Hakkın isim ve sıfatlarının çokluğudur. Ve onların çokluğu ve birlikten farklılıkları gerçek anlamda değil itibari ve nispi olabilir. Hakk uluhiyetinide bu nispi ve itibari çoklukla zuhura çıkarıp, bilinmek arzusunu, sevgisini yürürlüğe koymuştur. Zira Hakk açısından alemlerle ilişkisini temin eden ve mümkün kılan şey isim ve sıfatlarıdır. Buna karşın çokluk niteliğindeki alemin Hakk ile irtibatını temin eden şey ise, alemlere nüfuz eden, sirayet eden ve onlara egemen olan ilahi birliktir. Bu ilahi birliği temin eden şey ise, “genel vücud tecellisi” olan “nefesi rahman” dır. Nefsi rahman alemlerin her zerresine nüfuz eden, sirayet eden, birliği temin eden tecellidir. Bu tecelliye “tecelli-i vahid” adı da verilir. Esasta ve özünde ilahi isim ve sıfatların çokluğundan tek Zata dönen bir birliktir. Şöyleki alemler ve alemlerdeki her şey ilahi isimlerin tecelli ve zuhur mahallidir. Bu ilahi isim Rabb-ı has olup o şeyin var olmasını temin eden ve Mutlak Vücudla ilişkisini, irtibatını, münasebetini temin eden isimdir. Bu isim sayesinde mevcud, Hakk tarafından yönetilmekte, Rab isminin gereği terbiye edilmektedir. Bu ilişki her an, her durumda sürer.
Bir bütün olarak alemlerin birlik yönünü sağlayan insan-ı kamildir. İnsan-ı kamil bütün ilahi isim ve sıfatları kendi zatında cem edebilmiştir.
Alem aynasının sırrı ve cilası insan-ı kamildir. Allah, alem aynasında esma ve sıfat kemallerini, insanı kamilde ise hem bu isim ve sıfatların hepsini hemde Zati kemalini göstermek ve bu suretle bilinmek istemiştir.
Bir varlığın kendi zatını bilmesi, nefsine nazar etmesi ile kendisine aittir. Hakda nefsiyle kaimdir (kaim bi nefsihi). Zati sıfatıdır. Hakk kendi zatını, zatıyla zati nefsiyle bilir. Her insanda kendi zatını, nefsi ile bilebilir. Bu nedenle “Nefsini bilen Rabbını bilir” denmiştir. Nefsini bilen, nefsi kendisinin bilinmesi için insana hibe eden Rabbınıda bilme ve O’na arif olma yolunuda bulmuş olur.
Alem genel vücud tecellisi olan “nefesi rahman” ile her anda Zatı ile Hakk’a muhtaçtır. Hakk tecelli ile aleme imdat eder, yardıma koşar, rahmet eder. Alemin hakikatine bu tecelli ile kaim olur. Tecellisini kestiği an, kestiği mahal yok olur. Nefesi Rahman Zatın aynıdır.
Allah her mertebede ve her zerrede, Zatıyla kaim ve batın, Vücuduyla mevcud, sıfatıyla muhit ve tecelli, esmasıyla malum, kudretiyle fail, fiiliyle zahir, eserleriyle meşhud, batını ile sırdır.
İşte insan varoluş mertebelerinin, fiillerinin ve fiillerin sonuçlarının, isimlerinin, sıfatlarının ve zatının kısaca tüm varlığının Hakkk’a ait olduğunu, Hakk’ın tecelli mahalli, zuhura çıkış yeri olduğunu ve Hakk’la kaim olduğunu idrak ettiğinde, tek Mabud olan Allah’ın Zatına ibadet eder. Zira O’ndan başka Mabud ve İlah yoktur. “la mabude illallah; la ilahe illallah” zikrine devam ederek, kendi zatınıda O’nunla, O’na ait görerek tüm yaşantısını ibadete çevirir, bu ise ubudet adını alır. Zira Hakk’la birlikte yapılmaktadır. Hakk O’nda Zatıyla tecelli etmektedir. Bu yaşam ancak zevk ile yaşanıp anlaşılabilecek bir yaşamdır. Tadmayan bilmez. Kur’an ve Sünnet-i Muhammedi üzere halka gerçek değerini vererek yaşar. Yöneldiği ilahi Zat’ın halk adıyla zuhura çıktığını bilir. Halk da İlahi Zatın isim ve sıfatları ile zuhura çıktığının idrakindedir. Bu nedenle alemlerde Hakkın zuhurlarından başka bir şey olmadığı idrakiyle, Hakk hangi mertebeden zuhurda ise, o mertebenin gereklerine göre hareket eder. Zira Vücud bir olsada, mertebeleri, zuhura çıkış şekilleri çokluk arzeder. Bu farklı zuhura çıkışları Kur’an ve Sünnet-i Muhammedi ayarıyla değerlendirir ve buna göre halkla irtibatını devam ettirir. Zira bilirki Hak, isimleri ve sıfatları ile halkda zuhura çıkmaktadır. Bu idrak ile tevhid zevkini yaşar ve her halk edilmişe yerli yerince muamele eder, değerini adaletle verir. Ölçüyü ve tartıyı dengeli tutar. Yunus’un deyimiyle: “Yaratılanı severiz, Yaradandan ötürü” der ancak her halkedilmişe gerçek değeriyle, Kur’an ölçüsüyle hakkını verir. Karşısına çıkan insanlara bulundukları düzeyde ve yetenekleri varsa daha üst düzeyden, mertebeden hitap ederek, onları Allah’a yakınlaştırmaya, Allah’ı buldurmaya çalışır. Zira Peygamber Efendimiz (sav): “İnsanlara akılları düzeyinde hitap ediniz” buyurmuşlardır.
Tek ilahi Zat Mabud’un hakikatine yönelir ve bünyesinde halkı ve Hakkı cem ederek yaşamını sürdürür. Tüm ibadetlerini de Tek ve Bir Mabud ve İlah olan “Mutlak Zat ile” yapar. Tüm yaşamını ubudet haline çevirir.
“Bir şeyin nefsi, o şeyin zatıdır” hakikatiyle, nefsi natıka ve buna taayyün ile eklenen tüm özellikler kişinin zatını oluşturur. Ancak nefsi natıkanın Allah’ın Zati sıfatlarının zuhur mahalli olduğu hatırlanırsa, Mutlak Zatın ancak Allah olacağı açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. Allah Zati Nefsi ile Tek ve Bir Zattır. Bizlere verilen zat ismi bunun zuhur mahalli olmamız itibari ile izafidir. Bizlerin ve tüm mevcudların zatı bu nedenle “izafi zat” olarak adlandırılır. Ve izafi zatlarımız Allah’ın Zati Nefsi ile kaimdir. Varlıklarını bu şekilde devam ettirebilirler. Bu Zatı Mutlakın “kaim binefsihi” sıfatının tecellisi vasıtasıyladır. Mutlak Zat aynı zamanda Mutlak Vücudu temsil etmektedir. Bizlerin mevcut olarak vücud bulmamızda izafi ve nispidir. Bizlerin vücudu kayıtlanmış ve sınırlanmış “izafi vücud” lardır. Ve varlığını Mutlak Vücud ile sürdürebilmektedir. Bu tecelliler kesildiğinde ise varlık ile ilişkili mevcud zuhurlardan kalkmaktadır. Ama Allah kendi Zatıyla daim ve baki olarak varlığını devam ettirmektedir. Allah olarak, Zatıyla uluhiyetini sürdürmekte, uluhiyeti de daim ve baki özelliğini devam ettirmektedir.
İnsanın hakikati, özü nefsi natıkadır. Nefsi natıka Allah’ın Zatı sıfatlarının mazharıdır. Nefs kişinin zatını, hüviyetini temsil etsede bu Allah’ın Zatına göre “izafi zat” olarak temsil edilir. Mutlak Zat Allah’dır. Bu ilimle kişi “lâ zate illallah” der ve zatını temsil eden nefsi natıkasını da sahibine teslim eder. Bu kişinin Zatta fani olmasıdır. “Fenafillah” denilen haldir. Kendi nefsinde tecelli edenin uluhiyeti ile TEK ve BİR ZAT olduğunu idrak eder. “lâ ilahe illallah” diyerekte nefsindeki tüm tecellileri uluhiyeti Zat’ın temsili Allah ismi altında O’na teslim eder. Nefsindeki tüm tecellilerin kaynağının “Zat Allah” olduğu bilinci ile, tecelliler ile “beka” halini yaşadığını idrak eder. Bu da kişinin “Allah ile baki” olduğunu anlamasıdır. “Bekabillah” denilende bu haldir. İlahi Zatın, nefsi natıkasının hem tecelli mahalli hemde “KAYYUM” u olduğunu idrak etmesidir. Zira İlahi Zat “kaim bi nefsihi” sıfatıyla tecelli ederek kişinin nefsi natıkasının kayyumu olmaktadır. Yani O’nunla (Allah’la) varolmasını sağlayandır. Bu tecelli olmasa kişinin zatı söz konusu olamaz. Nefsindeki bu tecelliyi ve Hak kaynaklı nefsi emanetini sahibine teslim ederek ölmeden önce iradi ölümle ölür ve “Müslüman” olur. Nefsinin devamını sağlayan ilahi tecellilere Hakk’la ve Hakk’ça riayet ederek “KUL” olur.
Ruhul Azam ise, Hakkın onunla mahluk göründüğü Hakikati Muhammedi’dir. O’nun nefsi natıkası ve Zatıdır. Ruhul Azamda Allah’ın ruhudur ve Zatın, Zati sıfatlarını temsil eden, zuhura çıkaran ruhudur. Allah’ın Ruhul Azam ile nazarı, kendi nefsine nazarı (Zati Nefsine) gibidir. Kendi Zati Nurundan ruhul azam zuhura çıktı. Alemlerin ilk halkedilişi bu ruhladır. Ruhul Azam Hakikati Muhammediye’de tam kemali ile zuhur etmiştir. Bu mana icabıdırki Peygamber Efendimiz, en faziletli insan olmuştur. Bu gerçek şu ayeti kerime ile belirtilmiştir: “İşte böylece sanada emrimizden RUH vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezken, fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisini kılavuzladığımız bir nur yaptık. Kuşkusuz sen dosdoğru bir yola kılavuzluk etmektesin” (Şura/52)
İşte bu ruh, ruhul azam olup, Peygamber Efendimizde en kemalli şekilde zuhura çıkan ruhtur. Bir şeyin ruhu o şeyin kendisidir. Yani nefsidir. Bu ruh aynı zamanda Peygamber Efendimizin nefsi olup, nefsi natıkanında en kemalli halidir. Bu nefisde Allah’ın Zati Nefsi ile kaimdir. Zira Allah’ın Zati Nefsi, Kendi Zatını bildirmekte ve yansıtmaktadır.
Ruhul Azam, Kalem-i ala, Ruhu Muhammedi, Akl-ı evvel, Ruh-u İlahi gibi isimlerle belirtilmektedir.
Ruhul Azam ve Ruhul Kudüs ile Hakk, isim ve sıfatlarının tecellisini murad etmektedir. Bu tecellilerden murad, halka Zatını aşikare bildirmektir. Bu tecelliler ile bu ahlakı oluşturup, nefsi natıkayı Kuran-ı natık hale getirmektir. Bu gerçek; “Hiç şüphesiz sen büyük ahlak üzerindesin” (Kalem/4) ayetiyle ve “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” hadisiyle açıkça bildirilmiştir. Kur’an ahlakı, Allah’ın ahlakı olup, bu ahlak Allah’ın sıfatlarının ve isimlerinin tecelli eylemesi ve sırların aşikar olması ile zuhura çıkmaktadır.
Nefsi natıkanın Hakkın Zati sıfatlarına dayandığını idrak eden kişi, bu hususiyetleri ortaya çıkaran Ruhul Azam’ın ve sübuti sıfatların mazharı olan Ruhul Kudusün dahi Hakk’a ait olduğunu idrak eder. Ruhul Azam ve Ruhul Kudus Allah’ın ruhudur. Allah’ın Zati hayatiyet ve Zati Kayyumiyeti ile faaliyettedir. Böylece Ruhul Azam, Ruhul Kudus, nefsi natıka emanetleri de sahibine, Allah’ın Zatına iade edilmiş olur. Böylece “izafi zat” ına ait ne varsa hepsi Hakka teslim edilmiş olur ve Hakkın Zatı ile hayatiyet ve kayyumiyet kazanıldığının bilincine varılmış olunur.
Bu mertebeye gelen irfan yolcusu, eşyanın hakikatinin, Zat ile kaim, sıfat ve isimlerle mevcud olduğunun idrakine varır. Alemlerdeki her mevcudun batınında Allah’ın Zatının, sıfatlarının ve isimlerinin yer aldığını, ancak bunlarla “mevcud” “eşya” olduğunun şuuruna varır.
Allah’ın nefsimize, Kayyum ismi ile tecelli ederek O’nda ebedi olarak varlığımızın devam ettiği idrakini vermesi Hay esmasıyla tecelli ederek dünya ve ahiret hayatımızı Cennete çevirmesi; Alim ismi ile tecelli ederek; Zatını ve hakikatlerini anlayıp ayırt edip amel etmemizi sağlaması dua ve niyazıyla… AMİN.
önceki sayfa sonraki sayfa