Her insanın Allah’In ezeli ilminde ilmi hakikati mevcuttur. Buna “ayan-ı sabite” adı verilir. Ayan-ı sabitelere “Kur’an” Nefesi Rahman kanalıyla talim ettirilmiştir. “Ayan-ı sabiteler” hay ve idrak sahibi olduklarından “Kur’an”ın manasını alarak, “Ben sizin Rabbiniz değilmiyim?” sorusuna “Evet Rabbımızsın” cevabını verebilmişlerdir. Nefislerde bu hadiseye şahit tutularak yeryüzüne indirilmiştir. İşte “ayetlerimiz ona okunduğu zaman sanki onları işitmemiş gibi” denilerek evvelki hadise hatırlanıp nefsin hakikatinde Kur’anın dürülü olduğu belirtilmektedir. Bu hakikate ulaşmayı engelleyen ise kibir ve gururdur. Benliğin ve bunlardan doğan heva ve arzularını ilah edinmektir. Kendi benliğini (ene), Allah’tan ayrı olarak görme yatar. Şirkin temeli budur. Şeytanın kibride onu Allah’tan uzaklaştırmıştır. İşte bunların sonu azaptır.
Bu halden kurtulmanın çaresi kibire ve gurura yol açan “birimsel benliğimizi “Allah’ın benliğinden (ilahi ene) ayrı görmemektir. İlahi enenin bilinmesi için birimsel benliklerimizin (ene) verildiğini idrak etmektir. Benliğimizi, ilahi benliğe teslim ederek Kur’an ve Sünnet ile benliğimizi ilahi ene vasıflarına döndürmektir. Zira Allah “İlahi enesini=Zati Nefsini” Kur’an ile açmıştır. İşte bizde benliğimizde=nefsimizde Kur’an ile neyi, nasıl temsil ediyorsak o mertebeden ilahi enenin izdüşümüyüz demektir. Mümin, münafık, kafir, salih vb. hangi vasıfları nefsimiz taşıyorsa biz oyuz. İşte nefsimizdeki ahlakları geliştirerek veya nefsi karanlığa gömerek ahiretteki yerimizi bugünden hazırlamaktayız.
Ezelde hakikatlerimize vaz edilen Kur’anı nasıl açığa çıkardığımız yönüyle mesulüz. “İşittik” bölümüne “itaat ettik”diyebilmek için imtiha sahası şehadet alemindeyiz.