NEFS-İ EMMARE
Anlamı: Kötülüğü emreden nefs mertebesi
ZİKRİ: lâ ilahe illallah
(İlah yok ancak Allah var) (İlah ancak Allah’tır) (Uluhiyet (ilahlık) ancak Allah’a aittir)
(Allah’dan başka ilah yoktur)
TEVHİD ZİKRİ: lâ ene illallah, lâ ilahe illallah
(ene, benlik ancak Allah’a aittir) (ilah ancak Allah’tır) (Allah’tan başka BENLİK YOKTUR)
Allah Zatı Nefsi’ni tanımlarken şu zati kelamını kudsi hadisle bildirmiştir:
“Lâ ilahe illallah işte ben O’yum”
Peygamber efendimiz ise hadislerinde;
“Lâ ilahe illallah benim kalemdir. Oraya giren kurtulur”
Ayrıca Kur’an’ı Kerimde Peygamber Efendimize hitaben: “Fa’lem ennehu lâ ilahe illallah” (Muhammed/19) “muhakkak bilki Allah’tan başka ilah yoktur” buyurulmuştur.
Bu mertebede nefs-i natıka “nefs” adını alır. Nefs ismiyle müsemma olur.
İDRAK AYETİ: “Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ ve in lem teğfirlenâ veterhamnâ le nekünenne minel hasirin.”
Mealen: “Ey Rabbimiz biz nefislerimize zulmettik, eğer sen bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz” (Araf/23)
İDRAK AYETİ: “Vema uberriu nefsi innennefse le emmâretün bissui illâ mâ rahime inne Rabbi gafururrahiym” (Yusuf/53)
Mealen: “Ben nefsimi temize çıkarmak istemem, çünkü nefis daima kötülüğü emredicidir. Meğerki Rabbimin esirgediği bir nefs ola. Gerçekten Rabbim bağışlayan ve esirgeyendir”
Yaşantısı: Haktan gafildir, kötülüğe meyyaldir, isyan ve fenalığın menşeidir. Kötü ahlak sahibidir, tabiatı zulmani ve suflidir. HAVF ve RECA halidir.
Hakk’ın ilmi Zat’ında varlık kokusu almamış ayan-ı sabiteler halinde mevcut olan insan, Hakk’ın nefesi rahmanisi ile Hakk’ın Zatından birimsel nefisler olarak ayrılıp, onsekiz bin alem arasında yer alan “akl-ı kül, nefs-i kül, arş, kürsi, yedi kat gök, ay, hava, ateş, su, toprak, maden, nebat, hayvan” gibi yollardan geçerek “insan suretinde” dünyaya gelen varlıktır. Şekli olarak o görünümde olmakla beraber mana olarak insan değildir. “Ben” liğinin farkına varır. Birimsel nefisler, beden kalıbına girdiğinde; “Nefisler bedenlerle birleştirildiğinde” (Tekvir/7) ayeti ile bedeni ile birlikte benliğinin farkına varır. Dünya hayatı sırasında gelişip, büyürken bu “izafi benliğini” tamamen kendine mal etmeyi öğrenir. “Ben” dediği varlığı her varlıktan ayırır, dolayısıyla her mevcudu, varlığı da ayrı ayrı görüp, dünya hayatı çokluk alemine dönüşür. Dünya, insanın fiziki olarak hayat bulduğu yer olmasına rağmen, aslında manen nefsi hakikatinin örtüldüğü yerdir. Çünkü o insan, mana olarak Hakk’ın Zatı’ndan ayrılmış gayrılığa ve birimselliğe düşmüştür.
Nefs-i natıka, dünyaya ulaşıp bedenle örtüldüğünde, Hakkın Nefsinden uzaklaştığından bireysel hale gelir ki bu nedenle “birimsel nefs” adını alır. Şehadet aleminde beşeriyete intikal ettiğinden “beşeri nefs” ve Hakk’ın Nefsine itibarlada “izafi nefs” adını almaktadır. Bu birimsel nefs, kötü ahlak vasıfları ile açığa çıkarsa nefs-i emmare adını almaktadır. Ahlak ise nefsin davranışlara ve fiillere yansıdığı haldir. Nefs hangi mertebede ise, o mertebenin ahlakı dışa yansır.
“lâ ene illallah” zikri ile kendi benliğinin aslında Allah ile var olduğunu hatırlayıp, kendindeki güç ve kudretin aslında Allah’a ait olduğunu hatırlayıp, nefsin hakikatini idrak etmeye başlayacaktır. Nefsinin ve benliğinin (enesinin) aslında Allah ile mevcut olduğu şuuruna gelemeyen kimse, Allah’dan (cc) en uzak noktadadır. Bu bilinçten noksan olan her nefis ve nefes Hakk’tan daha da uzaklaşmaktadır.
Bu noktada “ene” ve “enaniyet” kelimeleri ve asılları, kaynakları üzerinde durmak gerekir.
Birimsel Ene: Arapçada ben, benlik, ego denilen şeydir. Bir şeyin nefsi, o şeyin benliğini, enesini, şahsiyetini, hüviyetini, özünü, zatını temsil eder.
Birimsel Enaniyet: Benlik, kendine güvenmek, gurur, hodbinlik, sadece kendine taraftarlık yapmak, her yaptığı işi kendinden bilmek.
İlahi ene: Allah’ın Zatı Nefsini, Zatını temsil eder.
İlahi enaniyet: Gizli hazine olan Allah’ın zatını, benliğini alemlere ilan etmesi ve bu suretle bilinmeyi sevip istemesi; alemlerde zahir ismiyle açığa çıkması, ilahi hüviyetini zuhura çıkarması.
Nefs, bir şeyin zatı, hüviyeti, kimliği, şahsiyetidir. Zatı temsil eder.
Allah “İlahi enesini, benliğini” ve amacını şu kudsi hadiste açıkça ilan ekmektedir:
“Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliliğimi sevdim. Halkı zuhura getirdim (yarattım). Ta ki Beni bilsinler”.
Ben diye bahsedilen gizli hazine olan ilahi isimlerin anahtarı, Allah’ın Zatı nefsidir. Zira Allah’ın Zati sıfatlarından olan “kaim bi nefsihi (nefsiyle kaim, var olma) vasıtasıyla Allah Zatından BEN diye bahsetmektedir. Zira bu mertebede “Allah” ismi dahi zuhura çıkmamıştır. Bu mertebeyi açıklamak için Ben diyerek Zatını açıklamak zorunda kalışıdır. “Allah” ismi halkı zuhura getirip (yaratıp), ilahlığını ve uluhiyetini ilan ettiği mertebede geçerlidir. Kısaca “Allah” ismi, Zatının zuhurlarından sonra, Zatına verdiği Zati ismidir.
Alemin anahtarı ise insanın elindedir ve nefs-i natıkasına takılmıştır. Alemlerin kapıları zahiren açık görünürken, hakikatte kapalıdır. Cenab-ı Hakk emanet olarak insana “ene” namında öyle anahtar vermiştir ki, eğitildiğinde ve hakikati idrak edildiğinde alemin bütün kapılarını açar ve öyle değerli bir “enaniyet” vermiştir ki, eğitilip hakikatine uygun davranışlarla alemlerin yaratıcısının gizli hazinesini onunla (ene’siyle) keşfeder. Bu eğitimin şeklide, tasavvufta irfan yolu ile özetleyebileceğimiz seyr-i süluk yöntemidir. Bu da “nefse arif olup, bilip, Rabbe arif olup, O’nu bilmekle” mümkündür. Fakat ene, bunun kaynağı nefs-i natıka, kendiside gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikati, mahiyeti ve halk ediliş (yaradılış) sırrı bilinse, kendisi açıldığı gibi, alemler dahi açılır. Allah, insana emanet olarak Rububiyetinin (Rablığının) isim, sıfat ve örneklerini cami bir “ene” vermiştir. Bu ene, Allah’ın “ene” si ile irtibatı sağlayan “izafi ene” dir. Tecelli mahalli nefsdir. Allah ile varlığını ve devamını temin eder. İş, “ene” yi eğitip, terbiye ve tezkiye etmektedir. Yaradılış sırrını anlayıp, bu istikamette “ene” yi kullanmaktır. Taki bu “ene” ve tecellileri, açığa çıkışları ile bilinsin. İnsanın enaniyeti, kendinde var sandığı vehmi bir rububiyet (Rablık) iddia eder, vehmi bir malikiyet, vehmi bir kudret, vehmi bir ilim tasavvur eder. Sonra tüm bunlara da kendi kendine vehmi (algısal) bir sınır çizer. Bütün isim, sıfat ve tecelli-i ilahiyeyi bir dereceye kadar bildirecek ve gösterecek binlerce esrarlı hal, sıfat ve hissiyat “ene” de mevcuttur. “ENE” ayna misalidir ve aynanın amacı tevhidi (birliği) bulmak için ve kıyas amacı için insana armağan edilmiştir. “Ene” nin iki yüzü vardır. Bir yüzü Hakka ve hayra bakar; bir yüzü batıla ve şerre bakar. “Ene” emaneti hakkıyla eda ettiğinde, “ene” nin dürbünüyle, alemleri, ne vazife gördüğünü görür ve harici, afaki bilgi nefse geldiği vakit, enede tasdik görür veya görmez. Tasdik gören ilim, nefsde nur ve hikmet olarak kalır.
Eğer “ene” yaradılış hikmetini unutup, fıtri vazifesini terk ederek kendini malik zannetse, emaneti sahibinin istediği doğrultusunda kullanmayıp bencilliği doğrultusunda kullanırsa, o vakit emanete hıyanet etmiş olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri ortaya çıkaran enaniyetin bu şer yönüdür. Eğer “ene” nin, nefsin hakikati, mahiyeti bilinmezse gittikçe kalınlaşır. İnsan vûcudunun her tarafına şer olarak yayılır. Koca bir ejderha gibi insanı yoldan çıkarır. Bütün şerlerin kaynağı olur. “Kendime, nefsime” malikim, sahibim der, bu vehmi görüşüne dayanarak, bununla kıyas ederek “her şey kendine maliktir, sahiptir” der; Allah’ı unutur, böylece itikat edip, inanarak şirke düşer. Bu ise mutlak karanlıktır, cehalettir. Bu cehalet sürdüğü sürece, duyguları, fikirleri, alemlerin marifet nurunu getirse bile, nefsinde onu tasdik edecek, nurlandıracak ve bu nuru devam ettirecek öz bulunmadığı için sönerler. Gelen her şey nefsinin o halindeki renkler ile boyanır. İşte bu haldeki “ene” nin rengi, şirk ve Allah’ı inkardır. Bütün alem parlak ayetlerle dolsa, o “ene” deki karanlıklar bu ayetleri algılamaz, nurunu göstermez. Bu durumdaki ene bencilliğini gösterir. Bencillikten hayatında diğer kişi ve eşyaya, bencilliği ve menfaati ölçüsünde hırs ve tamah ile yer verir.
Noksan insanda vücudunun bağımsızlığı ve gayri oluş vehmi galip olduğundan, kendisinde açığa çıkan sıfatları ve fiilleri nefsine bağlar. Ve vücudunda bağımsız oluşu gördükçe vücud hususunda ortaklık davasına kalkar. Bu ise çok büyük bir zulümdür. Nitekim Hakk Teala buyurur: “Muhakkak ki şirk çok büyük bir zulumdür” (Lokman/13). Çünkü zulüm sözlükte, “bir şeyi kendi asıl yerinden başka yere koymaktır”. Bu da vücud vehminin sürüklemesiyle ortaklık davasından doğar. Böyle olunca şirkin kaynağı kendi nefsinden ve çevresindeki eşyanın hakikatinden ve onları var eden Allah’tan cahillik ve bu cahillik sebebiyle tabiat karanlığı ve çokluk hükümlerinde boğulmaktır. Peygamberlerin ve getirdikleri kitapların indirilmesindeki amaçlarından biride, insanları bu şirkten kurtarmaktır. Tevhide, birliğe ulaştırmaktır.
Allah, kendisinin razı olduğu ve olmadığı fiilleri risalet (peygamberlik) mertebesinde koyduğu şeriat ile kullarına ilan etmiştir. İlahi suret olarak mahluk olan insan, kendi nefsini inceleyecek olursa, razı olduğu ve olmadığı fiillerin açığa çıkmasının ne demek olduğuna bizzat hakikatini idrak ile vakıf olur. Allah akıl lütfettiği insanıda bu kanunlarla sorumlu tutmuştur. İnsan, Allah’ın koyduğu emir ve yasaklarını aklıyla değerlendirip, gereğini yapmakla yükümlüdür. Kim kendisinde böyle bir iktidar ve ihtiyar olmadığını zannederse, onda mizaç bozukluğu var demektir ve tedaviye muhtaçtır.
İnsanlar, nefsin hakikatinden en uzak noktadaki bu düzeyde ve nefsi emmare düzeyinde (ene ile açıklanan nefsin hakikati olan nefs-i natıkadır), nefsi emmarede ise, ene kötü, şer ahlak ve sıfatlara bezenmiştir. İyiliği, güzel ahlakı, Allah’ı bulması için kendisine emanet olarak verilen ene, cehaletle örtülmüş, kötü ahlaklarla vasıflanmış ve kötülüğü emreden nefs (nefs-i emmare) halini almıştır. Nefsi emmare, kulu Rabbından uzaklaştırarak, kötülükleri işlemeye tahrik eden en sufli durumdaki isyankar nefistir. “Emmare” çok emredici demektir. Bu sıfatı taşıyan nefsin yegane maksadı, heva ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir. Şehvetin esiri, şeytanın avanesi olmuş, keyfine, zevkine, günaha düşkün olan nefs mertebesidir.
…”Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder” (Yusuf/53)
Nefsi emmarede, insani ruh olan ruh-u sultani, tamamen ruh-i hayvaninin esiri haline gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hakim olmuştur. Bu gibi kimseler hakkında Cenab-ı Hakk şöyle buyurur:
“Andolsun biz cinleri ve insanların birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha aşağı seviyededirler. İşte asıl gafiller onlardır” (ARAF/179)
Nefs-i emmare gafletine dalmış kimseler, ahiretlerini kurtaracak hayır ve hasenat işlerine koşmakta tembel, kötülüklerden sakınma, çekinme hususunda kayıtsızdırlar. Ara sıra pişmanlık duysalarda, bu nedamet onların hal ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesile olacak kuvvetten mahrumdur. Bu mertebedeki insan, manen tedaviye muhtaç hasta gibidir.
“Kafir olanlar, zevk edip eğlenmeye bakarlar, hayvanların yediği gibi yer, içerler. Onların varacakları yer ateştir” (Muhammed/12)
“Ene” nin ve onu temsil eden “nefs” in bağımsız ve ayrı bir vücudu yoktur. Varlığı Allah iledir. Hakk iledir. Bütün kötü ahlak vasıflarının temelinde, kendini Allah’tan ayrı zannetme vehmi, algısı yatar. Bu Allah’tan ayrı olma vehmi; hem şirke, hemde nefse ait kötü ahlak vasıflarına neden olur.
Emmare Nefsin Sıfatları: Şirk, zulüm, küfür, yalancılık, şehvetperestlik, nefs arzusunu ilah edinme, alaycılık, kibir, cimrilik, hased, ihanet, öfke, iki yüzlülük, bozgunculuk, heva ve heves, arzulara uyma, dedikodu, ucub.
Bu özelliklerden bir veya birkaçına sahip olan emmare nefsdendir. Firavun’un ve şeytanın nefsidir. Egoizmlerinin gereği benlik, bencillik duygusu nefslerine hakimdir. Evrenin mülk ve saltanatı sanki kendilerininmiş gibi davranırlar. Dünya nimetlerini ve nefsin tüm heves ve arzularını ilahlaştırmışlardır. Kendi ilahlaştırdıkları ilahlara tapınırlar, onların mahkumu olmuşlar, Allah’ı unutmuşlardır. Ciddiyet ve samimiyetle tevbe ederlerse ve Allah’a sığınırlarsa, şefaat ve affa erişebilirler. Çünkü ayeti kerimede şöyle buyurulur:
“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar” (Zümer/53)
Bu ayetlerle ümitsizlik yerilmiştir. Ancak tevbe edip Allah’a sığınmazlarsa; “Onlar Allah’ı unuttu, Allah’da onlara nefislerini unutturdu” (Haşr/19) ayetinin hükmü gereği ihlasla Allah’a sığınmadıkları için nefislerini karanlıklara gömerler ve “Nefsini kötülüklere, karanlığa gömen ziyandadır” (Şems/10) ayetlerinin sınırlarına girerlerki, Allah’ı unuttukları için mutlak cehalet, nefsi emmare ve benlik karanlıklarında kalırlar.
İnsanın nefsi emmare şuuruna varması, kendinde kötülüğü emreden gücün benliğine hakim olduğu idrakine ermesi, yani Allah’tan emanet olarak aldığı “ene” sine, nefsine arız olan kötü ahlakların farkına varıp, gerekli çalışmaları, gayretleri, gereken ilimleri alıp, zikirleri yaparak başlaması gerekir. Bu şuur, kişinin nefsi emmare bilincine gelip çalışmalara başlaması, bir bakıma o kişinin bu mertebede yeniden doğumudur, manevi doğumudur. Mevlüd kandilidir. Hakka yönelmesi, nefs-i emmare nitelikleri olan kötü ahlaklarla savaşması Allah’ın emirlerine rağbet etmesidir. Allah’da bu kişiye rağbet edecektir, ki bu da şahsın kendi bünyesinde bu mertebede Regaip kandilini oluşturması demektir. Bu manevi doğuş ve rağbet devam ettiği süre içerisinde elde ettiği ilimler, çalışma ve gayretleriyle kendi bünyesinde bu mertebede miraç yoluna çıkması demektir, ki şahsın kendi bünyesinde miraç kandilini oluşturmaya başlaması demektir. Bu şekilde her nefis mertebesinin bu şekilde doğumu, regaibi ve miraç yolu bulunmaktadır. Nefis mertebeleri ve tevhid yolundaki engeller aşıldıkça ilim, irfan tahsil edildikçe bu kandiller kendi bünyesinde kutlanacaktır.
Nefs-i emmare şuuruna gelmeyen bir kişi ise; Allah’tan en uzak noktadır. Kendini, nefsini bilme yoluna bile girmemiştir. “Nefsini bilen, Rabbını bilir” hadisi gereği nefs şuuruna bile gelememiş, dolayısıyla Rabbini bilememiş, bunuda öğrenmek için çaba göstermemiş böylece; “O kimseler gibi olmayın ki onlar Allah’ı unuttular, Allah’da ceza olarak nefislerini onlara unutturdu” (Haşr/19) hükmü gereği nefislerine, nefsin hakikatine zulmetmişlerdir. Allah onlara zulmetmemiştir.
Bu durumdan ve nefsi emmare mertebesinden kurtulup, üst mertebelere yükselmek için yapılması gerekenler:
Zaten emmare nefis, ya tembelliktedir ya da sonsuz hırs ve tamah ile dünya için çalışmaya insanı sevk etmektedir. Ama ölçü konulmuş yarın ölecekmiş gibi ahiret için de çalışılması gerektiği vurgulanmıştır. Burada yarın kelimesi, hemen bir an sonra olarak ele alınırsa, ki hiç kimsenin bir an sonra yaşayacağına dair garantisi yoktur. Bu gerçek bireyi hayatın en büyük gerçeği ile baş başa bırakır. O da ölüm gerçeği ve ölüm sonrası ne olacağı sorusudur.
Kur’an-ı Kerim Al-i İmran suresi 185. ayetinde “Her nefis ölümü tadacaktır” ifadesiyle, ölümün yok olunacak bir şey olmadığı, ancak nefs tarafından tadılacak bir şey olduğu açık olarak bildirilmektedir.
O halde emmare mertebesinde kalan bir nefs ile diğer mertebelerde olan nefislerin ölümü tatmaları, değişik değişik olacaktır. Gerçek ifade, ölümün beden tarafından değil nefis tarafından tadılacağıdır. Nefsin hakikatide Allah’ın nurundan, Kur’anın sırrından olduğundan nefis bulunduğu mertebe sıfatları ile kabire, oradan kıyamet sahnelerinden sonra cennet veya cehenneme dahil olacak, hayatını devam ettirecektir.
İnsanın hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanması, ahiret gerçeğini bize açıklayan delillerden biridir. İnsanın içindeki bu ölümsüzlük hissi, nefsin ölmeyeceğini, ancak ölümü tadacağı gerçeğini ve nefsin hakikatinin ahirette (cennet veya cehennemde) yaşamına devam edeceği gerçeğinden insanın nefsine, benliğine yansımaktadır. İşte bu nedenle Peygamber Efendimiz (sav) “Nasihat için ölüm yeter” buyurmuşlardır. Ayrıca “Zevkleri azaltan ölümü çokça anın” uyarısında bulunarak bize bu hadislerle “dünya ve ahiret denge” sini, belirli ölçülere oturtmuştur.
Nefsin hakikati Allah’ın Nurundandır, ölmez, yok olmaz. Boyut değiştirir. Bizden; “nefislerinizi öldürünüz” (Bakara/54) ayeti ifadesinde belirtilen ölüm “nefsi emmare” sıfatlarının, arzularının, kötü ahlak vasıflarının yok edilmesi ve ortadan kaldırılmasının istenmesidir. Zira bu vasıflar, sıfatlar gaflete, gaflette mutlak uzaklığa götürür. Zira bu kötü ahlak vasıfları, nefsin hakikatini örtmüştür. Kötü ahlak vasıflarını öldürmemiz, yani kötü ahlak vasıflarını bırakıp, iyi ahlak vasıfları ile nefsimizi süslememiz sayesinde olacaktır. Bunun yoluda nefs terbiyesi ve tezkiyesi ile nefs mertebelerini ve tevhid eğitimini tahsil edip, hakikatlerini idrakle olacaktır.
Kur’anı kerim’de bazı Peygamberlerin kavimlerinin helak edildikleri anlatılmaktadır. Peygamberlerin kavimlerinin helak edilmeleri, onların öldürülmelidir. Helak olmalarının sebebi ise onların nefislerindeki kötü ahlak vasıflarını, uyarılara rağmen değiştirmemeleridir. Bu kıssalardan birey nefs olarak payımıza düşen hisseyi almalıyız. Bu kıssalarla bizlerden istenen nefs-i natıkamıza sonradan arız olan “kötü ahlak vasıflarını” ortadan kaldırmaktır. Bu vasıfları öldürmektir. İşte “nefislerinizi öldürünüz” emri ile bizden istenen kötü ahlak vasıflarını bir daha hayat bulmayacakları bir şekilde yok etmemizdir. Bunların yerine “iyi ahlak vasıflarına” hayat şansı tanımamızdır. Bizde bu yolu takip edip, Allah’ın emirlerini yerine getirdiğimizde adeta iyi ahlak vasıfları ile yeniden doğmuş olacağız. Aksi ise kötü ahlak vasıflarını yok etmez isek, kendi helakımızı kendimiz sağlamış oluruz.
Peygamber Efendimiz “Küçük cihaddan, büyük cihada gidiyoruz” hadisleri ile zahirde düşmanla yapılan savaşı küçük cihad, nefsle yapılan mücahede, terbiye, tezkiye işlemlerini büyük cihad olarak isimlendirmiştir. Bunun için gerekli ilimlerle kendimizi donatmalıyız. Zira “İlim müminin yitik malıdır, nerde olsa almalıdır” hadisi şerifi ile bu yol ebediyen isteklilerine açık tutulmuştur.
Nefsi Emmare Sıfatları İyi Ahlak Vasıfları
İnsan, anneden gelen bir yumurta hücresiyle (ovum), babadan gelen bir spermin döllenmesinden oluşan tek bir hücrenin, Allah’ın ilmi ve kudretiyle, yine Allah’ın gözetiminde çoğalması ve farklı organların oluşmasıyla fiziken dünyaya gelir. Değil bir hücrenin yaratılması, basit zannedilen bir atomun bile yaratılamayacağı düşünüldüğünde, bu varoluştaki sistemlerin nasıl çalıştığınında tam olarak bilinmesi imkansızdır. Bilinenlerse Allah’ın ilgili konudaki ilmini açmasıyla mümkündür. İnsanın meydana gelmesine yol açan tek hücrenin oluşmasında kaynak olan sperm hücresi ve yumurta hücresi Adem (as) da halkedilmiş ve Havva annemizde yaratılarak ve zürriyetleri ile genetik olarak bugünlere gelmiş ve yarınlarda da devam edecektir. İnsanın “benim” dediği varlığının oluşmasında bile hiç katkısı yoktur. Ya “benim” dediği varlığın, fiziki doğumundan sonra büyüme gelişmesindeki fiziki katkılarda bir rolü var mıdır? Bebeğin doğumundan ölümüne kadar tükettiği her türlü gıda, eşya vb. insana Allah’tan bir hibe olarak verilmiştir. Arada ödediğimiz ücret ise, Allah’ın halkettiği (yarattığı) her şeyi işlemek için insanlarca verilen hizmetin, insanın emeğinin ücretidir. Varoluşundan ölümüne kadar tükettiği her şeyin Allah’ın bir lütfu ve hibesi olduğunu, Allah bizlere hatırlatmak için Rahman suresinde tam 31 kez aynı ayeti tekrarlayarak bize sormaktadır. “Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız?” (Rahman/13)
İnsan bütün bu gerçekleri göre göre hala sahip oldukları her şeye “benim” der, kendinede vehmi benlik verir. Bütün bu nimetlere sahip olacağı parayı kazanacak mesleğide O vermiştir. Zira akıl dediğimiz Allah’ın nurunuda Allah bizlere bahşetmiştir. Aklımızı alsa, ne mesleğimiz, ne sahip olduklarımız, nede onların zevkleri kalır. Aklını insan kaç paraya satabilir? Akıl olmadığında bütün bu sahip olduklarımızın da farkında olamayacaktık. Diğer duygu, düşünce ve manevi bahşedilenler gibi. İnsanın “ben, benim” dediği her şeyin hatta “benliğinin hakikatininde” Allah’a ait olduğunu ve bu hakikatinin devamında da O’nun rol oynadığını idrak ettiğinde ve bu hakikatin (nefsin hakikatinin) ahiret hayatında da devam edeceğini ve oradada gözetmenin Allah olduğunu anlayıp, idrak etmesi gerekmektedir.
Peki bütün her şeyi hibe eden, armağan olarak bahşeden Allah (cc) insanlardan ne beklemektedir? Sorunun cevabı şu kudsi hadiste gizlidir; “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliliğimi sevdim. Halkı zuhura getirdim (yarattım). Nimetlerimi sevdirdim. Ta ki Beni bilsinler”
İşte Allah’ın bütün bu bahşettikleriyle insanlardan istediği şey bilinmesidir. Nasıl bir Allah olduğunun dünya hayatında ilim ve irfan ile idrak edilmesi, anlaşılması, bilinmesidir. İşte nefsi, ene’yi bu nedenle insana hibe etmiştir. Nefs aynasında “Ben gizli bir hazineydim” açıklamasındaki BEN diye açıkladığı Zati Nefsi’ne bir ayna olarakta insana “izafi nefsini” vererek bilinme mahalli olarak onu insana tahsis etmiştir. Bilinmekliliğini nefse bağlamıştır. Bu konuyu açan Hz. Peygamber (sav); “Nefsini bilen, Rabbını bilir” hadisiyle Allah’ı bilme yolunu nefsin bilinmesine bağlamıştır. İşte Allah’ın bize Kendini bildirip, bulup, uyup, olmamız için verdiği nefsi benliğimizi kötü ahlaklarla kirletip, nefs aynasını göremez, görünmez kılan insanın kendisidir. Tasavvufta irfan yolu ile nefs mertebeleri ve tevhid hakikati tahsil edilip, öğrenilip yaşanılırsa, nefsimizi bilip, bu yoldanda Rabbimizi bilmemiz mümkündür. Bu yoldan gidilmemesi nefsin hakikatine zulümdür. “Muhakkak sizler nefsilerinize zulm ettiniz” (Bakara/54) denilerek, nefsinizi gerçek manada tanıyıp, ona göre muamele edemediğimiz için nefsinize zulm etmiş oldunuz denmektedir. Aynı zamanda “Nefislerinize zulmetmeyiniz” hükmüyle bu yasaklanmıştır. Nefsin hakikatinin tahsili adeta teşvik edilmiştir. İşte bilinmesi için halk ettiği insana ve nefsine yardımcı olmak için Kur’anı ve Peygamberini yollamış, bu yolda yürünürken dikkat edilecek hususları ayetlerle ve hadislerle açıklamıştır. Bütün bu hibe ve bağışlar Allah’ın rahmetindendir. Bu yüzden nefsi bilme yoluna çıkıp, oradan Rab olan Allah’ı bilme yolunda ilerlemek için yapılacak her türlü çalışma ve gayret, kişinin kendine yapabileceği en büyük iyilik ve hayırdır. Nefsin hakikatinin Allah’ın nuru ve Kur’an’ın sırrından olduğu hatırlanacak olursa, kişi bu yolda kendi hakikatine ve Allah’ına ulaşacaktır. Zaten ayrı değildir ama, eğitim ile bu gerçeğe yakinen kavuşacaktır.
Her şeyi “tek bir nefisten” yaratan Allah’tır. Nefsin hakikatini ve bu bilgiyi bilen insan, diğer insanlarında, alemlerinde hakikatlerinin, bu hakikatten köken aldığını, sadece mertebe farkları olduğunun farkına vararak, diğer insanlara ve alemlere farklı gözlüklerle bakacaktır. Ancak herkes bu hakikatin farkında olmadığından ve nefsi benlik ve kötü ahlak vasıfları bu hakikati örttüğünden, mertebelere riayet şarttır. Nefsin mertebeleri tahsil edildikçe bu gerçek yakinen anlaşılacaktır. Bu şekilde “ilah olan Allah” bütün nefisleri, benlikleri zatıyla ve kudretiyle bilmektedir ve her nefsin kendisini bilmesini kolaylaştırmak için, herkese bu yolu mizacına göre hazırlamıştır. Kişiler, yetenek ve özellikleri arasındaki farklılık ve çokluk, bu yolların ve bu yolları açan ilahi isimlerin çokluğundan kaynaklanmaktadır. Yoksa hakikat birdir. Tasavvufi tevhid ve nefsi irfan yolu bu çokluğu birliğe ulaştırır. Bu çoklukların yaşandığı yer dünya hayatıdır. Peygamber Efendimiz (sav); “Dünya sevgisi her hatanın başıdır” hadisini söylemiştir. Dünya sevgisi ile kasdedilen Allah’tan gafil olarak dünyaya, içindeki bu çokluğa dalmaktır. Nefsani heva ve heveslere, ihtiraslara ölçüsüzce kapılmaktır. Dünyanın hakikatini ise Peygamber Efendimiz şu hadisle vermiştir; “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Amaç, Hz. Şehadet olan dünyanın, alemlerin, eşyanın hakikatini anlayıp, bu hakikatlere göre yaşamaktır. Madem “dünya ahiretin tarlasıdır”, öyleyse dünya ve içindekileri yine onları bize veren Allah için ve O’nun koyduğu ölçülerle kullanmak, hem dünyamızı hem ahiretimizi bize kazandıracaktır. Atalarımız bu gerçeği özetlemek için “Ne ekersen onu biçersin” demişlerdir. Hayır, eken Allah’ı ve Cenneti, şer ekende cehennemi biçecektir. Bu nedenle ehlullah dünya yaşamını şöyle özetlemişlerdir; “El işte, gönül Hakk’ta” Bu nedenle halka Hakça hizmet, Hakka hizmettir.
İnsanın nefsinin ve benliğinin, Allah indindeki yeri ve değeri bir örnekte açıklanacak olursa;
Hücrenin alemleri temsil ettiği göz önüne alınırsa, insan bu hücrenin çekirdeği ve hücreyi idare eden çekirdekteki kromozomlar mertebesindedir. Kromozomlar tüm hücrenin idaresini sağlayan temel bilgileri içeren organellerdir. Hücrenin tüm idaresi buradan gelen bilgilerle sağlanır. Bu bilgiler kromozomlara Allah tarafından yerleştirilmiştir ve belirli kanunlara kurallara bağlanmıştır. Yani idare, hücreyi idare eden güç olan Allah’ın iradesi ile tespit ettiği kanunlara göre sağlanır. Çekirdek kendi başına bu ilahi kanunların dışına çıkıp, hücreyi çekirdek olarak kendi kanunlarına göre yönetmeye kalktığında, hücre kanser hücresi haline gelmektedir. Kanser hücresi ise vücuda zarar vereceğinden yok edilmekte ya da vücudu kaplayıp kendi vücudunu yok etmektedir.
İşte insan da alemlerde bu çekirdek konumunda alemlerin efendisidir. Ancak insan da Allah’ın koyduğu ilahi kanunlarla bu konumu belirli sınırlar, kurallarla denetlenmektedir. Allah insana nefsini, benliğini bu ulvi amaç için vermiş, bu yolla Kendisinin bilinmesini arzu etmiştir. İşte insan benliğini ilahi kanunlarla terbiye ve tezkiye yoluyla Allah’a rabt ederse kendi vücud aleminde söz sahibi olur. Aksi ise vücud mülkünde anarşi ve huzursuzluk, mutsuzluk söz konusu olacak, kendi kendini cehenneme sürükleyecektir. Ancak nefsini, benliğini ilahi kanunlar çerçevesinde kullanırsa, vücud mülkünün sahibi olacak ve Allah’la cennetle müjdelenecektir. İnsan şunu da unutmamalıdır: Kromozomun hücreyi idare edebilme yeteneği olmasına rağmen, hücrenin her şeyi değildir. Hücre’yi gerçek olarak idare edenin aynısı yani Allah’ın Zatının aynısı değil, ama hücreden, Zattan da ayrı değildir, O’nun ne aynısı nede gayrısıdır. Allah’la varlığı devam eden, O’nun zuhur mahallidir.
İhtiyacımız ve bilmemiz gereken şey, emmare nefsin ihtiraslarına, arzularına karşı durmak, arzu ettiklerini Kur’an ve Sünnet ölçülerine göre nefse vermektir.
Nefsin hakikatinin, yani kişinin kendi zatının Allah’ın nurundan, Kur’an’ın sırından olduğunu ve bu nefsi ve nuru, ruhu veriş nedeninin Allah’ı bilmek olduğunu anlayan insanın, sahip olduğu vehmi benliğini Hakk’a teslim etmeyip, benliğini ve bencilliğini ilah edip, ihtiraslarının peşinde koşması şirke, ikiliğe, çokluğa yol açar. Bu konuda Kur’anda “Hevasını ilah edineni gördün mü?” (Casiye/23) ayeti ile dikkat çekilmiştir.
Allah’ın çok boyutlu aynası olan nefsinde Allah’ı bulup Kur’an hakikatlerini yansıtacağı yerde, bencilliği ile nefsini kötü ahlaklarla kirletmiş, paslatmıştır. Şahsi benliği, hüviyeti bu kötü ahlak sıfatlarını dışarı yansıtır. Böylece çokluğa bürünür ve farklı ilahlar dolayısıyla put ve putlar edindiğinden küfre ve şirke düşer. Şirk ise en büyük zulümdür. Şirk ise tevhidin tam zıddıdır. Allah tüm günahları affetse bile, şirk affetmeyeceğini bildirdiği en önemli konudur. Şirkten kurtulmanın yolu ise benliğini temsil eden nefsini emanet kabul ederek, emaneti gerçek sahibine vermek yani Allah’a dönmektir.
“lâ ene illallah” zikrini yaparken Allah ‘ın İlahi Benliğini “Ben gizli bir hazineydim” diye tarif ettiği tefekkürü yapılmalı ve “Halkı bilinmem için yarattım (zuhura çıkardım)” bölümü ile de uluhiyetini (ilahlığını) tüm “birimsel-izafi ben” liklerde sürdürdüğünü ilan ettiği düşünülmelidir. “Gizli hazineden” zuhura çıkan tüm “birimsel-izafi ene” lerin, nefislerin Allah’ın uluhiyeti kontrolü altında olduğunu hiç unutulmamalıdır. Her bir “izafi-birimsel ene” nin Allah’ın uluhiyetinin kontrolü altında olduğu tefekkür edilerek, her bir nefsin “bağımsız benlik” leri olmadığı fikrine “lâ ene illallah, lâ ilahe illallah” zikri ile ulaşılmalıdır.
“la ene illallah, lâ ilahe illallah” zikriyle hem benliğin gerçek sahibinin Allah olduğu ve bu benlikte Allah’ın ilah olarak tasarrufta bulunduğunu tefekkürle zikirlerini yapması kişiyi şirkten kurtaran en önemli hususdur.
Bu konuda Allah’ın buyruğu: “Allah’a firar edin” (Zariyat/50) ayetinin emriyle her hususta ve her mertebede yüzünü Allah’a dönmektir.
Kişinin emanet benliğini, bencillikle ilah edinmesi hususunda Peygamber Efendimiz (sav): “Vücudun kadar büyük günah olamaz” buyurmuşlardır. İnsan, vücudunu, zatını temsil ettiği benim dediği varlığının Hakk’tan köken aldığını, O’nunla müteşekkil olduğunu, nefsini Allah’ı bilmek için emanet edildiğini unutur; Allah’ın yanı sıra ikinci bir vücud ve ilah varmış vehmine, algısına kapılıp şirke düşmüş olur. Yunus Emre bu konuda:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
O nice okumaktır
ve “Bir Ben vardır benden içeru”
dizeleriyle insanın yaşam amacının nefsini, kendini bilmek olduğunu belirtmiştir. Nefsini bilen, Rab olan Allah’ı bilecek, şirkten kurtulacaktır. Diğer bütün ilimler ise bu konuda araçtır. Nefsi ve Rabbı bilmek amacına ulaşmak için araçlara ihtiyaç olacağı açıktır. Zira Peygamber Efendimiz (sav) “Nefsini bilen Rabbını bilir” diyerek bu yolu başlatmıştır. Burada bilinen nefis, sadece emmare yönü ile nefsi bilmek değil, aynı zamanda nefsin tüm mertebelerini ve hakikatini bilmek kastedilmiştir. Ayrıca “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar. Sonra onu ana, babası (çevresi) Hıristiyan, Yahudi veya müşrik yapar” buyurarak Allah’ın doğuştan her insana İslam’ı kolaylaştırdığını, bu yolda çalışma ve ilim ile gerçek Rabbına ulaşabileceğinide vurgulamıştır. Nefsi İslam fıtratında yaratılan insan, büyüdükçe nefsine arız olan her türlü ahlak, nitelikler ve özelliklerden sıyrılarak, nefs-i natıkanın ana ahlakı olan Kur’an ahlakına ulaşmak için gerekli çalışmaları yapıp, bu konuda gerekli gayreti göstermelidir.
Önemli olan benliğini, eneyi, nefsini inkar etmek, reddetmek değildir. Bunların Allah’ın emaneti olduğunu fark etmek ve bütün bu nimetlerin Allah ile kaim, var olduğunu idrak etmektir. Nefsimiz ve varlığımızın Allah ile kaim olduğunu anlayıp yaşantımızı Kur’an ve Sünnet ile gösterilen yol ve yöntemlerle nefsimizi terbiye ve tezkiye edip, mücahede ile nefsimize arız olan kötü ahlak vasıflarını iyi ahlak özellikleriyle donatmaktır. Böylece hem dünyamızı, hemde ahiretimizi imar etmeliyiz.
Ayeti Kerimede “esirgediği nefs ola” diyerek kötülüğü emreden nefsin tasallutundan, hükmünden ancak Allah esirger ise kurtulacağımız belirtilmektedir. Allah’a sığınma ve tevbe etmenin bu konuda ne derece önemli olduğu açıktır. Bu konuya “Allah’ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz” (Nisa/83) ayetiyle önemli ölçüde açıklık getirilmiştir.
Ene’nin, şahsın kendine yönelik bencilliği en büyük puttur. Bencilliği ilah edinen kişide başka başka putlarda ortaya çıkacaktır. Zira ayna özelliğini yitirmiştir. Bu putlar zaman zaman değişerek kişinin konumuna göre ve ölçüsüz davranmasıyla ortaya çıkabilen mal ihtirası, para ihtirası, evlat, makam, mevki ihtirası vb. gibi bencillikten (ego) köken alan tali putlardır. Kişinin enesi, nefsi, ancak ölümle boyut değiştirdiğinden, nefs mücahedesi ve tezkiyesi ömür boyu devam eder. Nefs ölümü tadıp, kabre girince boyut değiştirir. “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur” hükmü gereğince nefs kabir boyutuna oradanda ahiret boyutuna intikal edecektir.
Nefsin hakikatine (ilahi nefs) ulaşmanın ve bu eğitimi almanın yolu bir arif mürşid-i kamilin eğitimine girmektir. Ancak kişi bir mürşidi kamil bulana kadar, “estağfırullah”, “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed”, “Lâ ilahe illallah”, “la ene illallah, la ilahe illallah” zikirlerini bu bilgilerin tefekkürü ile yapabilir. Daha üst eğitim alması mürşidi kamile intisap ile olur. Daha üst mertebelerin zikirleri, karışık ve izinsiz yapılırsa kişinin dengeleri bozulabilir. Ancak ilmi ve bilgisi alınır. Zira “ilim müminin yitik malıdır, nerde bulsa almalıdır” hükmü geçerlidir. Ancak ilmi kendine hal edinmek için eğitime ve kamil mürşide ihtiyaç vardır.
“lâ ene illallah” tevhid zikri ile, birey insan ilk olarak benliğin, ene iddiasının Allah’a ait olduğunu, benliğinin ancak Allah’la kaim olduğunu anlamaya başlar. Kendi “izafi benliğinin” kendisine Allah tarafından “ilahi nefs” ten ve “ilahi ben” liğin bir izdüşümü olarak verildiğini yavaş yavaş idrak etmesidir. Kendi “ene” sinin, nefsi’nin Allah ile var olduğunu, ilahi ene’nin bilinmek istemesi neticesinde kendi Zatı ile irtibat kurabileceği, ilahi nefsin izdüşümü, gölgesi, tecelli mahalli olarak insana da kendi ene’sini temsil eden birimsel nefsi emaneten verdiğini idrak etmesi gerekir. Bu idrake ulaşıp, bunu hayatına adapte etmeye başlayan birey insan, bu alemlerde ilk kez olarak Allah ile irtibatı sağlayacaktır. Ve dünya hayatında nefsini, benliğini kontrol eden tek bir ilahın Allah olduğu fikrine ulaşacaktır. “la ilahe illallah” zikri ile de bu uluhiyetin, ilahlığın tüm birimsel nefislerde de geçerli olduğunun farkına varacaktır. Allah her bir ene’de, benlikte uluhiyetini ilan etmektedir.
Peki kişi hiç “ben” diyemiyecek midir? Akla bu soru gelebilir. Bu hususta en önemli konu “ene, ben” dediğin ve “enaniyet, benlik” verdiğin bu vücuda, varlığa hangi idrakle baktığındır. “Ben” dediğin nefsi varlığın, bireye Allah’ın lütfuyla yine Allah’ın kendisinin bilinmesi için bir tecelli mahalli olarak verildiğini ve bu varlığın yine ancak Allah’ın tecellisi ile kaim olduğunu ve yine ancak Allah’la hayatını devam ettirdiğini idrak etmek gerekir. Böyle bir idrak ve bilgi ile “ben” demekte hiçbir sakınca yoktur. Ancak “ene-ben” dediği varlığa, ve bu varlığın üzerinde Allah’ın hiçbir tesiri, etkisi, iradesi, kudreti yokmuş gibi haddini aşarak, her türlü kuvveti, kudreti, hayatı, iradeyi vb. “ben” dediği varlığa vermek suretiyle, yani kendisindeki her türlü nispi ve izafi kudreti, ilmi ve iradeyi vb. tamamiyle kendi “ene” sine bağlayarak davranmak şirk kapısını aralamaktır. Bu hususta kişi, hemen tevbe ederek, kendisindeki ilim, bilgi, hayat, irade, kuvvet, kudret vb. gibi zatının sahip olduğu her türlü nimetin nispi ve izafi olduğunu ve Allah ile varlıklarını sürdürdüklerini tespit edip, bu bilinç ve idrakle yaşamını sürdürmelidir.
Zira kuvvet ve kudreti vb. Allah’tan bilmeyip, kendinden bilmek, kişiyi bencilliğe, gurura, kibire ve bunlardan köken alan kötü ahlak vasıflarına sürükleyebilecektir. Bu hususların ve nefsi emmarenin Kur’andaki örneği Firavun’dur. Firavun akli vehme tutulup, kendini bağımsız bir vücud zannedip ”Ben sizin a’la Rabbinizim” (Naziat/24) diyerek benliğini ve hevasını ilah edinmiştir. Kendisinin ve mülkünün hakikatini anlamamış olduğu halde Hakk’ın kendisine armağan ettiği varlığı, benliği, yine kendi mülkü sanmıştır. Yunus Emre bu hususları dikkate alarak beden ve vücud mülkü ve alem mülkü ile buna bağlı tüm mülkleri kastederek:
“Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Malda yalan mülkde yalan
Gel birazda sen oyalan”
dizeleriyle büyük bir irfaniyet sergilemiştir. Mülkün sahibinin ilk ve tek sahibinin Allah olduğunu bildirmiştir. Kur’an Kerimde de bu husus: “Mülk vahid ve kahhar Allah’ındır” (Mümin/16) ayetiyle bildirilmiştir. Bu nedenle vücud ve beden mülküne bağlı tüm maddi ve manevi varlıkların gerçek sahibinin Allah olduğu bilinciyle yaşayarak, beden mülkü ve tüm mevcudları Allah’ın koyduğu kanunlara (Kur’an ve Sünnet) göre kullanmak ve ölçülere uymaya çalışmak bu nefs mertebesini aşmada en önemli anahtardır.
Allah uluhiyetini (ilahlığını) ilan etmiş, uluhiyetinin vasıflarınıda Kur’an ve Sünnet-i Muhammediye ile insanlara açıklamıştır. Uluhiyetinin ortaya çıkış ve tecelli mahalli olarakta insanın nefsini halk etmiştir. Kişinin nefsinde tecelli devamlı olduğu için, kişi nefsi vasıfları da devamlı değişen bir canlıdır. Hayat tecellisi devam ettiği sürece, elde ettiği ilim ve tecrübeler ile her gün vasıflarını iyiye doğru geliştirmelidir.
Bu suretle kişinin benliği, şahsiyeti, hüviyeti nefsinin sıfatları devamlı gelişecektir. Tersi olursa ahlaki vasıfları, şahsiyeti, hüviyeti gerileyecektir. İşte nefsimizin sıfatlarının Allah’ın sevdiği ve razı olduğu sıfatlara göre düzenlenmesi için, nefs mücahedesi, nefs terbiyesi ve nefs tezkiyesi (arınması) şarttır. Bunun için irfan yoluna, seyri sûluka çıkılmalıdır. Bu yolda gerekli olan şartlara uymak gereklidir. Bu nedenle kudsi hadiste; “Allah’ın ahlakı ile Peygamber ahlakı ile ahlaklanınız” buyurulmuştur. Kur’anda da “Sen yüce bir ahlak üzerindesin” (Kalem/4) ayetiyle peygamber efendimizin ahlakı övülmüştür ve Ahlakının “Kur’an ahlakı” olduğu belirtilmiştir. “Benim mucizem Kur’andır” hadisi ile bu ve benzeri hususlar teyit edilmiştir. İşte nefsimizin ahlakını peygamber ve Kur’an ahlakına ne kadar benzetip, uygulayıp, hal edinebilirsek, o kadar Allah’ı razı etmiş ve Allah’ın sevdiği kullar sınıfına girmiş oluruz. Bu hususu Hz. Resul (sav) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” hadisi ile insanın gerçek hedefini, maksadını kısaca özetlemiştir. Peygamber Efendimiz (sav) nefsi itibariyle Allah’ın aynasıdır. “Muhammedi aynadan, Allah görünür daim” denmiştir. Dolayısıyla Allah istediği, arzu ettiği, emrettiği ahlakı Hz. Muhammed (sav) ile zuhura çıkarmış, sünneti ilede hayata nasıl adapte edileceğini göstermiştir. İşte her insanada bu ahlakı kazanabilmesi için, nefs-i natıka ayna özelliğinde verilmiştir. İnsan kendi nefs aynasına bakarak (nefsini hesaba çekerek) hangi sıfatlarının, özelliklerinin Hz. Resül’un (sav) ahlakına uyduğunu, hangi özelliklerinin, vasıflarının uymadığını araştırmalıdır. Nefs aynasındaki kirler tevbe, istiğfar ile temizlenmeli, salavatı şeriflerle ayna parlatılıp, cilalanmalı, zikir ve tevhidlerle de bu Peygamber ahlaki özellikleri sabit tutulmaya çalışılmalıdır. Bu çalışmalar yapılırken sabır ve şükür elden bırakılmamalıdır. Nefsinin iyi vasıfları için şükür, bu vasıfları elde tutmak için sabır, kötü vasıfları değiştirmek için mücahede ile sabır göstermelidir.
Her insan kendi özelliklerini, vasıflarını, ahlakını en iyi kendi bilir ve onu gözleyen arif bilir. Nefs-i Muhammedi aynasında bu özellikleri araştırır, eksiklerini tamamlama azminde olursa ve Allah’a sığınırsa Allah’da Muhammedi Ahlak’tan o kişiye ikram edecektir.
İnsan Allah’ı unutmamışsa, Allah nefsine iyiliklerini ve kötülüklerini bildirir, ilham eder. İnsan bu nedenle kendine karşı dürüst ve gerçekçi olmalıdır. Kendine iyilik etmek istiyorsa, Allah’ın uyarılarına kulak vermelidir. Müminlerin, birbirlerini hakkındaki eleştirileri ve kişinin özeleştirileri dikkate alınmalıdır. Zira hadiste “Mümin, müminin aynasıdır” buyurulmuştur. Kamil Mürşidi varsa, kişiye ayna görevini zaten o yapacaktır. O’nu bulana kadar Peygamber ahlakını kendine düstur edinmelidir.
Nefs aynasının önemini Hz. Resul’un (sav) şu hadisinde de görmekteyiz. “Kötü örnek, örnek olmaz”. İşte bu nedenle kötü ahlak vasıflarını nefsimizden uzak tutmalıyız. Bu nedenle “Kiminle arkadaşlık ettiğine iyice bir bak. Zira kişi arkadaşının dini üzeredir” hadisiylede kötü örneklerden uzak durmamız, iyi ahlak modellerinide örnek olarak almamız gerektiği açıktır.
“Rabbena zalemna enfüsüna…….” (Araf/23)
“Rabbim nefsimize zulmettik” diyerek nefsini ilahi hakikatine zulmettiklerini, bu hakikati yeni anlayıp, idrak ettiklerini açıklamışlardır. Ayetin devamında da Allah’tan af dileyip, tevbe edip bağışlanma dilenmiştir. Bu tevbeyide “Allah’ın şu ağaca yaklaşmayın” emrine uyamadıkları için yapmıştır. Adem Peygamberlikle görevlendirilmiştir. Aksine şeytan “Adem’e secde edin” emrine karşı gelmiş, benliğinin kendine verdiği gurur ve kibir ile büyüklük taslamış, tövbe de etmeyerek, Haktan, Allah’ın indinden kovulmuştur. Önce ikiside emre uymamış ancak biri tevbe etmiş diğeri etmemiştir. Bizde nefsin ilahi hakiki yönünü idrak edip, benliğimizin zuhur mahalli olan nefsimizi Allah’ın halk ettiği ve kendisinin bilinmesi için bize armağan ettiğini anlayarak yaşamalıyız. Bunu yaparken şeytanın kaderinden kaçıp tevbe ederek Adem’in kaderini tercih etmeliyiz. Böyle bir tevbe davranışı bizi Allah’a yakınlaştıracak ve Allah’ın sevgisini yeniden kazanmamıza yol açacaktır. Aksi ise, şeytan ve firavun gibi benliğimizi ve buna bağlı heva ve heveslerimizi ilah edinmemiz demektir. Bu da bizim şeytan gibi Hakk’ın dergahından kovulmamız, uzaklaştırılmamız demektir. Aynı zamanda aslımızı ve hakikatimizi inkar etmemiz, örtmemiz demektir.
Yüce Peygamberimiz (sav) bazı sözlerine başlarken şu ifadeyi kullanmıştır: “Nefsim kudret eli altında olan Allah’a yemin ederim ki …” Bu ifadede çok büyük sırlar gizlidir. Habibullah (Allah’ın sevgilisi) olan Hz. Resul (sav), nefsinin, benliğinin Allah’ın kudret eli altında ve emrinde olduğunu vurgulamıştır. Allah’ın aynası olan O’nun nefsi bile Allah’ın kudreti içinde ise, bizlerin nefsininde Allah’ın kudreti dahilinde olacağı açıktır. Zira şu ayetlerle bizlere bunun böyle olduğu bariz bir şekilde gösterilmiştir;
“Allah sizi tek bir nefisten yarattı” (Nisa/1)
“……… Nefsinizden bir peygamber geldi………” (Tevbe/128)
Bu bilgiler analiz ve sentez edilirse, Allah’ın gerçek aynası olan Muhammedi Nefs (nefs-i Muhammedi) biz insanların nefislerininde aynasıdır. Allah’ın aynası olan nefs-i Muhammedi aynasında, herhangi bir pürüz dahi olmadığı için O’nun ahlakı Kur’anda övülmüştür.
Öyle ise her birerlerimiz, kendi nefs aynamızı, bu tam aynaya tutarak, kendi nefsi özelliklerimizle kıyas etmeli, nefsimizi eğitim, terbiye ve tezkiye (arınma) yoluna çıkarmalıyız. Hz. Muhammed (sav) hem dünyanın, hem alemlerin, hemde ahiretin efendisidir. Bu nedenle O’na uymak her iki cihan saadetinin anahtarıdır.
Hz. Peygamber (sav), Tebük savaşından dönerken ashabına “Küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz” derler. Şaşıran sahabiler “Büyük cihad nedir?” diye sorarlar. Hz. Peygamber (sav) “Nefisle yapılan cihad” cevabını verir. Ayrıca bu hususu bütün zamana yayan hadisinde “Mücahid, nefsiyle cihad edendir” buyurmuşlardır. Nefisle olan cihadın, her nefs mertebesinde ve ömür boyu devam edeceğinide açıklamışlardır. Kendi nefsiyle mücahede edip, onu tanıyan kişi diğer nefislerin özelliklerini, hatta alemlerin nefislerinide (nefsi külli) tanıyacaktır. Böyle bir nefis, himmetini, gayretini ulvi amaçlara yöneltebilir. “Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başına küçük bir millettir” hakikatine mazhar olur.
Rivayet edilir ki Cenab-ı Hakk kendi nurundan aklı yaratır. Ona gel der, akıl gelir. Git der gider. Ben kimim sen kimsin diye sorar. Akıl “Sen benim Rabbi Rahimimsin” ben ise “Senin aciz kulunum” diye cevap verir. Cenab-ı Hakk akla hitaben der: “Senden daha aziz bir mahluk yaratmadım. Seninle verir, seninle alırım.”
Sonra nurdan nefsi yaratır. Ona gel der, nefis gelmez. Ben kimim, sen kimsin? Diye sorar. Nefs “ben benim, sen sensin” der. Bunun üzerine nefsi ateşe atar. Nefs hala “Ben benim, sen sensin” demektedir. Cenab-ı Hakk ardından nefsi aç bırakır.” Ben kimim, sen kimsin?” diye sorduğunda, nefis “Sen benim Rabbi rahimimsin, ben senin aciz kulunum” cevabını verir.
Nefsi emmare hiçbir şeyle tatmin olmaz. Bu konuda Hz. Resul (sav): “Allah’ım doymayan nefisten sana sığınırım” duasında bulunarak, nefsin isteklerinde ölçülü bir davranış sergilemek gerektiğine işaret etmişlerdir. Bu nedenle arifibillah Bekir Sıdkı Visali Hazretleri (ra): “Nefsin riyazatı akla tabi olması, aklın riyazatı Kur’ana tabi olmasıdır” ifadesiyle konuyu özetlemiştir.
Nefsi emmarenin tembelliğine karşıda Kur’an-ı Kerimde “İnsan için çalıştığının karşılığı vardır” (Necm/39) ayetiyle tembelliğin önüne geçilmiştir.
“Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa nefsine zulmetmiş olur” (Talak/1) ayetiyle nefsin sınırlarının Kur’anla çizilmiş olduğu özetlenmiştir.
“İyilik ve takvada yardımlaşın; günahta ve haddi aşmada yardımlaşmayın” (Maide/1) ve “Pehlivan, rakibinin sırtını yere getiren değil, öfke anında nefsine hakim olabilendir” gibi ayet ve hadis örnekleriyle nefse ve fiillerine ilişkin ipuçları verilmektedir. “Ya Rabbi! Göz açıp kapayıncaya kadarda olsa beni nefsime bırakma” hadisiyle de nefsi emmareye güven olmayacağını ve nefs hususunda Allah’a sığınmanın ne derece önemli olduğu vurgulanmaktadır.
Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde: “Beş şey gelmeden önce, beş şeyin kıymetini bilin” diyerek bu 5 şeyi şöyle sınıflamıştır:
1) Ölüm gelmeden önce hayatın,
2) İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin
3) Hastalık gelmeden önce sağlığın
4) Fakirlik gelmeden önce zenginliğin
5) Meşguliyet gelmeden önce boş vaktin.
İşte ömür sermayemiz içinde, nefsi ve Allah’ı bilme yolunda bütün gayret ve azmimizi göstermek kendimize yapacağımız en büyük iyiliktir. Zira Allah ilgili ayette bu ömür sermayesini iyi değerlendirmemiz için bizi uyarmaktadır: “Biliniz ki Allah’ın cezalandırması çetindir ve yine Allah’ın bağışlaması ve esirgemesi sınırsızdır” (Maide/98)
“Ey insanlar! Allah dilerse sizi yokluğa gönderip başkalarını getirir. Allah buna kadirdir” (Nisa/126)
Nefs bilincine ve hakikatini bulma iradesini gösterip gayret ve azim ile irfan yolunu katetme ile seyri suluka yönelme çabasında olan insan, kamil insan olma yoluna girmiş olur. Kendine merhameti varsa insanca düşünür, değerlendirir, dengeli karar verir. Ne yapması gerektiğini, gerçekten dünyaya niçin geldiğini düşünür. Hedefini tayin eder ve yoluna devamlı ve azimle, sabırla yürür. Bu kendine yapabileceği en büyük lütuftur. Kimsenin kimseye fayda sağlayamayacağı günden sakınır. Gereksiz boş şeylerle vakit geçirmez. Nefsini, kendini tanımaya yoluna girer. Hakk’ın indinde değeri olur. Arifler defterine girmeye çabalar ki ebedi hayat sahibi olsun.
Unutma: “Bu dünyada kör olan kimse ahirettede kördür, üstelik iyice yolunu şaşırmıştır” (İsra/72)
“Ene” benlik Allah’a aittir. Allah’ın “Ben liği Zatı Nefsi ile kaimdir. İnsanların ve mevcudların benlikleride nefesi rahman tecellisi ile Allah’ın Zatı Nefsinin gölgesi mesabesinde olan birimsel nefslerinden ibarettir. Her nefs ait olduğu birimin zatını temsil eder. Birimsel nefsin varlığı ve devamı Allah’ın Zati Nefsi sayesindedir ve Ona bağımlıdır. Her birimsel nefis, Allah’ın Zatı Nefsi irtibatlıdır. Bu irtibatı Allah’ın tecellileri sayesinde devam ettirir. Allah’ın tecellileri ölçüsünde nefs Allah’la irtibatlıdır. Allah’ın tam tecellisini hiçbir nefs kaldıramaz. Bu nedenle tecelliler zamana, mekana ve belli bir ölçü ve miktara göredir. Allah hiçbir nefse kaldıramayacağı yükü yüklemez, kaldıramayacağı tecelliyi yapmaz. Bunu örneklendirecek olursak, tüm dünyaya aynı anda yağmur yağdığını farz edersek, her mevcud ve birey bu yağmurdan hissesini alacaktır. Her birey yağmuru hissedecek, etki ve sonuçlarını ilim yolu ile de bilecektir. İlim maluma tabi olduğundan kendi payına düşen yağmur bilgisi oranında tüm dünyadaki mevcutlar ve bireylere de aynı ölçüde etki ettiğini idrak edecektir ve yağmur hakkında elde ettiği bilgi oranında da genellemeye gidecektir.
Başka bir örnek verecek olursak, güneş dünyaya tecelli ettiğinde her mevcud ve birey kendi bulunduğu konum ve bilgi ölçüsünde güneşin etkilerini ve etkilerden doğan sonuçları hissedip, yaşayacaktır. Güneşin aydınlığı ve sıcaklığını yaşayıp, hissedecektir. Ancak tamamen karanlık bir ortamda bulunan kişi bu etkilerden bilgilerden mahrum kalacaktır. Güneşin bu etki ve sonuçlarından istifade etsede, bilgisinden ve varlığından mahrum kalacaktır. Halbuki güneşin etki ve sonuçlarından haberdar olan, ilmiyle bu etki ve sonuçların sadece kendi mahallinde değil, güneşin tüm ulaştığı yerlerde de aynı ve benzer etki ve sonuçlarını gösterdiğini bilecek, cüzi olan bilgisini külle, bütüne çevirecektir. İşte yağmur gibi, güneş gibi örneklerle nefsin hakikatini Allah’ın nurundan ve Kur’an’ın sırrından haberi olan kişi alemlerdeki her birimsel nefsin bu hakikatten ışık aldığını, rahmet aldığını bilecektir. Bu bilgisiyle alemlerdeki her mevcudun dolayısıyla her bireyin bu sırrı taşıdığının idrakiyle her mevcuda ve bireye Hakk ettiği değeri Kur’an ve Sünneti Muhammedi kriterleriyle verecektir. Bilmeyen ise nefsi karanlığı içinde habersiz olarak hayatını devam ettirecektir.
Nefsin bu hakikatinden haberi olan kendi benliğinde hakim olan Allah’ıda bileceğinden O’nun uluhiyetini (ilahlığını) (yakından) hissedecek kendi benliğinde, nefsinde ve alemlerdeki her şeyde uluhiyetini ilan ettiğini bilecektir. Böylece güneşin her gün belli bir vakitte doğup, battığını, şaşmadan her mevsimde belli sebze ve meyveleri bize verdiği gibi bir çok Allah’ın uluhiyetini ilan eden bilgilerle nefsinde ve alemlerde O’nun hüküm sürdüğünü anlayacaktır. Bu şekilde Allah’ın “ene” siyle “Ben” liği ile ilah olduğunu, tek bir ilah olduğunu İdrak edecektir. Her şeyi mükemmel olarak planlayıp, düzenleyip, uygulayan bir Allah’ın uluhiyetini (ilahlığını) kabul edecektir. Böylece Allah’ın bilinmesi için kendisine verdiği “izafi ene” yi, nefsi tamamen kendine mal etmeyip, Allah’ın Zatı Nefsi ile varlığını devam ettirdiğinin farkına varacaktır. Böylece “Hevasını ilah edinmek” ten vazgeçecektir. Kişi kendine has varlık olmadığını, Allah’ın İlah’lığı sayesinde olayların devam ettiğini basit bir testle ölçebilir. Kişi 24 saatini dakika dakika planlayıp, düzenleyip, uygulayabileceği bir program hazırlamalı, ne zaman arabaya bineceğini, ne zaman yemek yiyeceğini, ne zaman tuvalete gideceğini, işlerini ne zaman, nerede kiminle, ne şekilde ve nasıl halledeceğini yazıp 24 saat içinde bu programının ne kadarına hakim olduğuna bir bakmalıdır. Böylece nefsine, kendine, benliğine “ilahlık” vasfetmekten kendini kurtarmalıdır. Her şeyi programlayıp, düzenleyen ve uygulayan Zati Benliği ile İlah olan Allah’a sığınmalı ve O’na güvenmelidir.
Kişi zikirlerini yaparken ve günlük yaşamında “İman, Allah’ın nerede olursan ol seninle olduğunu bilmendir” hadisini düstur edinerek hayatına adapte etmeye çalışmalıdır.
Allah’ın, nefsimize, zatımıza Nur ismi ile tecelli ederek nefsi karanlığımızı, aydınlığa, ilme, nura çevirmesi, nefsimizi esirgediği nefislerden kılması, bu yolda yürüme azmi ve iradesi vermesi niyazı ve duasıyla, AMİN.
önceki sayfa sonraki sayfa